GÖNÜL SIZLATAN BİR ZİYARET -2-

İrfan ÖZTÜRK

Özel arabamızla, Almanya’dan Fransa’ya geçiyorduk. Bir yandan da akşam namazını kılmak için abdest alıp, namaz kılabileceğimiz bir yer arıyorduk. Oralarda Türkiye’miz gibi yol boyunca camiler; camileri sembolize eden, göklere doğru yükselen minareler; yol kenarında hayrat diye Allah rızâsı için yapılıp insanların istifadesine sunulmuş çeşmeler, sebiller yoktu.

Bir an gönül geçirerek İslâm beldelerinin; okunan ezanlarını, camilerini dolduran cemaatlerini, camilerde yapılan vaazlarını, cemaatlerin Allah rızâsı için işini, gücünü bırakıp sohbet meclislerine koşmalarını; âdâb ve kemâlât üzere İslâm’ı yaşayan, yaşamaya çalışan nur yüzlü insanlarını hatırlayıp gözlerim yaşardı. Ne büyük nimetlere sahip olduğumuzu, ancak sahip olduğumuz bu ulvî nimetlerin farkında olmadığımızı, ecdad yâdigârı cennet vatanımızı düşünüp;

«Bilseydim kıymetini, öderdim diyetini» vecîzesini mırıldanarak yola devam ediyorduk. Evet, kıymet bilmeyen; o kıymetin diyetini ödeyemezdi.

Allah, cümlemizi nimetlerin kıymetini bilenlerden ve diyetini ödemeye gayret edenlerden eylesin.

Biraz ileride yol kenarında bir benzin istasyonu göründü. Acaba, burada abdest almamıza müsait bir yer var mıydı? Çünkü Avrupalıların tuvaletlerinde taharetlenmek için su yok. Bu endişeyi taşıyorduk fakat başka seçeneğimiz de yoktu. Petrol istasyonuna girdik. Zaten hazırlıklıydık. Su şişeleriyle tuvalete girip taharetlendik. Abdestimizi lavaboda aldık. Seccadelerimizi serip, âşikâre ezanımızı okuduk. Kāmetimizi yapacaktık ki, on sekiz yaşlarında bir delikanlı bize doğru koşar adımlarla ilerleyip geldi ve bir şeyler söylemeye başladı; söylediklerini dinledik. Fakat Almanca konuştuğu için hiçbirimiz bir şey anlayamadık. Ona;

“Biz Türk’üz, dediklerinizi anlayamadık.” deyince, koşarak bizden uzaklaştı. Biz de cemaatle, açık havada, kenar bir alanda akşam namazımızı kılmaya başladık. Namazın ikinci rekâtında iken, aynı delikanlı yine koşarak yanımıza geldi, bizi izlemeye başladı. Biz de namazımızı tamamladık. Sünnetlerimizi ve evvâbîn namazımızı da ihmal etmeden kıldık, tesbihlerimizi çektik, duâlarımızı yaptık. Duâdan sonra; «Hüvallâhüllezî»yi okuduk. O, hâlâ «hazırol» vaziyetinde durup bekliyordu. Biz de o bekliyor diye, kulluğumuzdan taviz vermeden bizce yapılması gerekenleri yaptık ve Fâtiha ile ibâdetimizi tamamladık. Kalkıp aramızda musâfaha yaptık.

Hepimiz, delikanlının ne yapacağını merak ediyorduk. Delikanlı bize doğru ilerledi, elinde bir şeyler vardı. Bana doğru gelip, elindeki kitabı ve yanındaki küçük kitapçıkları bana verdi. Teşekkür ettim, verdiği kitap ve risâlelere baktım. Verdiği kitap, İncil; kitapçıklar da Hıristiyanlığı anlatan, tebliğ mahiyetinde dokümanlardı. Hepsi Türkçe olup İstanbul’da tabedilmişlerdi.

Gencin gayretine hayran kaldım. Hıristiyandı, dîni bâtıl bir din, verdiği İncil de tahrif edilmiş bir kitaptı. Fakat, delikanlı cıvıl cıvıl, bâtıl dînine hizmet etmek için çırpınıp duruyordu. O an yurdumuzdaki; başıboş, gayesiz dolaşan gençlerimizi hatırladım.

Ey müslüman genç kardeşim!

Hıristiyan gencin dînine hizmet için nasıl çırpındığını duydun. O anda genç müslüman delikanlıları, Yüzakı dergisini okuyan genç kardeşlerimizi ve genç hanım kızlarımızı hatırladım.

Allah dîn-i mübîn-i İslâm’ı yaşayıp, yaşatma gayret ve hizmetini hepimize lutfeylesin. Çok çalışıp, vazifelerimizi âdâb üzre îfâ etmek, dînimizin güzelliklerini, dünyanın her tarafına ulaştırmak, en önde gelen görevimiz olmalıdır.

Himmeti Hudâ’dan bekle,
Hizmetine hizmet ekle,
İhvânından duâ bekle,
Emr olunan edep budur. (Gülzâr-ı İrfan)

Delikanlıya teşekkür edip, bizde mevcut olan bazı hediyeleri vererek ayrıldık. Rabbimiz gayretini hidâyete çevirsin, diye de duâ edip yolumuza devam ettik.

ŞÜKÜRLER OLSUN YÂ RABBÎ!..

Bir hac mevsiminde Mekke-i Mükerreme’de idik. Hindistan’ın büyük âlimlerinden birisinin otel lobisinde sohbet edeceğini, dileyen herkesin katılabileceğini söylediler. Bu fırsatı kaçırmamalıydım. Sohbetine katıldım. Arapça sohbet ediyordu. Öyle fasih bir lisan kullanıyordu ki, katılan hemen herkes sohbeti dinleyip anlayabiliyordu. Sohbetinin ortalarında buyurdular ki:

Bu sohbetlerimiz kapsamında Avustralya’ya gittik. İşimiz Allâh’ın dînini insanlara tebliğ etmektir. Dünyanın her tarafına gidiyoruz Allâh’ın izniyle. Avustralya’nın başkentinde büyük bir camide sohbet için müsaade aldık. İnsanları sohbet için oraya çağırmak üzere, müslümanların daha çok bulunduğu mahalleleri tespit edip kapı kapı dolaşarak sohbetimize devam ettik.

Evin birisinin kapısını çaldık. Kapının zilindeki isim, Türkiyeli bir müslümana aitti. Zili çalınca, pencereden dışarıya baktılar. Müslüman kıyafetli bizleri görünce, hemen kapıyı açmaya inen ev sahibi, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Biz, gelişimizin sebebini izah ettik, kendisine ağlamasının sebebini sorduk:

“–Efendim, 30 senedir Avustralya’dayım. Hıristiyanlar, yahudiler her hafta kapı kapı dolaşıp; dinlerinin propagandasını yapmak için bedava İnciller, kitapçıklar dağıtırken; güzel dînimiz İslâm için, İslâm’ı anlatıp öğretmek için bugüne kadar bir tek müslüman kapımıza gelmedi. Sizin dînimizi anlatmak için geldiğinizi duyunca çok sevindim. Sevincimden ağlıyorum. Allah; kapımıza, ayağımıza kadar dînimizi anlatacak sizleri gönderdiği için çok şükür Rabbime! Şükürler olsun yâ Rabbî! Bin şükür yâ Rabbî!..” diyerek kapı eşiğinde secdeye kapandı. Bu manzara karşısında hepimizin gözleri yaşardı.

Biz de;

“Allâh’ım bizlere ne güzel görev vermişsin. Vermiş olduğun bu görevi, rızâna uygun bir şekilde ömrümüzün sonuna kadar sürdürmeyi nasip eyleyip; dînine hizmetle yoğrulmuş, yorgun bir bedenle mezara girmeyi lutfeyle!..” diye duâ ettik. «Bugün de aynı vesileyle buradayız. Bu meclis, hepimize mübârek olsun.» diye duâ ettiler.

Çok etkilenmiştim. Allâh’ın dînini, insanlara doğru bir şekilde anlatabilen; ihlâslı, müttakî, bilgili, tecrübeli, gayretli bir ekiple bu hizmeti îfâ etmek ne mübârek bir iş ve bu işin yapıldığı sohbet meclisi, ne mübârek bir meclistir.

Sohbete gitmeyi sen,
Kendine ganîmet bil.
İnsan olur ehl-i dil
Devam ile sohbete… (Gülzâr-ı İrfan)

ON SENEDE MÜSLÜMAN YAPABİLDİM!..

Müslüman olan bir Alman gencini tebrik sadedinde ziyaretine giden bir kardeşimiz şunları anlattı:

Bavyera eyâletinden bir Alman gencinin müslüman olup İslâmiyet’i noksansız yaşamaya çalıştığını duyup, ziyaretine gittik. Bizleri büyük bir sevgi ve memnuniyetle kabul etti. Hânesini tam bir müslümana yakışırcasına ve İslâmî kurallara göre düzenlemiş olan bu genç, aynı zamanda bir müslüman Türk kızı ile evli idi.

İkramlarda bulundu. Beraber çay-kahve içtik. Alman genci, çayı içerken her yudum alışında «bismillâh» diyor ve ondan sonra çayını yudumluyordu. Yeme-içme bittikten sonra ellerini kaldırıp; Türkçe, kısa ama çok veciz sözlerle duâ yaptı.

Hepimiz delikanlıya hayran kalmıştık. Ona kıyasla, biz doğuştan müslüman olup müslüman yaşadığımız hâlde, İslâm’ı yaşamada çok noksanlarımızın olduğunu anladık ve bu perişan hâlimizden dolayı ağladık.

Çayı ikram ettiğinde ben çayı sol elimle içmeye başlayınca hemen elimden tuttu ve;

“–Müslüman kardeşim; neden Peygamber’ini dinlemiyorsun O;

«Sağ elle yiyin, sağ elle için. Çünkü şeytan sol elle yer ve sol elle içer.» buyuruyor.” diye güzelce ikaz etti.

Utancımdan yüzüm kızarmış, âdeta yerin dibine girmiştim:

“–Tevbe yâ Rabbî!” diye Rabbim’den özür diledim.

“–Müslüman Türk kızıyla evlendiğiniz için mi müslüman oldunuz?” diye bir soru yöneltince, büyük bir tepki ile;

“–Asla, asla, hayır! Ben, müslüman olalı 12 sene oldu. Hanımımla evleneli 10 sene oldu. Ama müslüman Türk kızını ancak 10 senede müslüman yapabildim.” dedi.

Ey kardeş! İşte bu acı, yürekten vurucu hâl ve ifadeler yürek sızlatıyor değil mi?

Allah, hepimize hidâyetler nasip eylesin ve hidâyet üzere yaşayıp, hidâyet üzere ölmeyi nasip eylesin.

Bu acı gerçek ve kusurlarımız karşısında, tefekkür edip kendimize gelmemiz ve kusurlarımızı telâfi ederek Rabbimiz’e gerçek bir kul olmaya çalışmamız lâzım.

“Hidâyete tâbî olup, hidâyette kalanlara selâm olsun.”

Ne güzeldir gülen yüz, sadakadır tatlı dil,
Herkes ile hoş geçin, bunu «BAŞ VAZİFE» bil!
Yaşadın şu dünyada, nice zaman ay u yıl,
Tevhid ile git Hakk’a, bunu «SON VAZİFE» bil! (Gülzâr-ı İrfan)