EY ELMA AĞACI!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsan, ot değil.

Büyük bir ağaç.

Meselâ tatlı meyvelerle dolu muazzam bir elma ağacı.

İyi bir bahçıvan elinde; gücü-kuvveti yerinde, verimli, bakımlı ve cennet ağacı. Fakat bahçıvansız ya da kötü bir bahçıvan elinde, sadece ateşte yanmaya yarayan bir kütük gövdesi.

Bir gün;

Eğitim bülbülü, ağaçtan ağaca konarken o elma ağacının diğer ağaçlarla tartışmasına şahit oldu ve hemen onun dallarına uçup dinlemeye başladı. Elma ağacı, diyordu ki:

–Bu bahçeye gelip gidenler ne kadar gafil! Hem benden istifade ediyorlar, hem de kıymet bilmiyorlar. Canım iyice darlandı. Artık bunlara elma vermeyeceğim. Bensiz kalsınlar da akılları başlarına gelsin.

Şeftali ağacı bu fikre katılmadı:

–Olmaz ey elma ağacı! O zaman vazifemizi yapmamış oluruz. Dediğin metotla kimsenin aklı başına gelmez, aksine baştan çıkar da seni harap ederler.

Elma ağacı öfkelendi:

–Bana muhtaçlar. Can damarları ellerimde. Zarar vermeyi hayal bile edemezler.

–Hiç öyle konuşma! Geçende armut ağacının başına gelenleri gördün.

–O kendi ahmaklığı idi. Benim yerim bambaşka. Ben olmasam, bütün ağaçları bir araya getirseler yine elma üretemezler. Sen de ancak bir şeftali ağacısın. Ne yapsan elma veremezsin.

–Öyle de, elma yemekten vazgeçerlerse.

–Vazgeçemezler. Bendeki vitamine mecburlar. Şeftali yemeseler olur. Armut, kiraz, kestane yemeseler olur; ama elma yemeseler olmaz. Hayat damarları kurur.

–Büyük konuştun ey elma ağacı! Onların hayat damarları kurursa, seni de kurutmazlar mı?

–İşte bu yüzden kurutamazlar.

–Böyle demekle hayatı sadece, kendi etrafında dönüyor zannetmiş olmuyor musun?

–Zaten öyle. Ben hayat ağacıyım.

–Bizler de hayat ağacıyız. Ama büyüklerimiz daima hatırlatıyor; bu imtihan bahçesinde kibir ve gurur, bizi perişan eder. Yalnız bırakır. Olgunluğu elden alır. Hamlaştırır.

Elma ağacı bir kere arsızlaşmıştı. Daha ileri gidecek vaziyetteydi. O esnada rüzgâr, sert bir şekilde eserek elma ağacının ağzına tokat atarcasına onu sustururken eğitim bülbülü, şeftali dallarının üzerine kondu. Yüksek sesle şakımaya başladı:

“Rüzgâra dikkat et, ey elma ağacı!

Biraz daha sert esse, seni kökünden söküp atar.

Sen, sen ol; fırtınaya davetiye çıkarma.

Ey elma ağacı, kendine gel!

Yanlış vadilerde ancak helâk olursun. Sen, sadece, olduğun kadarsın. Olmadığın şekilde nefsine bakarsan, gaflet ve başkalıklar içinde ziyan olur gidersin.

İyi düşün, ey elma ağacı!

Sana Allah her yıl binlerce meyve nasip ediyor. Her nasibinde de sırlı bir lisan ile şöyle diyor:

«Ey elma ağacı!

Seni güzelce yarattım. Sana kıymet verdim. Sen de bunu idrak edip kökünü benim toprağıma, yüzünü de benim kudret göğüme teslim ettin. Bunun üzerine ben de kullarıma yapacağım elma ikramında seni vesile yaptım. Bu şerefi sana hediye ettim. Kullarıma vereceğim elmaları sana nasip edip onlara senin elinle ikram edeceğim. Tâ ki sen daha şeref kazanasın, tâ ki senin kıymetini bilsinler, hizmet etsinler.

Fakat unutma, ey elma ağacı!

Elmalar senin değil.

Onlar, kullarıma verilmek üzere sana verdiğim benim emânetlerim.

Unutma;

Eğer vazifeni lâyıkıyla yapmazsan seni kuruturum. Bir tane bile elma vermem. Neslin de devam etmez. Bilesin ki; senin de herkesin de vesileye ihtiyacı var, fakat benim, hiçbir vesileye ihtiyacım yok…

Şunu tam anla;

Emrime riâyet ettiğin müddetçe, her yıl sana binlerce meyve ikram ederim.

Aman, elma ağacı!

Senin dallarında kullarıma verdiğim elmalarda sakın gözün olmasın. Hak etmeyenler olsa bile gözün olmasın. Hırsızlık edenler olsa bile gözün olmasın. Sen sadece vermeye bak. Ver ki, ben de devamlı vereyim. Ver ki, değerini artırayım. Ver ki, neslin devam etsin. Ver ki, sana hizmet ettireyim. Ver ki, eksilme. Ver ki, ferahla. Ver ki, seni cennet ağacı yapayım.

Unutma; bütün kıymetin hizmetten ibaret.

Ey elma ağacı!

Eğer hizmet ve cömertliği ihmal edersen elmaların çürür. Sen de çürür gidersin.

Ey elma ağacı!

Diğer ağaçlara da sakın tepeden bakma. Kibirlenme. Kendini beğenip, başkalarını ‘hiç’ görme.

‘Ben olmazsam kimse elma yiyemez!’ deme. İstersem, sensiz de elma ikram ederim.

‘Şeftali o kadar tatlı meyve veriyor, ama elma üretemiyor. Ben vazgeçilmez bir lâzımım!’ deme. İyi bak; beslendiğin toprak benim, hava benim, güneş benim, su benim, rüzgâr benim…

Sen de sadece muhtaçsın!

O vesileler olmazsa yaşayamazsın! Su olmazsa, sen nesin ki! Hava olmazsa, sen nesin ki! Güneş vermesem, sen nesin ki!

Hiç!»

İşte, ey elma ağacı!

Hak; bütün varlıklara olduğu gibi, senin kulağına da bu sırları söylüyor. Bunu işiten bütün ağaçlar, bereket dolu. Bunu işiten ecdâdın daima hizmet ve cömertliği seçti. Elma ağacı olma vazifesini noksansız yerine getirdi. Bir tane elmayı bile kıskanmadan verdi. Her yıl Allah kendisine ne verse hepsini sahiplerine dağıttı. Verdiklerine göz dikmedi. Verdikçe ferahladı, hafifledi. Güzelleşti.

Cennette yasak meyve idi, Allâh’ın lutfu ile dünyada şifâ oldu.

Ey elma ağacı!

Bunu unutma diye, Allah seni vesilelere muhtaç bir vesile eyledi.

Sen; kulların elma yemesine vesilesin, ama bunun için vesilelere muhtaçsın. Suya, toprağa, havaya, güneşe muhtaçsın!

Vesilelere muhtaç bir vesile oluşun, hakikatin idrak aynasıdır. O güzel aynayı buğulandırıp, gaflet sebebi hâline getirme!

O zaman o aynada idrak edersin ki:

Vesileler, bizlere nutfe olduğumuzu hatırlatıcı büyük bir ilâhî ayar.

Çünkü eğer bir kul, vesilesiz bir şekilde Hak’la irtibata mazhar olsaydı, şirkin en büyüğünü işlerdi; nefsini -hâşâ- Allah’tan yüce görürdü, îman ehli olsa bile böyle görürdü. Bunu anlamayan nice âlimler dahî, gaflet çukuruna yuvarlanmadılar mı?

Tefekkür et ve anla;

Yüce Rabbimiz, iyi ki vesileler ile lutfediyor.

Ne verse, iyi ki vesileler ile veriyor.

Küçücük bir zerreye ilâç deyip muhtaç oluyor bizim büyüklüğümüz. Böylece Allah bize demiş oluyor ki; «Ey kul, bir damla suya muhtaçsın, küçücük bir vesilenin bile kurbanı olacak derecede muhtaçsın, haddini bil!..»

İlâhî takdir bu:

Her varlık, sayısız vesile ile hayatta. Sayısız vesileye muhtaç ve mahkûm.

Hele insan!

Bütün varlıklardan daha fazla vesilelere muhtaç. Çeşit çeşit gıdaya muhtaç. Bin bir vitamin almaya muhtaç. Nefese muhtaç. Göze muhtaç, ışığa muhtaç. Suya muhtaç. Konuşmaya muhtaç. Dokunmaya muhtaç. Elbiseye muhtaç. Ayakkabıya muhtaç. Binitlere muhtaç. İnsan hayatı baştan sona; sayısız ihtiyaç, sayısız vesile, sayısız muhtaçlıkla dolu.

Bunca vesile mahkûmiyetine rağmen niceleri, tutup da hâkimâne bir kibre saplanıyor. Vesilesiz yaşadığını zannediyor. Kendi kendine yettiğini zannediyor. Kendini tek başına bir hakikat zannediyor. Nefsini putlaştırıyor. Bir de vesilelere mahkûm olmasaydı acaba nasıl azıtırdı? Allah muhafaza!

Bu bakımdan;

Vesileler büyük lütuf.

Vesileler, Rabbimizin bize büyük şefkati ve acıması dolayısıyla verdiği kulluk dengesi, kulluk ayarı.

Müthiş program.

Doğru anlayıp da sımsıkı sarılınması gereken özel bir rahmet.

Hele netice itibarıyla müstesnâ bir çare.

Nitekim Cenâb-ı Hak emrediyor:

«Allâh’a yönelişte vesileye sarılın!» (el-Mâide, 35)

Çünkü;

Ancak hakikatine uygun bir şekilde vesileye sarılanlar kurtuluyor.

Önce kibirden kurtuluyor.

Çünkü her vesile; türlü türlü ihtiyacımızı, acziyetimizi ve hakikatimizi, bize acı acı öğretiyor. Doktor öğretiyor, ilâçlar öğretiyor, su öğretiyor, nefes öğretiyor, gıdaların her çeşidi öğretiyor, lokma lokma sofralar öğretiyor.

Neticede;

Vesileye muhtaçlık, insanı ıslak kâğıda döndürüyor. Böylece her vesile, aslında insanı şirkten koruyor. Hem de, şirkin en büyüğü olan nefsi ilâh edici, kendini putlaştırıcı bir şirkten, en tehlikeli bir şirkten; yani gizli şirkten koruyor. Hâl böyleyken uslanmaz gafiller, vesileyi şirk sayıyor da vesilesizlik şirkine yuvarlanıyor.

Oysa vesile;

Görünmezlik âleminde Hakk’ı görmemizi sağlayan ilâhî bir gözlük. Özü itibarıyla, O’nun kudret ve sanatının sonsuzluğunu idrak. O’nu tanıtan muhteşem vasıta. Çünkü O’nu tam tanımadan; tam bir kulluk, mümkün değil! O’nu tanımadan, her şey boş!

Bunun için;

Her vesile, O’nu anlatıyor.

İşte güneş! En bâriz vesile. O’nun nûrunu temâşâ için muazzam bir vesile. O’nu anlatıyor. O’nun nûrunu yansıtıyor. Bu sebeple nûru hiç sönmüyor. Öyle bir nurlu ki güneş, direkt bakmaya göz dayanmaz. Özel bir gözlük veya başka bir vasıta gerek. Hakk’ın vesilesi bile bizi acze düşürüyor. Güneşe bile vesilesiz bakamayan göz, O’na vesilesiz nasıl bakabilecek? Bu dünya şartlarında bu mümkün değil, imkânsız. Onun için Hak Teâlâ Musa -aleyhisselâm-’a bu fânî âlemde; «Len-terânî / Ben’i göremezsin!» (el-A‘râf, 143) buyurdu. Görmüş gibi olması için vesile gözlüğünü takdim etti.

Dolayısıyla Hakk’ı talep, bu mânâ içinde usûl. Ancak idrak edene açılır vusûl…

Diğer taraftan;

Her vesile, Allâh’ı nasıl dinlememiz gerektiğinin mutlak nümûnesi. Bize hayat teneffüs ettiren hava, yaratıldığı günden beri yapısını hiç bozuyor mu? Asla! Vazifesinde en ufak tereddüt ve itiraz olmadan; ayrıca hiç yorulmadan, bıkmadan devam ediyor. İnsanlar onu ne kadar kirletse de o yücelerin emrine âmâde olarak; kendini temizliyor, tazeliyor, yine vazifesini en güzel şekilde aksatmadan yürütüyor.

Daha nice tecellîleri var vesilenin.

Çünkü vesileler, Allâh’ın tanzimi. O’nun takdiri ve arzusu, O’nun iradesi ve emri. O böyle istedikten sonra gerisi boş felsefe. O’nun tanzim ve iradesinde en küçük bir tutarsızlık veya en ufak bir çatlak olur mu? Asla!

Yani;

Vesileler, Allâh’ın sanatı. En küçük varlıktan en büyük varlığa kadar her vesile, Allah sanatı. Ağaç öyle, insan öyle, hava öyle, su öyle, peygamberler öyle, evliyâullah öyle.

Tabiî ki hiçbir vesile, O’nun kendi ve Zâtı değil. Her biri O’nun sanatı. Elbette sanatını O’nun yerine koymak, şirk. Fakat sanatını O’ndan ayrı görmek de şirk. Yani sanatını O sanmak vesilenin şirki, bundan kaçmak için vesilesizliğe kalkışmak da nefsin şirki.

Hâsılı;

Vesile, O değil. Lâkin O’ndan ayrı bir şey değil.

Ayrı zannetmelerin başladığı yerde, gayrılıklar ve aldanışlar başlar. Kendini ayrı zannedenler, tıkanır. Şu ayrılık dünyasında insanların düştüğü en büyük hata bu. Birer sanat hârikası olan maddî-mânevî yapılarını, sanatkârından ayrı görmeleri.

Oysa, O’ndan ayrılıkta her şey bir hiç.

Hava, ancak O’nun sanatı olarak hayat nefesi. Bu gerçeğin dışına çıkıp da derse ki, insanı yaşatan benim; asla! Su da, O’nun sanatı olarak bir hayat yudumu. Yiyecekler de O’nun sanatı olarak birer can lokması.

Gerisi zan ve boş lâkırdı!”

Eğitim bülbülü bu kadar uzun konuşmadan, yorulmuştu. Derin bir nefes aldı. Dilini ıslattı. Son olarak şunu hatırlattı:

“Unutma, ey elma ağacı!

Kendini bir şey zannedenler, hiçbir şey. Hiçliğe bürünenler, çok şey.

Velhâsıl, ey elma ağacı!

Vesile denilen ilâhî sanatı idrak edersen gerçek sanatkârı görür de cennet fidanı olursun. Fakat bunu idrak etmezsen iki dünyanın körü ve nankörü hâline gelir de cehennem kütüğü olursun.”