Çağlara Sunulacak En Güzel Ahlâk Nümûnesi PEYGAMBER EFENDİMİZ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Dünyevî (seküler) cereyanların girdabında savrulan çağımız, hüsranların en dehşetlisi ile kıvranıyor. Sanki; geçmişte «saâdet asrı»nı hiç tatmamış; teselsülen devam eden adâlet ve huzur dolu zamanları hiç yaşamamış gibi. Yoksa rahmet ikliminde yaşanan müsbet tecrübelerin hâfızadan silinmesi, selâmete ermek için çıkmaz sokaklarda ömür tüketilmesi başka nasıl îzah edilebilir? Son devir filozoflarından Sakallı Celâl’in;

“Meşrutiyet ilân ettik olmadı; cumhuriyet ilân ettik olmadı; bir de ciddiyet ilân edelim ne olur!” demesi misali; meseleye akl-ı selîm ile yaklaşmaktan başka çare yok.

İnsanın, nefsinin elinde esir olduğu zaman, hayvandan daha aşağı derekelere (belhüm edall) yuvarlanabileceği beyan buyuruluyor. İslâm’dan önceki cahiliye devrinde; insanlık böyle bir zulmetin içinde can çekişiyordu. Îman şairi Mehmed Âkif, bu vahşet devrini şöyle tasvir ediyor:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

“Hak geldi; bâtıl zâil oldu.” (el-İsrâ, 81); dünya adâlet, merhamet, şefkat, müsâmaha… gibi insanı insan yapan fazîletlerle mücehhez idarelerin huzurlu asırlarını yaşadı; saâdeti tattı. Ancak, devir döndü; zaptedilemeyen ihtirasların körüklediği ilhad kasırgaları, cemiyetleri altüst etti. Dünya; nefsi putlaştıran, bencil hükümranlıkların zebûnu hâline geldi. Ne acıdır ki; insanlık, zirveden aşağılara yuvarlandı, âdeta yeniden cahiliye devrine geriledi; hem de daha vahşî bir tarzda ve daha geniş boyutlarda.

Yeni cihan devletlerinin şiârı; adâletin yerine, zulmü ikāme etmek. Buna yönelik olarak; ilmin ulaştığı yeni merhaleleri, insanların hayrına kullanmaktan ziyade, daha öldürücü silâhlar îcat etmeye yönlendiriyorlar. Savaş makineleri, uzaktan bir düğmeye basmakla insanları kitleler hâlinde öldürecek şekilde tanzim ediliyor; savaş hukukuna aykırı olmasına rağmen kullanılan kimyevî ve biyolojik bombalar, fosfor bombaları, misket bombaları… sivillere, çocuklara kurtulma fırsatı tanımıyor. Hâkim olunan basın kanalları vasıtasıyla yalan haberler üretilerek, bu ahlâksız saldırılar «insânî» kılıfla ambalâjlanıyor…

Dünya ölçeğinde, içtimâî hayat can çekişiyor. Müfrit inançları yüzünden veya canı öyle istediği için, birtakım sapıklar; okulları, kampları basıp onlarca, yüzlerce kişiyi kurşun yağmuruna tutup katledebiliyorlar; ırkçılıkla beyni yıkanmış kişiler, hedef gözetmeden düşmanlık besledikleri mâsum insanları vahşîce öldürüyorlar; bencilliğin ve maddeciliğin pençesine düşmüş cemiyetlerde yardımlaşma, diğergâmlık, muhabbet, merhamet… gibi içtimâî dayanışmayı sağlayan fazîletler iflâs etmiş vaziyette…

Dünyayı yönlendiren güçlü devletlerce sürdürülen tehdit ve saldırıların hedefinde, umûmiyetle İslâm âlemi var. Bahis mevzuu ülkelerdeki şiddet ve baskıların muhatabı da yine çoğunlukla müslümanlar. Yakın zamanlara kadar rahmet ikliminin temsilcisi olma şerefini taşıyan İslâm coğrafyası da, kendisi dışındaki menfîliklerden âzâde değil. Bindiği dalı kesme hamâkati misali; cemiyete asırlarca huzur ve saâdet bahşeden «ilâhî değerler manzûmesi» yerine, «galipler»in içtimâî değerleri hüsn-i kabul görüyor. Halkına zulmeden, acımasızca katleden kukla diktatörler, sadece bu âlemde kaldı maalesef. Bir zamanlar rahmet meltemlerinin gönülleri okşadığı huzur coğrafyası; terör, iç savaş, vurgun, soygun, siyasî ve âdî cinayetler… gibi «kimlik buhranı» ile ilgili bütün marazî hâllerin meşheri durumunda, bir hüzün coğrafyasına döndü âdeta.

Ecdâdımızdan tevârüs edilen müktesebât ile, hâlâ sömürgeci dünyayı tedirgin eden ülkemiz, taşıdığı değerin farkında değil. İtalyan Profesör Anna Masala bu hâli;

“Ağzı kilitli bir hazine sandığının üzerinde oturuyorsunuz.” sözleriyle tasvir ediyor. Ancak acıdır ki; hiç hak etmediği hâlde bu ülke, İslâm coğrafyasındaki kimlik buhranının en vahim tezâhürleriyle mâlûl. Şiddet kol geziyor; tahammül, müsâmaha, tevâzu, yardımlaşma… gibi fazîletler mâzîde kaldı; incir çekirdeğini doldurmaz meseleler için en kolay çözüm yolu, öldürmek oldu; zevk için cinayet işleme, ana-baba katletme modası depreşiyor zaman zaman; kaderci değil çağdaş nesil yetiştirmek vehmi, eğitim sistemini dünyevî cereyanların hâkimiyetine soktu; cinayet, şiddet, madde bağımlılığı, zamansız cinsî alâkalar… gibi menfîlikler geleceğin teminatı olan çocukların ve gençlerin gündemini meşgul ediyor; teröristler araçları, otobüsleri, alışveriş merkezlerini, içindeki insanlarla beraber ateşe veriyor, bombalıyor…

Hiçbir ahlâkî esası tanımamak, nefsin hevâsına uymak, tahrip etmek, ölmek, öldürmek… gibi menfî davranışlar, bu marazî hâllerin fârik alâmetleri. Gurur, kibir, tahammülsüzlük, müsâmahasızlık, şiddet, bencillik… gibi süflî hasletler de müşterek vasıfları. İnsan, nasıl bu kötü hasletlerden kurtarılıp, kendisini yücelten fazîletlerle teçhiz edilebilir; ahsen-i takvîm (en güzel kıvam) mertebesine yükseltilebilir? Şüphesiz; bir düşünce ve hareket tarzının ortaya çıkardığı menfî sonuçlar, yine aynı tarzla düzeltilemez. Doğru sistemin tespitinde, tarihteki tecrübeler en güzel ölçü mesâbesindedir.

İnsanlık tarihinin en mesut dönüm noktası; «kutlu doğum» ve «çöle inen Nûr»un, zulmet perdelerini yırtarak, rahmet iklimi hâlinde hâle hâle zaman ve mekânlara yayılmasıdır. Bu öyle muhteşem bir vâkıa ki; insan havsalası bunu idrak etmeye, anlatmaya kâfî değildir. Nitekim edipler, âlimler, mütefekkirler, gönül ehli zevât gibi söz ve düşünce ricâli asırlardan beri bu «değerler manzûmesi»ni ve «Son Elçi»yi anlattıkları, yazdıkları hâlde; sözün sonu asla gelmemiştir.

İçki, kumar, fuhuş… gibi insanı yozlaştıran her türlü süfliyâtın işlendiği; hukukun esasını güç ve nüfûzun teşkil ettiği; kız çocuklarının diri diri gömüldüğü… bir vahşet ortamına gelen ve böyle bir cemiyeti kısa zamanda «asr-ı saâdet» ile taçlandıran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bu mûcize için seçilmiş, hususî fazîletlerle teçhiz buyurulmuştu. Bu cümleden olarak; O Varlık Nûru;

“Beni Rabbim terbiye etti.” buyuruyor. Çevresindeki taş yürekleri, yüce şahsında meknuz bulunan ilâhî ahlâkla terbiye ederek, gül yaprakları gibi hassas ve lâtif hâle getirmesi; “O’nun peygamberliğini anlamak için yeterlidir.” deniliyor.

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” (el-Enbiyâ, 107) Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tavsif buyuruluyor:

“Ey şanlı Peygamber! Biz Sen’i hakikaten bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, O’nun emriyle insanları Allâh’a çağıran, aydınlatıcı bir kandil; yol gösterici bir rehber olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45-46). Yine «üsve-i hasene» (en mükemmel örnek) olduğu beyan buyurulan (el-Ahzâb, 21) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a uymak hususunda;

“Ey îman edenler! Allâh’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33) buyuruluyor.

Kur’ân-ı Kerîm’i âyet âyet temessül ederek rûhânî zirvelere kanatlanan ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı; O Varlık Nûru ile, kâbına varılamaz bir sûrette aynîleşme gayreti göstererek, ümmet için «gökteki yıldızlar» seviyesine ulaşmışlardı. Öyle ki; O’ndan sâdır olan her hareketi ve sözü, sebebini ve hikmetini öğrenmeye bile gerek duymadan, derhâl tatbik etmeye koyulmuşlardır. Onları takip eden Hak dostları ve sâlih kullar da O Habîbullâh’ın sevgisini baş tâcı etmişler; O’nunla her an beraber olabilme sevdası ile sünnet-i seniyyeye bağlılığı nesilden nesile teselsülen aktaragelmişlerdir.

İslâm tarihi tetkik edildiğinde; siyasî gidişâtın, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbet, tâzim ve bağlılığın seviyesi nisbetinde muhteşem ve istikrarlı olduğu görülecektir. Nitekim İstanbul’a gelip, bir camide ikindi namazının sünnetini edâ eden halkı gören bir Arap âlimi;

“İşte bu milletin kavuştuğu nimetlerin sırrı, sünnet-i seniyyeye olan bu bağlılıklarıdır.” der.

Bazen lâf olsun diye;

“Sünnettir; yapılmasa da olur.” kabîlinden, mânânın nereye varacağı düşünülmeden sözler söylenir. Kur’ân-ı Kerîm’in hayata aktarılması mâhiyetindeki, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mübârek sözleri ve fiilleri demek olan «Sünnet» nazar-ı itibâra alınmadan, din yaşanılamaz. Gerçi; müekked, gayr-i müekked ve zevâid sünnet olmasına göre, insanın mükellefiyeti farklılık arz ederse de; her sünnete riâyet etmek sevap kazandırır ve hafife almak da ağır mes’ûliyeti îcap ettirir. Bununla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azabı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7);

“Ey îman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allâh’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun.” (el-Enfâl, 24)… buyuruluyor.

«Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini» bildiren (Ahmed bin Hanbel, Müsned) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ümmetine şu vasiyette bulunuyor:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız: Allâh’ın «Kitâb»ı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün «Sünnet»i.” (Muvattâ, Kader)

Soğuk ve karanlık sokaklarda heder olan gençliğe; çocuğuna, Güney Amerikalı anarşistin adını koyan ebeveyne; en vahşî zulümleri irtikâp eden cânîlere; toplu taşıma araçlarında, nineler-dedeler ayakta, yorgunluktan kahırla sallanırken, onlara inat keyif çatan çocuklara, gençlere; «tüyü bitmemiş yetim»in hakkını yağmalayan soyguncuya-vurguncuya; mezun olduğu üniversiteye konferans için gelen aydınları konuşturmayan talebelere; komşusu ile münasebeti olmayan apartman sâkinlerine… velhâsıl; mukaddesleri tanımayan, âhireti unutup dünyaya perestiş eden kalabalıklara nasıl bir saâdet reçetesi sunulabilir? Nasıl bir şahsiyet kıvâmı örnek olarak gösterilebilir?

Ümmetine karşı fevkalâde merhametli ve şefkatli olan (et-Tevbe, 128) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; sonraki devirler için şu tembihte bulunuyor:

“Ümmetimin fesada gittiği zamanda; kim benim sünnetime sarılsa, ona yüz şehid sevabı vardır.”

Batılı seyyahların gıpta ile kaydettikleri huzurlu devirlerden sonra, elem verici bir zaman dilimini yaşamak mukadder oldu. Umûmiyet itibarıyla; kimsenin kimseyi tanımadığı; karşılıklı saygı ve sevginin dumûra uğradığı; güzelliklerin, görgünün, ilmin, liyâkatin ve fazîletlerin değerinin kalmadığı; içtimâî dayanışmanın kaāle alınmadığı; din ve îman mefhumlarının ağza alınmasından çekinildiği; haram-helâl, kul hakkı mefhumlarının akla gelmediği; kalplerin bencil ihtiraslarla taşlaştığı… cemiyetlere bir rahmet aşısı gerek. Yozlaşmış ruhların; Hakk’ı tebliğ için gittiği Tâif’te taş yağmuruna tutulup mübârek vücutları yara-bere içinde kaldığı hâlde;

“İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar…” diye hayır-duâ eden İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in fazîletler timsâli rûhâniyetinden feyz alarak yeniden dirilmesi lâzım. Harap olmuş gönüllerin;

“Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyen ashâb-ı kiram hazerâtının;

“Bu can bu tende oldukça Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım.” diyen Hazret-i Mevlânâların;

Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü

diye coşan Hazret-i Yûnus’ların aşk ve hasretleriyle îmâr edilmesine ihtiyaç var.

Hadîs-i kudsîde, güzel bir kul hakkında şöyle buyuruluyor:

“Allâh Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«… Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, Bence daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlaka veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.»” (Buhârî, Rikāk, 38)

Üstad Necip Fâzıl; mânâsız bir hayatı şöyle îkaz ediyor:

Sen, hiçliğe bakan yön!
Hep sıfır, arka ve ön!
Dosdoğru Kâbe’ye dön!
O’nun ümmetinden ol!

Ne saâdet; sünnet-i seniyyeye uyarak, O Varlık Nûru’nun ve Allah Teâlâ’nın sevgisine mazhar olan ve O -celle celâlühû-’nun emânına giren bahtiyar kullara.