ZAMAN VE MEKÂN

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

“Hey gidi eski günler, hey!” diye hayıflandığımız az mıdır? Ya;

“Bundan on sene kadar önce falanca yerde falanca arkadaşlarla ne kadar güzel günler geçirmiştik” dediğimiz? Yahut;

“Yirmi yıl önce falanca yer böyle miydi canım? Her yer park ve bahçeydi. Cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle doluydu!” diye tepki verdiğimiz?..

Kurduğumuz bu cümlelerle özlediğimiz şeyin mekânlar olduğunu sanırız. Meselâ, İstanbul’dan ayrılmış olanlarımız;

“İstanbul’da geçirdiğimiz o yıllar ne kadar güzeldi. Hiç kıymetini bilememişiz!” derler. Peşinden başlarlar İstanbul hâtıralarını yâd etmeye:

Bahar mevsiminde Üsküdar sahili, Salacak… Vapur seslerine karışan martı sesleri… Fethipaşa’da açmış erguvanlar… Öğle ve ikindi vakitlerinde İskele ve Yeni Vâlide Camilerinin karşılıklı ezanları… Açık havada Çamlıca manzarası… Kuzguncuk’ta akşam vakti… Karşı sahilde Ortaköy Camii, Çırağan ve Dolmabahçe Sarayları… Yanda rengârenk ışıklarıyla, cıvıl cıvıl Boğaziçi Köprüsü… Bu sahilde her biri farklı bir güzellik barındıran Beylerbeyi, Mihrâbâd, Küçüksu, Kanlıca, Çubuklu, Beykoz… Karşı sahilde Yeniköy, Emirgân, İstinye, Bebek, Beşiktaş… Ya Kadıköy’den hareket edip köpükler saçarak yol alırken denizde iz bırakıp giden bir vapurun güvertesinde gittiğimiz adalar… Ufukta gittikçe küçülen mehîb Ayasofya ve zarif Sultanahmet… Ve asıl İstanbul: Sur içi… Camiler, medreseler, saraylar… Kavrulmuş kahve kokan Mısır Çarşısı, hummâlı bir uğraş içindeki Kapalı Çarşı… Hepsi bu kadar mı? Tiyatrolar, sinemalar, konserler, üniversiteler, kütüphaneler, kültür merkezleri… İstanbul, biraz da bunlar demek!

Özlemi azıya alanlar daha neler anmaz:

Ağustos’un ortasından itibaren dökülmeye başlayan yapraklar, günlerce süren yağmurlar, hattâ bıktırıcı trafik çilesi, yorgunluk, bıkkınlık, stres…

“Herkesin şikâyet ettiği, ama gelenin bir daha ayrılıp gidemediği bir şehirdi; ben neden ayrıldım!” derler…

“Hiç değilse lâyıkıyla değerlendirebilsem, güzelliklerinin farkına vararak yaşayıp da tadını çıkarabilseydim!” diye yakınırlar…

Hayat meşgalesine kapılıp bu hârikulâdelikleri hissetmeden vakit geçirdiklerine yanarlar…

Zannederler ki, özledikleri şey, saydıkları bu mekânlardır! İstanbul’a dönüverseler yine her şey eskisi gibi olacaktır! Yine Üsküdar sahilinde, Beykoz’da, adalarda, Emirgân’da, sur içinde gezerken daha önceki tecrübelerini yaşayacaklar, aynı duyguları hissedeceklerdir…

Heyhât, aziz okuyucularım, heyhât! Bu bedbahtların beklentileri ne kadar boş bir kuruntudur! Eskilerden bir «lâ edrî»nin tabiriyle:

Zehî tasavvur-ı bâtıl, zehî hayâl-i muhâl!

Ancak onların böyle bir beklenti içinde olmalarını mazur görmek lâzımdır. Çünkü özlemini çektikleri şeyin mekân olduğunu sanıyorlar! Asıl özlediklerinin belli bir zaman ve o zamanda yaşadıkları tecrübeler ve hissettikleri duygular olduğunun farkında değiller! Yani onlar, aslında hâtıralarını özlüyorlar. Hani bir şarkı güftesinde deniliyor ya:

Tez geçse de her sevgide bin hâtıra vardır
Sevdâ denilen şey, yaşanan hâtıralardır!

Hâtıralar hatırlanırken güzeldir. Ancak, onları tekrar aynıyla yaşamak muhaldir. Nitekim bu kişiler; evlerini yükleyip İstanbul’da eskiden oturdukları semte taşınsalar, aynı sokak ve hattâ aynı evde otursalar, aynı komşularla komşuluk etseler, aynı bakkaldan ekmek alsalar, yine beklentileri gerçekleşmeyecek, her şey eskisi gibi olmayacaktır! Çünkü köprünün altından çok sular akmış, zaman birçok şeyi değiştirmiş olacak, hiç hesap edilmemiş engeller çıkacaktır:

Çocukların kendileriyle birlikte büyüyen problemleri, onların okumak ve çalışmak için ayrılıp gitmeleri… Beklenmedik hâdiseler, ağız tadını kaçıran olaylar, birdenbire bastıran ihtiyarlık… Allah göstermesin, sağlık problemleri, geçim sıkıntısı…

Bu aksiliklerin hiçbiri olmadı diyelim. Bahsini ettiğimiz kişilerin beklentileri yine gerçekleşmeyecektir! Çünkü zaman, bir daha geri çevrilemediği gibi zamanın bir diliminde meydana gelen bir vak’a veya hissedilen bir duygu da bir daha geri çevrilemez. Bir sevincin paylaşılması, bir güzelliğin fark edilmesi, bir buluş veya sanata hayranlık duyulması, bir ideale gönül verilmesi, yaşanan bir coşku, hissedilen bir şevk… Bunlar, yaşandıkları âna hastırlar. Bir daha yenilenemezler!

“Efendim, ben; «Çanakkale Şehitlerine» şiirini her okuyuşumda Çanakkale Savaşları’nın yapıldığı günlere giderim… Süleymaniye Camii’nde her namaz kılışımda aynı ihlâsı yakalarım…

Gelse o şûh meclise nâz u tegāfül eylese

şarkısını her dinlediğimde aynı şekilde hislenirim…” diyenlere inanmayın, değerli okuyucularım! Bunlar bir sanat eseri veya herhangi bir güzellik hakkında farklı zamanlarda hissettikleri duyguları birbirine benzetiyor, birbirine yakın şevkler duyuyor, birbirini andıran heyecanlara kapılıyorlar, fakat ayrımına varamadıkları için hepsini aynı sanıyorlar… Çünkü her an özeldir. Her bir anda yaşanan olaylar ve hissedilen duygular da özeldir. Kadîm Grek feylesoflarından birine ait şu meşhur söze hak vermemek elde değildir:

“Bir nehirde iki defa yıkanamazsınız! Çünkü ikinci defa nehre girdiğinizde ne su demin yıkandığınız sudur, ne de siz deminki sizsinizdir. Her ikinizde de değişiklik olmuştur!”

“Efendim, ben; eskiden şevk ve heyecan duyduğum işleri, -yaptığım andaki hislerimin derecesinin yüksekliğine ve düşüklüğüne aldırış etmeksizin- bugün de yapmak, eski hâtıralarımı imkân ölçüsünde yeniden yaşamak isterim. Süleymaniye Camii’ne her gidişimde gönül ufkumda aynı derecede inkişaflar olmasa, bazen biraz fazla, bazen biraz düşük olsa da aramaz, ben yine de oraya giderim.” diyerek yelkenleri suya indirenlere diyeceğim bir şey yok. Eğer -Allah korusun- daha önce sözünü ettiğimiz aksilikler olmazsa onlar, -eğer özlüyorlarsa- eskiden yaşadıkları mekânlara gidip hâtıralarını yeniden hayata geçirmeyi deneyebilirler. Ancak hâtıralarının aynıyla yeniden hayata dönüşeceği, eski hislerinin aynıyla yüreklerinde çarpacağı hevesine kapılmamak kaydıyla… Çünkü bu mümkün değildir! Zamanın bir diliminde yaşananlar onunla birlikte geçip gitmiştir. Geçen zaman; geri getirilemediği gibi, onlar da bir daha geri getirilemez.

Allah -celle celâlühû- neden zamana yemin ediyor? Çünkü geri dönmüyor. Bu sebeple de değeri bilinmediğinde insanın hüsranına sebep oluyor.

Şu âna kadar değerlendiremediğimiz, dolayısıyla hüsran içinde olduğumuz zamanlar muhakkak olmuştur. Artık onlar gelip geçti. Şimdi önümüze bakmalıyız. Ömür sermayesi bütünüyle bitip; tamamıyla hüsrana uğramadan, önümüzdeki zamanın kadrini bilmeliyiz. Millî şairimiz Mehmed Âkif’in bir Arap şairinden tercüme ettiği beyit hepimizin şiârı olmalı:

مضى فات والمؤمل غيب
فلك الساعة التي أنت فيها

Geçen geçmiştir artık, ân-ı müstakbelse mübhemdir,
Hayâtından nasîbin, bir şu geçmek isteyen demdir.