GİBİ

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Eğitimde reform, Fatih projesi, akıllı tahtalar, tablet bilgisayarlar tartışılırken, Ârif Nihat ASYA Hoca’nın «Gibi» başlıklı yazısını yeniden okuyorum.

“Yoluna girmiş nice işler, şimdi soğuk su katılmış aş gibidir.

«Hız» derken, «haydi» derken, «marş» derken; yürüyüşümüz yine kaplumbağa kadar yavaş gibidir.

Kumpanyada, şirkette, sofrada ortaklar hâlâ omuzdaş gibidir.

«Barış… Barış…» diye bayraklar astık, bayramlar yaptık. Nihayet anlayabildik ki, barış da savaş gibidir.

Tilkinin kuyruğu ne uzar, ne kısalır. Artmak bilmeyen maaş gibidir.

Nice birbirini anlamayan, dinlemeyenler; ele-güne karşı sarmaş dolaş gibidir.

Omuzdaş, yoldaşını nasıl korumasın ki; kaşının altında göz, gözünün üstünde kaş gibidir.

Obur, hâlâ doymak bilmez; karnı çöplük, ağzı faraş gibidir.

Apartmanlar sefertası gibi kat kat çıkarken, yoksulların barınağı salaş gibidir.

Gûyâ Ali söyler, Veli reddeder. Hakikatte Ali ile Veli adaş gibidir.

Yapraklar, sahifeler, sütunlar sabunsuz tıraş gibidir. Ve sözler, sazlar, yazılar; afyonu alınmamış haşhaş gibidir.

Şu siyaset adamları; haritada boyalarla, çizgilerle oynayan nakkaş gibidir. Üçler, beşler, onlar toplantısında hak; Ankā ile adaş gibidir.

Söz dinlemeyen, disipline uymayan dik kafalılar; ütü tutmayan kumaş gibidir. Tatlı söylemeye çalışırım olmaz; arada bir kelime, bazen pilâv yerken diş kıran taş gibidir.”

Ârif Nihat ASYA; kavga etmeden, küfür etmeden, devrinin ahvâlini, belki de devrimizin ahvâlini anlatıyor. Az sözle bir devrin romanı gibi…

Yıllar öncesine gidiyorum. Bir devirde biz de çocuktuk. Bizden önce yetişen Ahmet KABAKLI Hocalar, İlhan Bardakçılar, Mehmet Kaplanlar da çocuktu.

Akıllı tahtaların, tablet bilgisayarların olmadığı bir devirde yetişmiştik. İlk öğretmenlerimiz; dedelerimiz, ninelerimiz, annelerimiz, babalarımız, komşu teyzelerimizdi. Onlardan; masallar, kıssalar, hikâyeler dinlemiştik. Gözlerimizin içine bakarak anlatırlardı. Heyecanı, neşeyi, hüznü farkına varmadan yaşardık. Evimizin, okulumuzun bahçesinde doya doya oynardık. Ağaçlarla, çiçeklerle, kuşlarla, kedilerle, köpeklerle arkadaş gibiydik.

Öğretmenlerimizi hatırlayalım. Dikkatleri, ilgileri, sevgi dolu bakışları hâlâ hâtıralarımızın arasında unutulmadan yaşıyorlar. Büyüklerimizin, öğretmenlerimizin o devirde yetiştirilmelerinde bir proje yoktu ve onlar yetişmişti. Bu yetişmedeki mânâyı anlamadan, hızla ilerleyen mekanik hayata adapte olmak biraz zor. Değişikliklerde, yeni projelerde isimler beni hep düşündürür. Başladığımız her işi, her projeyi; iyi niyetlerle, muvaffak olmak için yaparız. Küçük bir ihtimal de olsa, başarısızlığı da hatırdan çıkarmamak gerek. Bu noktadan hareket edersek, tarihî şahsiyetleri isim olarak verirken çok titiz olmamız gerektiğine inananlardanım.

Hızla ilerlemenin tehlikelerini düşünerek, zamanı iyi kullanmanın gerektiğini; yaşayarak öğrendik. Tecrübelerden istifade etseydik, hayatımızda «keşke»lere yer olmayacaktı. Okuduğumuz örnekleri, beğendiğimiz anda hayata geçirmeliydik.

Mesnevî’de, tutulan bir kuşun;

“Geçmişe pişman olma, içinde bulunduğun vaktin değerini bil, ömrünü pişmanlıkla geçirme.” şeklindeki uyarısı, ibret vericidir.

Birisi bir düzen kurar, kuşu faka bastırır. Kuş ona şöyle der:

“–A ulu hoca! Sen nice öküzler, koyunlar yemişsin, nice develer kurban etmişsin; hiçbir zaman onlarla doymadın. Benim bedenimle de doymazsın. Beni bırak da sana üç öğüt vereyim. İlkini elindeyken, ikincisini samanlı dama çıkınca, üçüncüsünü de ağacın üstündeyken vereyim.

Elindeyken söyleyeceğim söz:

«Olmayacak şeye kim söylerse söylesin, inanma!»”

Âzad olur olmaz, samanlı dama konan kuş; ikinci öğüdü verir:

“«Geçmişe gam yeme. Geçti, gitti diye hasret çekme!»

İçimde üç dirhem ağırlığında bir inci vardı. O inci, seni de oğullarını da devlete kavuştururdu. Kısmetin değilmiş inciyi kaçırdın.”

Adam âh u vah etmeye başlar. Kuş;

“Öğüt verdimdi. «Geçmişe gam yeme. Değil mi ki geçti, gitti. Ya öğüdümü anlamadın ya sağırsın.

İkinci öğüdümde; «Olmayacak şeye inanma, sapıklığa düşme!» demiştim. Ben, üç dirhem ağırlığında bile değilim. İçimde üç dirhemlik inci nasıl bulunsun?”

Üçüncü öğüdü soran adama şunu söyler:

“Uykuya dalmış bilgisize öğüt vermek, çorak yere tohum ekmektir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şey; artık yama tutmaz. Oraya pek hikmet tohumu ekme!”

Ben, bu hikâyeyi babamdan dinlemiştim. Dinlediğim zaman çocuktum. Yanlışlar yaptıkça, hikâye, hayatımda önem kazandı. Yalnız kıssalar, masallar, hikâyeler dinlememiştik. Güzel sesli komşu teyzelerden, radyodan türküler de dinlemiş, ezberlemiştik. Yetişkin olduğumuz zaman, türküleri anlamaya başlamıştık. Türkülerde hasret vardı, vatan vardı, hikmet vardı, ahlâk ve tecrübeler vardı, yalvarmalar-yakarmalar, sabır vardı…

Türkülerde bir milletin hayatı canlı canlı yaşardı. Kahramanlıklarını, yenilgilerini hissederdiniz. Türkülerden uzak kaldığımız zaman, kendimizi gurbette hissederdik. Yemen türküsünü dinlerken beraber ağlardık. Devrimizde aslından, makamından uzak türküleri dinlerken; kendimizi gurbette hissediyoruz.

Devrimizin hikâyeleri, bizi anlatmayan dizilere dönüşüyor. Bu dizilerle büyüyen çocukların hayatında, hangi güzellikler yer alacak? Bu dizilerle yetişen anneler; çocuklarına hangi masalı, hangi hikâyeyi duyarak anlatacak? Bir dizinin bir bölümünü -tahammül edebilirsek- seyretsek, bizi biz yapan değerlerle ilgili kaç misal bulabiliriz?

Bizim yetiştiğimiz çocukluk günlerinde; bugün yolda, sokakta, evlerde gördüğümüz şiddet olayları yoktu, desem yeridir. Geçimsizlikleri duyardık, kimse şiddete meyledemezdi. Toplumun baskısı, demeyelim; toplumun içindeki yerleşik kuralların içinde şiddete yer verilemezdi. İstanbul’da olduğum yıllarda; Salacak Canavarı’nın hikâyesi, günlerce basında yer almıştı. Bugün basında yer alan haberleri okudukça; «Çare, çare…» diye sayıklıyoruz.

Okullardaki kavgaları; akıllı tabletler, akıllı tahtalar önleyebilecek mi?

Bana sorarsanız, önce bütün çocuklara ve gençlere birer saz dağıtır, onlara türkü söyletecek öğretmenler yetiştirirdim. Sonra da bu konuda düşünenlerin projelerini değerlendirmeye çalışırdım.