ZAMAN VE İNSAN

Hadi ÖNAL hadional@mynet.com

İnsanoğlu için nedir zaman?

Kimilerine göre uzun, kimilerine göre kısa; dönüşü ve tekrarı imkânsız hayat yolu. Tabiî bu başsız ve sonsuz mücerret kavramın, bilinen boyutu… Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan, akıl ile donatılan insan; kendine göre yorumlamış, dilimlemiş, adlandırmış bu mücerret kavramı. «Milât» demiş, «asır» demiş, «yıl» demiş; sonra dönmüş yılın gösterdiği değişikliklere bakarak «mevsim» demiş. Yetmemiş mevsimleri aylara; ayları haftalara bölmüş. Güneşin doğuşu ile batışı, onu yeni adlandırmalara zorlamış olacak ki bu defa da günü, saati, dakikayı, saniyeyi bulmuş. Sonra bir koşudur tutturmuş, tutmak, hiç değilse de at başı birlikte olmak için zamanla; ama nafile! Bazen hızlı bazen yavaş; bazen bir rüzgâr gibi esen, bazen su gibi akan zamanı ne tutabilmiş, ne de ardından yetişebilmiş. Zaman; sırrını, gizliliğini muhafaza ederek hep sır kalmış. Âlemi keşfeden, atomu parçalayan, genetik kodlamaları çözmeye çalışan insanoğlu; sıra zamana gelince ona söz geçirememenin burukluğunu yaşamış sonra dönmüş;

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında…

deyivermiş.

Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz-gece…

diye tutturduğu türkü bakmış çok uzadı; o zaman da şeker yapmış zamanı, katmış çayına:

Karıştır çayını zaman erisin,
Köpük köpük duman duman erisin.

demiş. Bilene, anlayana her bir ânı dahî dünyanın en kıymetli hazinelerinden daha değerli olan zaman; hikâyelere, romanlara konu olmuş, olaylara ve durumlara yön vermiş, şiirlerde satır aralarına gizlenerek hasret olmuş, özlem olmuş, dert olmuş.

Peki, durdurulması, geriye döndürülmesi imkânsız olan zamanı gerçekten yakalamak kābil değil mi? Haydi diyelim yakalayamadık, onunla birlikte, onunla barışık yaşamaya engel bir hâl var mı? Ah çekmeden, eyvahlanmadan, keşkelere yer vermeden onu değerlendirmek; hattâ onu iç güzelliklerimizle bezeyerek geleceğe taşımak;

“Oh be! O, beni maddeten yıprattı ama ben onu mânen yendim.” diyebilmenin hazzına varmak çok mu zor insan için?

Karamsarlığa gerek yok. Bütün mesele, zamanı kontrol altına alabilmekte; işte o zaman varsın zaman önümüzde koşmaya çalışsın, dizginleri elimizde olur ya! Peki, nasıl başaracağız bunu? Öncelikle ve özellikle bir ânını dahî boşa geçirmeyerek, onu gereksiz ve anlamsız işlerde tüketmeyerek.

An dedim de aklıma geldi. Sahi an nedir? Zamanın en küçük dilimi… Bir de ânı yaşamak var. Çok sık duyarız bu sözü. Peki, ânı yaşamak nedir? Her şeye boş verip gününü gün etmek mi? Hayır, ânı yaşamak; geleceği düşünerek hareket etmektir. Birtakım değerlere sahip çıkarak güzelliklere kulaç atmaya karar vermektir. Hayallere, umutlara, başarılara yürümektir.

“Hiç ölmeyecek gibi ama yarın ölecek gibi hareket edebilmektir.” İlerleyen ömürde keşkelere yer vermemek için plân ve programlı olmaktır. Allâh’ın bize bahşettiği hayatı; ertelemeden, ötelemeden değerlendirebilmektir. Hayata gülümseyerek bakabilmektir. Yerine göre, hırsımıza gem vurup, öfkemize yenik düşmemektir. Ânın en gerçek ve en geçerli zaman dilimi olduğunun idraki içerisinde olabilmektir. Evet, ânı iyi değerlendirebiliyorsak, zamanla olan meselemizde de oldukça mesafe almışız demektir. Yarınlarda geriye dönüp baktığımızda;

“Keşke o günleri tekrar yaşayabilsem. Şunu şöyle, bunu böyle yapardım; hayatım çok daha farklı olurdu…” diye hayıflanan insanlardan olmamak için ânı; önünü, ardını düşünerek değerlendirmeliyiz.

Bana sorsanız; «En büyük savurganlık, anla başlayan zamanın israfıdır.» derim.

Gelin isterseniz sizinle, ele-avuca sığmayan şu zaman kavramı ile barışık yaşamanın hattâ onu lehimize kullanmanın yol ve yöntemlerini araştıralım:

Uyandık sabahleyin, gün ışımadan. Akıl defterimizde boş ve beyaz bir sayfa açtık. O gün yapılması gereken işlerin bir listesini yaptık. Ha unutmadan yapılması bize zor gelenleri ve öncelikli olanları listemizin başına koyduk. Sonra, sonrası kolay… Atlamadan, savsaklamadan «bismillâh» diyerek listemizdeki işleri sırası ile yapalım. Üşengeçliğe, bıkkınlığa, ertelemeye, ötelemeye yer vermediğimiz sürece; zamanı, avucumuzun içerisine almış oluruz. Bu söylediğim, zamanın bir günlük dilimini kendi lehimize çevirmenin yolu. Bu metodu; haftalara, aylara yıllara, ideal ve hedeflere göre de yapabilirsek… İşte o zaman, zaman bize eyvallah etmek zorunda kalır.

Peki, zamanı iyi değerlendirmek, onu kendi lehimize çevirmek amacı ile yapacağımız plânların dışında da yapacaklarımız var mı? Olmaz olur mu? Öncelikle kendimize güvenmeliyiz. «Bunun zamanla ne ilgisi var?» diyeceksiniz hemen. Var elbette. Çok isteyip de yapamadıklarımızın temelinde; «Ben bunu yapamam, beceremem, gücüm yetmez, kuvvetim kâfî gelmez, baş edemem…» gerçeği yatmıyor mu? O hâlde zamanla yarışta, kendimize güvenmemiz şart. Bizi hem fizik hem de ruh bakımından güçlendirecek olan olumlu düşünme de zamanla yarışta bize yardımcı olacaktır.

Zaman kıymetli elbette; onun kıymetini insan, yaşı ilerleyip sorumlulukları, beklentileri artınca daha fazla anlıyor. Çocukluk ve gençlik dönemlerindeki plânsız ve savruk yaşamanın muhasebesini yapıp maliyetini çıkarınca insan, eyvahlanıyor, keşkeler kafasında dans ediyor ama nafile! O hâlde işin başındayken, zamanın bizi oyuncak olarak kullanmasına müsaade etmemeli; zamanla oynadığımız her maçta sahadan galip ayrılmayı hedeflemeliyiz.

Bakın, Âlemlere Rahmet olarak yaratılan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadislerinde;

“Âdemoğullarına şunlar sorulmadıkça asla yerinden ayrılamaz.” buyuruyor. Peki, nedir bu sorular?

“Ömrünü nerede ve ne şekilde geçirdin?”,

“İlmin ile ne yaptın?”,

“Malını nerede kazanıp nereye harcadın?”,

“Bedenini nerede yıprattın?” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

Şimdi biz, bütün bu sorular karşısında zamanı suçlayabilir miyiz? «Yetişemedim, yetmedi!» diyebilir miyiz? O hâlde, gemileri yakmadan;

“İki günü eşit olan ziyandadır.” hadîsine sımsıkı sarılarak, gerekli tedbirlerimizi zamanında almalı; zamanı, zaman geçirmeden değerlendirme ve lehimize kullanabilecek şekle getirmeliyiz.