Kur’ân-ı Kerim’den Eğitim Prensipleri -5- LİSAN VE BEYAN -2-

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

TESİRLİLİK

Eğitimcinin lisanı tesirlidir. Hazret-i İbrahim’in Nemrut’u susturuşu gibi, ilzam edicidir. Peşin fikirlerden uzaklaştırıp, düşünmeye sevk edicidir.

Malûm olduğu üzere, Nemrut, iki esirden birini katlettirip, birini affederek, kendisinin de bir ilâh gibi öldürüp dirilttiğini iddia eder. Hazret-i İbrahim, bunun sadece bir mugalâta / demagoji olduğu üzerinde ısrar edip cedele / polemiğe girmez.

“Rabbim, güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getir bakalım!” der ve kâfir sus-pus olur! (el-Bakara, 258)

Önce ilzam sonra mantığın zarurî neticesi olarak itirafa mecbur edişe bir başka misal:

“(Rasûlüm!) De ki:

Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?

De ki: Allah!

O hâlde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir.” (Sebe’, 24)

CİDDİYET VE NEŞE…

Eğitimci ciddîdir. İstihzâ ve lâubâlîlik cahillik alâmetidir. Hazret-i Musa, Cenâb-ı Hakk’ın bir sığır kesme emrini kavmine ilettiğinde, onlar lâubâli bir şekilde;

“Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Hazret-i Musa ise;

«Ben cahillerden olmaktan Allâh’a sığınırım!» buyurdu. (el-Bakara, 67)

Latif latîfeler yapmak, bundan farklıdır. Îman ve hidâyet, muhabbet işidir. Muhabbetin neş’et etmesi için biraz da neşe lâzımdır.

Korku; uyarır, silkeler. Sevinç; cezbeder, yakalar.

Her zaman âhiret tefekkürü ve hüznü içerisinde, fakat en güzel çiçeklerden daha mütebessim olan Efendimiz de; yerinde, hakikati örselemeyen latîfeler, neşeli sözler sarf etmiştir.

Fakat dînî mevzularda tuhaf espriler yapmak, ayıplı fıkralar üretmek latif de değildir, latîfe de değildir.

Latîfeden anlamak da önemlidir. Hazret-i Süleyman; muazzam ordusuyla geçtiği karınca vadisinde, karıncanın arkadaşlarını ikaz ederken kullandığı târizi tebessümle karşılamış, şükür ve duâya vesile bilmiştir. Karınca orada, azametli ordunun, büyüklenme duygusuna kapılmamasını ihtar ediyor; “Aman karıncalar, yuvalarınıza girin! Süleyman ve ordusu farkına bile varmadan sizi ezmesin!” diyordu. (en-Neml, 18-19)

YUMUŞAK MI SERT Mİ?

Tebliğcinin sözü yumuşaktır. Sertlik, iticilik, uzaklaştırıcılık içermez. Firavun’a gönderilen Hazret-i Musa ve Harun’a yumuşak söz söylemeleri hatırlatılmış ve yumuşak sözün tezekkür ve haşyete vesile olabileceği bildirilmiştir. (Tâhâ, 44)

Sert söz, karşı tarafın inadını kamçılayıp, cüretini artırırken; yumuşak söz haşyeti uyandırabilir.

Peygamberlerin kavimlerine hitapları, tevâzu ve şefkat içindedir:

“Ey kavmim! Ben de sizden biriyim.” (Bkz. el-Bakara, 151; el-Mâide, 20; et-Tevbe, 128; Yûnus, 16; eş-Şuarâ, 106, 124, 142, 161), “Vahye mazhar olmam dışında sadece bir beşerim.” (İbrâhîm, 11; el-Kehf, 110; Fussılet, 6), “Sizin adınıza endişe ediyorum. O büyük, o muazzam, kapsayıcı feryat-figan gününün azabına uğramanızdan korkuyorum!” (el-A‘râf, 39; Hûd, 3, 26, 84; Meryem, 45; eş-Şuarâ, 135; el-Mü’min, 30, 32; el-Ahkāf, 21)

Kâfirlerin putlarına sövmek, dolaylı olarak onların da Allâh’a sövmelerine yol açar. Bu sebeple yasaklanmıştır. (el-En‘âm, 108)

Ancak, şiddetli ifadeler de yeri geldiğinde ihtiyaçtır. (et-Tevbe, 73) Tebliğin bir tarafı inzar ve ikazdır. (el-Mâide, 19; el-A’râf, 188; Hûd, 2) Sert ifadeler, duygularda netliği sağlar:

“Ebû Leheb’in elleri kurusun!” (Mesed, 1)

“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, cehennem odunusunuz!” (el-Enbiyâ, 98)

Müşrikleri son derece öfkelendiren son ifade, tam da, kâfirlerin; “Sen putlarımıza ilişme, biz de sana ilişmeyelim!” şeklindeki anlaşma tekliflerini gündeme getirdikleri dönemde nâzil oldu. (Bkz. el-Kalem, 9; Hûd, 12, 112-113)

Bu silkindirici ve safları netleştirici ifadeler dışında, Cenâb-ı Hak, kötü vasıfları sâbitlemez. Bu sebeple, çok sayıda kullandığı;

“Ey îmân edenler!” hitabına mukabil, “Ey inkâr edenler” yerine, birkaç istisnâ (et-Tahrîm, 7; el-Kâfirûn, 1) dışında “Ey insanlar!” (el-Bakara, 21; en-Nisâ, 1, 170, 174; Yûnus, 23, 104, 108; el-Hac, 73 vb.) ifadesini tercih eder. Çünkü, menfî vasıflarla yaftalamak, o vasfı o kişiye giydirmek ve sevdirmekle neticelenir. Halk irfanı; «Kırk kere söyleyince olur.» diye buna işaret etmiştir. Menfî vasıftaki muhataplar hidâyete namzettirler, ıslah olmaya adaydırlar. O sebeple nötr vasıflarla hitap daha uygun olur. (Bkz. et-Tevbe, 120; Kureyş, 1-4)

Netice/âkıbet zikredilirken ise, vasıflar öne çıkar. Kim, hangi karşılığı bekliyorsa; onunla alâkalandırılan vasıflara sarılmalıdır. (el-Bakara, 27-28; et-Tevbe, 67-68, 71-72; el-Mü’minûn, 1-11; el-Ahzâb, 35; vb.)

Mü’minler arasında da organizelerde; disiplin için, tavizsiz ifadeler, ciddî tavırlar lüzumludur. Hazret-i Süleyman, teftişi esnasında Hüdhüd’ü göremeyince tehditkâr bir üslûp kullanır. (en-Neml, 20-21) Hüdhüd orada olmadığına göre, sert sözler biraz da diğerleri içindir. Hüdhüd gelip, mazeretini bildirdiğinde de, Hazret-i Süleyman; “Doğru söyleyip söylemediğini göreceğiz!” der. (en-Neml, 27) Bu üslûp, idarecilikle ilgilidir.

Peygamber Efendimiz, vazifesinin başında Cenâb-ı Hak’tan hususî olarak şunu niyaz etmiştir:

Vazifesi esnasında insan olmak hasebiyle gazaplanarak sarf edebileceği ağır sözler, buna lâyık olmayan mü’minler hakkında rahmete dönüşecektir. (Bkz. Müslim, Birr, 88-97)

Bu arzu, zarâfet timsali Efendimiz’in ne kadar hassas olduğunu ifade etmekle beraber, bize şu hususu da hatırlatır:

Organizeleri çekip çevirenler; insan hâlet-i rûhiyesinin icabı olarak, yüksek tonda, ağır, silkeleyici hitaplar kullanabilirler. Cephede, bir sohbet meclisindeki yumuşak hitap yersizdir. Orada netlik gerekir. Muhataplar bunun şuurunda olmalı, selim bir gönülle bu tür hitapları şahsîleştirmemelidir.

Sözün bu vasıflarından hangisine nerede ağırlık verileceği ayrı bir maddeyi gerektirir:

Muhataba, şartlara, ahvâle uygunluk, yerindelik. (el-Bakara, 235; en-Nisâ, 5, 8; el-Ahzâb, 32)

Bunu tespit edebilecek de îman firâseti, meslek tecrübesi…

Hazret-i Yâkub’un, Hazret-i Yûsuf’u kıra göndermemek için söylediği kurt bahanesinin, çocuklarına akıl olması; sözün muhataba göre söylenmesi konusunda tersinden bir misaldir. (Yûsuf, 13)

DOLAYLI VE DİREKT…

Sözün direkt muhataba söylenmesi yahut dolaylı bir şekilde, îmâ, târiz, temsil yollarıyla ifade edilmesi de, muhatabın şart ve durumuna göre belirlenmelidir.

Genellikle, yüz-göz olmamak, utandırmamak gibi sebeplerle îmâlı anlatım tercih edilmektedir. Bazen de bir bakışla çözülecek bir mesele, yerin dibine geçirecek bir doğrudan ikazla ifade edilebilmektedir. Hâlbuki sivrisinek vızıltısından saz eserleri duyabilen bir kişiye, paldır-küldür ikazlar yapılmamalı; davul ve zurnalı îmâlardan hiç üstüne alınmayanlara da doğrudan hitap edilmelidir.

Dolaylı anlatım, umumî hitaplarda daha etkilidir. Kıssalar, dinleyenleri kendilerini kahramanların yerine koymaya sevk eder. Anlatıcının kendi üzerinden anlattığı yaşanmış hikâyeler, hem örneğiyle karşı karşıya bulunmak hem de dolaylılık sebebiyle etkili olur. Hazret-i İbrahim’in; ay, güneş ve yıldızların mâbud olamayacaklarını anlattığı üslûp bunun güzel bir misalidir. (el-En‘âm, 75-79)

Bu üslûbu; Kur’ân’da önceki kavimlerle arasında geçenleri anlatarak bizzat Allah Teâlâ da kullanmakta, başta Efendimiz devrindekiler olmak üzere, kıyâmete kadar gelecek her insan ve topluluğa, nasıl muamele edeceğinin dolaylı mesajlarını bu sûrette vermektedir.

Söyleyecek sözü olanlar için, Sözlerin En Güzeli’nde daha nice prensip saklıdır.