ÜZÜLME, ANNEN İYİLEŞECEK!
Handenur YÜKSEL
Seyyid Abdülhay (ÖZTOPRAK) Hazretleri 1886 yılında İstanbul’da doğdu. Babası, Kaygusuz Baba Dergâhı postnişîni Seyyid Mehmed Sürûrî Efendi’ydi. On bir yaşında hâfız-ı Kur’ân olan Abdülhay Efendi, 21 yaşında Zeyrek’teki Ümmü Gülsüm Camii’ne imam tayin edildi. Şer‘î ilimler tahsilinden sonra Nakşî meşâyıhından Gümüşhânevî Dergâhı Şeyhi İsmail Necati Hazretleri’ne intisab etti, seyr u sülûkünün ardından icâzet aldı, halîfesi oldu. Arapçası mükemmeldi, Farsçaya Mesnevî-i Şerîfi şerh edecek derecede hâkimdi. 1953’te Yahya Efendi Dergâhı imamlığı ile görevlendirildi. 1961 yılında 75 yaşında iken vefat eden Abdülhay Efendi, Yahya Efendi Dergâhı hazîresinin kıble tarafında medfundur.
***
Abdülhay Hazretleri’nin müntesiplerinden Yektâ DÜMER Bey’in annesi, ciddî bir hastalık sonucu komaya girmiş; aile hekimleri, tıbbın ölçülerine dayanarak artık hiçbir ümit kalmadığını ifade etmişlerdi. Günlerden Cuma idi, dergâha koşmak, Efendi Hazretleri’nin sohbetiyle feyiz ve teselli bulmak istiyordu. Durumu eşine söylediğinde şu karşılığı almıştı:
“–Beşiktaş uzak bir yer, annenizi bu durumda bırakıp nasıl gideceksiniz?”
Bâyezid ile Çırağan arasında tramvay hızı ile cidden büyük mesafe vardı. Uzaklaşır da, annemin ölümünde yanında bulunamam endişesi ile dergâha gitmemeyi düşündü. Fakat yanından ayrıldığı iki dakikalık bir zaman içinde bile emr-i hak vâkî olabilirdi. Kaderin hükmüne bağlanıp yola çıktı. Dergâha gidip Cuma’yı kıldıktan sonra şeyhinin ellerini öptü. Abdülhay Efendi, kısa bir sohbetten sonra yine annesinin sağlığını sormuştu. Ağlayarak durumunu arz etti… Efendi Hazretleri kısa bir tevakkufun ardından;
“–Oğlum, Şâfî-i hakikî O’dur, O’nun lutf u keremi boldur, sevindirmesi çoktur. Üzülme, mütevekkil ol, inşâallah eve döndüğün zaman anneni iyileşmiş bulursun.” müjdesini verdi.
Huzurlarından ayrıldıktan son-ra; «Acaba, işaret olunan iyilik, ölmeden önce bir defa daha dünya gözüyle görmek, helâlleşmek için mi?» diye düşündü. Evinin kapısına vardığında yüreği hızla çarpıyordu. Merdivenlerin son basamaklarını tırmanırken annesinin odasından konuşmalar duydu. «Misafir gelmiş olmalı.» diye mırıldandı. Fakat odanın kapısını açtığında gözlerine inanamadı. Annesi yatağının içine oturmuş, karşısındaki iskemleye yerleşen âhiret kardeşiyle sohbete dalmıştı. Şifâ şüphesiz Allah’tandı; ama annesi, Abdülhay Efendi’nin iltimâsı ile şifâya kavuşmuştu.1
SAVAŞ, ÇOKLUKLA KAZANILMAZ!
Pederi Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın Bursa’da kurduğu medreseyi geliştiren, ayrıca yeni bir tanesini daha tesis eden ve ulemâya ziyadece hürmetkâr bir hükümdar olan Sultan I. Bâyezid (Yıldırım) 1354’te doğmuştu. Bursa’da yaptırdığı Ulu Cami’nin yanı sıra, Anadolu ve Rumeli’de birçok hayır eseri inşâ ettirmiş; bilhassa Uludağ’ın eteklerinde yaptırdığı dârüşşifâyı Mısır’dan getirttiği hekim Şemseddin’in idaresine vermişti. Yıldırım Bâyezid; ayrıca Amasya, Sivas, Kastamonu ve Konya dârüşşifâlarının geliştirilmesine de çalışmıştı. Niğbolu’da (1396) Macar ve Venedik ordusunu büyük bir bozguna uğratan bu büyük Osmanlı padişahı; 1402’de Timur’la yaptığı savaşı, ordusu içindeki bazı grupların ihânetine uğrayarak kaybetmesi neticesinde esir düşmüş; 8 Mart 1403’te, esaret altında iken vefat etmişti.
***
Timur; savaş öncesi Sultan Bâyezîd’e sık sık mektuplar gönderiyor, böylece Hünkâr’ın mâneviyâtını bozmak istiyordu. Son mektuplarından birinde; ordusunun kalabalık oluşundan söz ettikten sonra, Osmanlı ordusundaki hıristiyan askerlerin varlığını tenkit etmişti.
Sultan Bâyezid, cevabî mektubunu yüksek bir padişahlık vasfıyla kaleme almış, her iki suale de ikna edici ve susturucu cevaplar vermişti:
“Askerinizin kesretli bulunması ve bizim askerimizin ekserî kâfirzâde olması bahsine gelince; onda ayıp yoktur, ashab ve ensârın cümlesi öyle idiler. Nâ-müslim (müslüman olmayan) evlâdının insaflıları, müslim evlâdının insafsızlarından hayırlıdır. Galebe ise askerin kesret ve kılletiyle (çokluğu ve azlığıyla) değildir.
İşitmişsinizdir ki; ceddimiz Ertuğrul Gazi, Alâeddin Selçukî’ye galip gelmiş olan on binden ziyade Tatar atlısına altı yüz süvari ile hücum ederek muzaffer olmuştur. Galebe ve mağlûbiyetin ikisi de sünen-i evliyâdandır.
Sivas’a taarruz ile nâmus-i İslâm’ı yıkıp parçalamanız üzerine bilmem ki ne söyleyelim?
Birtakım hüccetlerin îrâdından maksûdunuz (bu delilleri ortaya atmanızdaki maksat), kendinizi ta‘n ve târizden (kınama ve sitemden) kurtarmaktır. Yoksa Arabî ve Fârisî, sizden ne kadar mektup geldiyse, hiçbiri azametfuruşluktan (kibir, kendini beğenmişlik) başka bir mânâyı göstermemektedir. Sıfat-ı celâdet, her padişahta mevcuttur. Bu kadar tekebbür iyi bir şey değildir.
Şunu biliniz ki; şimdiye kadar Âl-i Osman’dan hiçbiri, düşmanını temelluk (dalkavukluk) ile def etmemiş, hileyi ihtiyar etmemiştir. Herkesin iyiliği ve kötülüğü, hilkatine râcîdir (yaratılışı icabıdır).”2
ÖLÜMDEN KORKUP SAKLANMAK, ALÇAKLIK!
Hâfız Abdülezel Paşa; 1815’te Konya’nın Hâdim ilçesinde doğdu, hâfız-ı Kur’ân’dı. 16 yaşında iken orduya er yazılıp kısa sürede subaylığa kadar yükseldi. Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın emrinde savaşmış bir kumandandı. Savaş sonrası göğsüne «Plevne Kahramanlık Madalyası»nı devrin padişahı Sultan II. Abdülhamid bizzat takmıştı. 1885’te paşalığa yükselen Hâfız Paşa, 1898’de 83 yaşında iken Yunan savaşı sebebiyle Teselya cephesine gönderilmişti. Harbi dürbünle seyreden Paşa; 17 Nisan 1898 günü muharebenin kızgın bir ânında düşmanın attığı kurşunlardan birine hedef olarak şehâdet şerbetini içmişti.
***
Osmanlı Devleti; 18 Nisan 1898 günü, resmî bir tebliğle muharebenin bütün sorumluluğunun Yunan hükûmetine ait bulunduğunu bildirerek Yunanistan’a savaş açmış, böylece harp başlamıştı. Harbin «Milona Muharebesi» olarak isimlendirilen bölümü çok kanlı geçmiş, aralıksız 28 saat sürmüştü. Osmanlı askeri; bu süre içinde bir lokma ekmek yememiş, devamlı silâh atmıştı. Mirlivâ Hâfız Abdülezel Paşa, savaş sırasında kendisine atından inmesini ve muharebeyi iyi korunan bir siperden idare etmesini söyleyen subaylarına şöyle cevap vermişti:
“–Şimdiye kadar bulunduğum çeşitli muharebelerde atımdan inmedim, kıt‘amın başından ayrılmadım. Ölüm korkusuyla geri çekilmek ve ihtifâ etmek (gizlenmek) alçaklığını irtikâp etmedim. Bunca yıl sonra, yaşım kemâle ermiş ve devlete edeceğim hizmet sadece bundan ibaret kalmışken mi kaçıp saklanıp herkesi üzerime güldüreceğim!”
AMACIM, GARAZKÂRLARI SUSTURMAK!
1861’de Bursa’da doğan Mehmed Tahir Bey; Mülkiye Rüştiyesini bitirdikten sonra Bursa Askerî İdâdîsine yazılmış, aynı zamanda Haraççıoğlu Medresesine devam etmişti. Mehmed Tahir Bey; 1880’de Harbiye’ye girmiş, mezuniyetinin ardından askerî ve sivil çeşitli okullarda hocalık yapmış, bu sırada biyografi ve bibliyografi alanlarında pek çok eser telif etmişti. Ünlü ilim adamımız 1925 Ekim’inde vefat ederek, Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı hazîresine defnedildi.
***
Mehmed Tahir Bey, «Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri» isimli ünlü eserinin ön sözünde, bu kitabı yazmadaki amacını şöyle açıklamıştı:
“Maksadım, ayrıntılı bir Türk tarihi yazmak değil; bu kavimden yetişip ilim ve fen sahasında kıymetli eserler bırakan ilim ve maârif erbabının özlü bir şekilde bibliyografyalarını yazarak, Türkleri akıncı sınıfından kaba kahramanlar zanneden bir alay garaz sahibinin mânâsız fikirlerini reddetmek ve bu iddialarını çürütmektir.”3
_________________
1 M. Yekta DÜMER, Hak ve Hakikat Yolcularını İrşad, İstanbul, 1994, s. 238.
2 Ziya Nur AKSUN, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994, c. I, s. 82-83.
3 Yavuz UNAT, Bursalı Mehmed Tahir Bey, Ankara, 1995, s. 23.