«Le Saint Coran», Kur’ân’ın Bir Müslüman Tarafından Yapılan İlk Fransızca Meali

Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

MUHAMMED HAMÎDULLAH

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatıyla ilgili çalışmalarından dolayı Pakistan Devleti’nin kendisine lâyık gördüğü en yüksek dereceli hilâl-imtiyaz nişanını kabul etmiş, fakat para ödülünü İslâmâbad’daki İslâm Araştırmaları Enstitüsüne bağışlamıştı. Aynı şekilde Kral Faysal para ödülünü de almamıştı.

Muhammed Hamîdullah, yıllar önce İmam-Hatip Okulu talebelerine verdiği bir seminerde gençlere şu tavsiyede bulunmuştu:

“Bazı çevrelerin sizleri küçümsemesi ve ilgisiz kalması sizi asla üzmesin. Çünkü sizler, Allâh’ın en sevdiği insan olan Hazret-i Peygamber’in meslektaşlarısınız. O, mukaddes emâneti sizlere bıraktı. Sizler, Allâh’ın emânetine sımsıkı sarılınız ki, O’nun sevdiği kullar arasına giresiniz! Allâh’ın en sevdiği insanlar; O’nun dînini, yani O’nun emir ve yasaklarını duyuran, tebliğ edenlerdir!”

ÖLÜMÜNE KADAR VATANSIZ YAŞADI!

Muhammed Hamîdullah, 1908 Şubat’ında Hint alt kıtasındaki Haydarâbad şehrinde dünyaya geldi. Babası, Haydarâbad Nizamlığının baş müftülerinden Ebû Muhammed Halîlullah’tı. Haydarâbad Osmaniye Üniversitesi Hukuk Fakültesinde «Devletler Hukuku» alanında yüksek lisans yapan, ardından «İslâm Devletler Hukuku» ile ilgili doktorasını tamamlamak için Almanya’nın Bonn şehrine giden Hamîdullah; San‘a, Mekke, Medine, Beyrut, Şam, Kahire şehirlerinin kütüphanelerinde araştırmalarda bulunduktan sonra 1932’de İstanbul’a da geldi. Bir yıl sonra doktorasını bitirdiğinde 25 yaşındaydı.

1936-1946 yılları arasında Osmaniye Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde «İslâm Hukuku» ve «Devletler Hukuku» profesörü olarak hizmet verdi. 1946’da Haydarâbad Nizamlığının Birleşmiş Milletler’e üye olmasını temin etmek için seçildiği delegasyonda ülkesinin istiklâli için büyük mücadele veren Hamîdullah; Hindistan’ın, bu toprakları işgal etmesi üzerine vatandaşlıktan çıkarıldı. O, 1935’te ikinci doktorasını tamamladığı Fransa’dan sığınma hakkı istedi ve 1996’ya kadar tam 48 yıl Paris’te vatansız (heimatlos/haymatlos) statüsünde yaşadı.

ARAPÇA, MÜ’MİNLERİN ANADİLİ!

O; Arapça, Farsça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca başta olmak üzere on beşten fazla lisan biliyordu. 1950’lerin başlarında bir süre Pakistan’ın ilk anayasasıyla ilgili hazırlık çalışmalarına katılan Prof. Hamîdullah, 1952’den itibaren 23 yıl boyunca İ. Ü. Edebiyat Fakültesi «İslâm Araştırmaları Enstitüsü»nde misafir profesör unvanıyla dersler verdi. Ayrıca İstanbul’un yanısıra Ankara, Erzurum, Konya, İzmir ve Kayseri’de pek çok konferans verdi.

Paris dışında; zamanlarının en çoğunu Türkiye’de, özellikle İstanbul’da geçiriyor, bu ülke insanı için göstermiş olduğu çabadan büyük mutluluk duyuyordu. Sebebini soranlara;

“İslâm dünyası; batılılar tarafından biçilip, darmadağın edildi. İnanıyorum ki, İslâm medeniyeti yeniden bu ülkeden dirilip yükselecek, bir güneş gibi parlayacaktır. Bu yükselişte ben de pay sahibi olmak ve yarın âhirette -inşâallah- bu nasiple sevinmek istiyorum.” diyordu.

Bir konferans için Fatih’teki İstanbul İmam-Hatip Okulu’na çağrılmıştı. Konuşmasına şöyle başladı:

“Gençler! Size İngilizce, Fransızca, Almanca, Urduca, hattâ kendimi biraz zorlasam Türkçe de hitap edebilirim. Fakat Arapça hitap edeceğim.

Zira Arapça biz müslümanların ana dilidir.

Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevce-i tâhireleri (temiz eşleri), bizim analarımızdır, onları ümmü’l-mü’minîn (mü’minlerin muhterem anneleri) olarak hatırlarız. İşte bu vâlidelerimizin dili Arapça idi!”

Konuşmasını, gençleri bu dili öğrenmeye heveslendirmek, «Ana dil»imize teşvik etmek amacıyla; sade bir Arapça ile ve kısa cümlelerle yapmıştı.

SÜNNET OLMADAN DİN OLMAZ!

1975 yılıydı… İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde konferans veriyordu. Sorular faslına geçildiğinde elini kaldıranlardan biri şöyle bir soru yöneltti:

“–Hocam, duyuyoruz ki bazı kimseler; «Sünnet namazları kılmasanız, sünnet ibâdetleri yapmasanız da olur.» diyorlar. Bu doğru mudur, bu konuda ne buyurursunuz?”

“–Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında biri çıkıp da; «Bu Allâh’ın emri, bu ise Peygamber’in emri; ikisi arasında fark vardır.» deseydi; ona herkesin ittifakla;

«Hâzâ kâfir! (İşte kâfirin ta kendisi!)» diyeceğinden hiç şüpheniz olmasın! Ama fıkıh açısından meseleye bakacak olursak, sizin de bildiğiniz gibi iki emir ya da tavsiye arasında dünyevî ve uhrevî müeyyideler açısından fark vardır… Ancak, dînimizde sünneti küçümsemenin merdut olduğu (red olunduğu) açıktır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti olmadan din olmaz!”1

YÜZ KİŞİ DİNLİYORMUŞÇASINA!

1954-1978 yılları arasında Paris’teki İlmî Araştırmalar Millî Merkezinde (TÜBİTAK benzeri bir kuruluş) araştırmacı olarak çalıştı. Paris’te bir İslâm Kültür Merkezinin kurulmasında öncü oldu. Bu arada farklı dinlere mensup pek çok kimsenin İslâmiyet’i kabulüne vesile oldu ki, bunların çoğu aydın kimselerdi. Cuma günleri Paris Camii’nde vaaz ediyor, Pazar günleri Paris’te Müslüman Talebe Derneğinde akademisyen öğrencilere, ilmî seminerler veriyordu.

Muhammed Hamîdullâh’ın talebelerinden Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA, bir hâtırasında şunları anlatıyor:

“Paris’te soğuk bir kış günüydü, hafif bir kar atıştırıyordu. Hafta sonları her hafta birimiz; derneğe yarım saat önce gider, mekânı süpürür, sobayı yakar, salonu seminere hazırlardı. Seminerler her Pazar 14:30’da başlar, nöbetçiler 14:00’da gelirdi. O Pazar, sıra bende idi. Yerleri temizlemiş, sobayı tutuşturmuştum. Az sonra -her zaman olduğu gibi- Hoca geldi. Mûtad olduğu üzere, kibar bir reveransla benimle tokalaştı. Sonra dinleyicileri beklemeye başladık. Aradan yarım saat geçti, hiç kimse gelmedi. Ben;

«Sobayı söndürüp gidelim.» düşüncesiyle tam sobaya eğilmiştim ki;

«–Ne yapıyorsun?» diye seslendi.

«–Kimse gelmedi, sobayı söndürelim, gidelim.» dedim. O kibar insan, hafifçe bana doğru eğildi ve kulağımdan tutarak beni yukarı kaldırdıktan sonra;

«–Bugün burayı, dinleyici yok, diye kapatıp gidersek, bir daha ebediyen açılmaz! Geç karşıma otur, semineri seninle yapacağım!» dedi ve beni karşısına oturtarak, kendisini yüz kişi dinliyormuş gibi, bana bir saat ders anlattı.2

FİKRÎ BEKÇİLİK YAPIYORUM!

Peygamber âşığı, hâfız-ı Kur’ân, dünya nimetlerine zerrece değer vermeyen, tevâzu ve merhamet âbidesi Muhammed Hamîdullah Hoca; İslâmî hassasiyeti fevkalâde yüksek bir İslâm âlimiydi. Son günlerinde İmâm-ı Gazâlî ve Ahmed İbn-i Hanbel üzerindeki çalışmalarıyla tanınmış meşhur oryantalist Henry LAOUST’un, College de France’daki konferanslarına devam ediyordu. Her sene değişik konularda konferans şeklinde ders veren Prof. Laoust, o seneki konferanslarını Gazâlî’nin İhyâ’sına ayırmış, bu kitabı analiz ediyordu.

Bir talebesi, Laoust’un anlattıklarına Hoca’nın ihtiyacı olmadığını bildiğinden, neden bu seminerlere devam ederek, vaktini boşa harcadığını sorunca, şu ibretli cevabı vermişti:

“–Seminerlere devam eden öğrencilerin tamamı müslüman ve hiçbiri İhyâ’yı okumamış. Şayet ben hazır bulunursam, Mösyö Laoust, onlara yanlış şeyler anlatamaz, sizi farklı biçimde yönlendiremez! Size fikrî bekçilik yapıyorum!”

***

Hayatı boyunca mücerred (yalnız, bekâr) yaşayan ve 1978’de emekli olduktan sonra da ilmî araştırmalarına devam eden Hamîdullah, hastalığının ilerlemesi üzerine, 1996’da ABD’ye giderek, Florida eyaletinin Jacksonville şehrindeki akrabalarının yanına yerleşti. Orada 17 Aralık 2002’de 94 yaşında iken vefat eden Muhammed Hamîdullah, Jacksonville’deki müslüman mezarlığına defnedildi.

1959’da Paris’te telif ettiği «Le Saint Coran» (Aziz Kur’ân), Kur’ân-ı Kerîm’in bir müslüman âlim tarafından yapılan ilk Fransızca tercümesi olup Kur’ân’ın bir batı dilinde en çok okunan meâlidir. Telif ettiği pek çok eser arasında «İslâm Peygamberi» ve «Hazret-i Peygamber’in Savaşları» en önemlileridir.

____________________

1 İsmail KARA, Sözü Dilde Hayali Gözde, İstanbul, 2005, s. 222.
2 İhsan Süreyya SIRMA, Muhammed Hamîdullah Hocamdan Mektuplar, İstanbul, 2006, s. 7.