AÇIK DAVET -2-

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamberler Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Safâ Tepesi’nden ilk açık davetini yaparak ilâhî mesajı verince bir an duraklayan halk, neye uğradıklarını anlayamamış bir duruşla, verilen mesajı ve edilen daveti kendi içlerinde yorumlayıp anlamlandırmaya çalışırlarken, bütün zihinleri allak bullak eden bir ses duyuldu:

–Yuh olsun sana! Sen, bizi buraya bunun için mi topladın?

Bir yandan kötü kötü bağıran adam, bir yandan da kutlu mesajı ileten bu kutlu insana taş atmaya başladı. Oradaki herkes, çıkışan adama bakınca şaşırıp kaldılar. Böylesine deli dolu bağırıp, kötü çıkışlar yaparak Peygamberler Sultanı’na taş atan bu nasipsiz adam, Ebû Leheb’den başkası değildi çünkü. Peygamberler Peygamberi’nin öz amcasıydı yani. Bir yandan kötü çıkışlarını artırırken, bir yandan da bir şeyler atmaya çalışıyordu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bu nasipsiz amcasını duymamış, yaptığı çirkin hareketi görmemiş gibi davranarak, mesajı vermeye devam etti.

“–Yüce Allah -celle celâlühû-; en yakın akrabalarımdan başlamak üzere, sizleri uyarmam için beni görevlendirdi! Allah ve Rasûlü’ne îmân ederek, kendinizi cehennemden kurtarınız! Sizler «Lâ ilâhe illâllah» deyip, bunu da gönülden tasdik etmedikçe; ben size ne dünyada bir yarar, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!”1

Peygamberler Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; toplanan halka seslenip, ilâhî mesajı vermeye çalışırken, Ebû Leheb sürekli engelliyordu. Başka karşı çıkan yoktu. Bu nasipsiz amca, Rasûlullâh’ı serbest bıraksa, O da dâvâsını anlatacak, halk da nasipleneceklerdi. Fakat sürekli bağırıp çağırdığı, bir şeyler atarak hakaretler edip ortalığı bulandırdığı için, mesaj herkes tarafından tam olarak anlaşılamamıştı.

Bu yüzden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün kabîlelere adlarıyla tek tek hitap ederek, mesajı vermek istedi:

“–Ey Kureyş halkı! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Ka‘b bin Lüey oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Mürre bin Ka‘b oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Abduşşems oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Abdi Menaf oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Hâşim oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

Ey Kureyşliler! Kendinizi Allah’tan satın alınız!

Ben, sizi Allâh’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye mâlik değilim.

Ey Abdi Menaf oğulları! Kendinizi Allah’tan satın alınız!

Ben, sizi Allâh’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye mâlik değilim!

Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi Allah’tan satın alınız!

Ben, sizi Allâh’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye mâlik değilim.

Ey Abbas bin Abdulmuttalib! Ben, seni Allâh’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye mâlik değilim!

Ey Zübeyr bin Avvâm’ın annesi! Ey Rasûlullâh’ın halası Safiyye!

Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Kendinizi Allah’tan satın alınız!

Siz; benim malımdan, dilediğinizi benden isteyiniz!

Fakat ben, sizi Allâh’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye mâlik değilim.

Şu kadar ki, sizlerin bir hısımlığınız var!

Ben, hısımlık suyu ile sulayacağım! (Sadece hısımlığımız kadar faydam olur.) Ancak sizinle aramdaki sıla-yı rahim devam edecektir!”2

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; her kabîleye kendi unvânıyla seslenmiş, Ebû Leheb’in tahammülsüz çıkışlarına rağmen, mesajı vermeyi başarmıştı. Fakat dur durak bilmeyen Ebû Leheb; iyice üzerine geliyor, kötü sözler söylüyordu. Bütün bunlara rağmen Peygamberimiz; onu hiç duymuyor ve görmüyormuş gibi davranarak, kabîlelere seslenmeye devam ediyordu.

Garipliğe bakın ki, hangi kabîleye adıyla seslense; «Lebbeyk/Buyur» diyecekleri yerde, her biri tek tek dönüp gitmeye başladılar.3

Sesinin bütün gücüyle seslenen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yürekleri durduracak bir âkıbetten bahsediyordu:

“Ben, sizi;

«Lâ ilâhe illâllâhu vahdehû lâ şerîke leh = Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur! O, birdir! O’nun ortağı yoktur» diyerek şahâdet getirmeye davet ediyorum! Ben de, O’nun kulu ve Rasûlü’yüm!

Bunu böylece kabul ve ikrar ettiğiniz takdirde, sizin cennete gireceğinize kefil olurum!

Siz, kıyâmet günü îman ve iyi amellerinizle gelmez de dünyayı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm (yüzünüze bakmam)!

O zaman siz bana;

«Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise, şöyle derim…

Siz, bana;

«Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise, size şöyle derim!..”4

Rasûlullah -aleyhisselâm- birkaç defa «şöyle derim…» buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi.5

Mekkeliler duydukları şeyler karşısında önce şaşkına dönmüşler, donup kalmışlardı âdeta. Tabir yerindeyse büyük bir şok yaşamışlardı. Şaşkınlığı en şiddetli yaşayanlar aile temsilcileriydi, yani Mekke ileri gelenleriydi. Onlar, yıllardır haberdar oldukları ve çoğu zaman önemsemedikleri veya alay etmekle yetindikleri şeyle karşı karşıya gelmişlerdi.

Yakından tanıdıkları ve olumlu özellikleri sebebiyle sevip, güvendikleri; her türlü takdirin üstünde gördükleri Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, artık sadece küçük bir grupla muhatap olmayıp, bizzat kendileriyle de muhatap olduğuna çarpıcı şekilde şahit olmuşlardı. Hiç kimse ne diyeceğini bilememişti. Kalabalık arasından sadece bir kişinin sesi işitilmişti; o da Ebû Leheb’in sesiydi.

Peygamberler ve Gönüller Sultanı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; önce çevresinde kalan akrabalarına, sonra da insanlığını bile sıfırlayarak, böylesi nazik bir anda çıkışlar yapıp, hakaret ile beraber fütursuzca alay eden amcasına baktı! İslâm dâvâsının önüne karanlık bir duvar gibi, aşılmaz kapkara bir kaya gibi dikilen nasipsiz amcasına baktı!

İki Cihan Güneşi’nin o zamanki bu anlamlı bakışı; asırlar ötesinden gelip, bugünkü nasipsizler yüzüne bir tokat gibi çarpmaktadır!

Muhammedü’l-Emîn, hep tebessüm etmeliydi zira…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

____________________

1 Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 120; Ebu’l-Ferec, Vefâ, c. 1, s. 1 83.
2 İbn-i İshâk, Sîretü İbn-i İshâk el-Müsemmâ bi Kitâbi’l Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve’l-Megāzî, s. 128.
3 Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 1, s. 293.
4 İbn-i Ebû Şeybe, el-Musannef li’l-Ehâdîs ve’l-Âsâr, c. 7, s. 474; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 233.
5 Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 349.