İSLÂM’DA FİZİK VE METAFİZİK HÂDİSELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Dr. Med. Naif ÖZKUL

Bu başlık, ilk bakışta tuhafınıza gidebilir. Ancak seküler ortaöğretimde, fizik ve tabiat bilimlerinin öğretimiyle iktifâ edildiğinden; metafizik (fizik ötesi) ilimlere lâkayd kalındığı ve hattâ dışlandığı için bu başlığa ihtiyaç duyulmuştur.

Öncelikle şu, kesin bir gerçektir ki; yüce Allah fizik ve metafizik (fizik ötesi) hâdiselerin yaratıcısı ve sanatkârıdır. Burada metafizik hâdiselerden maksat, fizikötesi gerçek olaylardır ki bunlar; mûcizeler, hârikulâde hâller, kerâmetlerdir. Bunlar, son asırlarda fizikî keşiflerde bulunan batılı bilim adamlarının da ilgi alanına girmiş olmalı ki, bizim değerlerimizden; İmam Gazâlî, Muhyiddîn İbn-i Arabî, Hallâc-ı Mansûr gibi tasavvufî ilim adamlarımızın eserlerini tercüme ederek kütüphanelerine kazandırmışlardır. Bunlardan Fransız akademisyen Prof. Massignon’un Hallâc-ı Mansûr hakkında dört ciltlik bir eseri vardır.

Fizikî olaylar, duyularımızla (beş duyumuzla) algıladığımız ve kavradığımız hâdiselerdir ki, bunlara kesinlikle inanılır ve kabul edilir. Metafizik hâdiseleri ise zihnimiz ve akıl kapasitemiz kavrayamadığından, bunları kabulde ve inanmakta zorlanır. Çünkü düşüncenin mahalli akıl; îman, inanç ve hidâyetin mahalli ise kalptir.

Şimdi seküler eğitimde, fizik dersinde okutulan derslerden birkaç misal vereceğiz:

Bilindiği gibi suyun kaldırma kuvveti vardır. Yerçekiminin aksine aşağıdan yukarıya doğrudur. Meselâ bir tahta parçası ile aynı ebattaki (boyuttaki) bir demir parçasını düşünelim; biri yüzer, diğeri batar. Bunu keşfeden eski Yunan bilgini, varlığı öteden beri mevcut bu kaldırma kuvvetini görmüş ve bunu Arşimet Prensibi formülüyle ifade etmiştir. Arşimet’ten önce de bu kuvvet vardı. Yüce Allah onu, dünyanın yaratılışıyla birlikte yaratmıştır. Dolayısıyla yüzlerce tonluk gemiler, yüce Allâh’ın bu lutfuyla yüzebiliyorlardı.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur:

اَلَمْ تَرَ اَنَّ الْفُلْكَ تَجْرٖ۪ى فِى الْبَحْرِ بِنِعْمَتِ اللّٰهِ لِيُرِيَكُمْ مِنْ اٰيَاتِه۪ٖ اِنَّ فٖ۪ى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ

“Size, varlığının delillerini göstermesi için, Allâh’ın lutfuyla gemilerin denizde yüzdüğünü görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.” (Lokmân, 31)

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِى الْاَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرٖ۪ى فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِه۪ٖ

“Görmedin mi, Allah, yerdeki eşyayı ve emri mûcibince denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi…” (el-Hacc, 65)

Yüce Allah, Hazret-i Nûh aleyhisselâm-’a hitâben şöyle buyurur:

وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنٖ۪ى فِى الَّذٖ۪ينَ ظَلَمُوا اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ

“Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) mûcibince gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar, mutlaka boğulacaklardır.” (Hûd, 37)

Kepler; gezegenlerin güneşin merkezinden geçen eliptik yörüngeler üzerinde belirli bir hızla hareket ettiklerini söyleyip bunları, kanunlar hâlinde açıklamıştır. Önceden de bu gezegenler, eliptik yörüngeler üzerinde belirli bir hızla hareket ediyorlardı. Bunlar güzel keşifler; ancak mühim olan, gezegenleri muhteşem ve mükemmel bir plânlama ile hareket ettiren sanatkârı, Yaratıcı’yı düşünmemizdir. O, bizi şu âyetleriyle îkaz ediyor (uyarıyor):

وَالشَّمْسُ تَجْرٖ۪ى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْد۪ٖيرُ الْعَزٖ۪يزِ الْعَلٖ۪يمِ

“Güneş de kendi karargâhında (yörüngesinde) akıp gitmektedir. Bu; mutlak gālip, (her şeyi) hakkıyla bilen (Allâh)ın takdîridir.” (Yâsîn, 38)

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغٖ۪ى لَهَا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فٖ۪ى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

“Ne güneş aya yetişebilir; ne de gece, gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri, belli bir mahrekte (yörüngede) yüzmeye (akıp gitmeye) devam ederler.” (Yâsîn, 40)

Yine 18. asırda Franklin; yağmur bulutlarının (+), (-) elektrik yükü taşıdıklarını göstermiş, şimşek denen şerârenin elektrik yüklü bir nesne olduğunu ifade ile elektriğin uzayda varlığını açıklamış; buradan «Paratoner»i keşfetmiştir.

Yıldız ve galaksilerin dalga boyları farklı elektromanyetik dalgalarla; kezâ güneşin yaydığı ısı ve ışığın elektromanyetik ışınlar olduğu, bilinen bir hakikattir.

Bütün fizikî hâdiselerin aslı, kaynağı, orijini kâinatta bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, insanlığa musahhar kılınmış, yani beşerin istifadesine sunulmuştur. Bilim adamlarının keşfi ve tecrübeleriyle fizikî kanunlar ve prensipler tarzında formüle edilmiştir.

Şu gerçeği de vurgulamak istiyorum: Bütün bu buluşlar, keşiftir. Görgüye dayanır ve kâinatta var olan gerçekleri, kanunlar hâlinde sunmaktan ibarettir.

Yüce Allah, fizik hâdiselerini birtakım sebeplere ve kaidelere bağlamıştır. İnsan; bu sayede bunları formüle edebilmekte, fizikî kanunlar hâlinde açıklayabilmektedir. Aslında bunlar, yüce Allâh’ın koyduğu ilâhî kanunlardır.

Hayvanların hayatında da benzer fizik ötesi mükemmellikler müşahede etmekteyiz.

HARÎKULÂDE DURUMLAR

Bilhassa bal yapımında işçi (dişi), erkek ve kraliçe arıların üstlendikleri fonksiyonların ne mükemmel bir plânlama neticesinde oluştuğunu düşünelim. Bu muhteşem plânlamayı, arıya kim öğretti? Bu ince plânlamanın izahını nasıl yapacağız? Bu arı, kendi akıl ve mârifetiyle mi bunu başarmıştır? Yoksa işin kolaycılığına kaçarak hiçbir izah getirmeyen içi boş bir kelime olan «içgüdü» mü diyeceğiz? Yüce Allâh’ın arıya yansıyan ilhamını göz ardı mı edeceğiz? Yalnız arıya değil, bütün hayvanâta, kendilerini ve yavrularını korumayı, onlara merhamet etmeyi ilham eden Âlemlerin Rabbi’nden başkası değildir. Sadece ve yalnızca yüce Allah’tır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:

وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذٖ۪ى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ ثُمَّ كُلٖ۪ى مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكٖ۪ى سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً

“Rabbin bal arısına; «Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin! Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir!» diye ilham etti…” (en-Nahl, 68-69)

Allah Teâlâ’nın metafizik (fizik ötesi) gücü; havsalamızın, aklımızın, hayal gücümüzün ötesinde bir azamettir. İnsanın; onu idrak edemeyeceği ve kavrayamayacağı için ona sadece îman etmesi, kesin olarak inanması gerekir.

سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪ٖيرُ

“İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sana’dır.” (el-Bakara, 285) demek durumundayız.

Fizik ötesine îman konusunda, Kur’ân-ı Kerim’de geçen kıssayı özetle mânâ olarak hatırlatmakta fayda görüyorum.

Hazret-i Meryem Vâlidemiz’e, babasız bir oğlunun olacağı haber verildiğinde, ilk anda;

“–Nasıl olur?” tarzında sualine;

“–Bu, yüce Allah için çok kolaydır!” cevabı verildi.

Hemen sonra o, Kur’ân’da geçen ifadesiyle;

“Kānitîn”den yani kesin inananlardan olarak yüce Allâh’ın medhine (övgüsüne) mazhar oldu.

Sâre Vâlidemiz’e 90’lı yaşlarda bir oğul sahibi olacağı müjdelendiğinde, yine;

“–Nasıl olur?” sualine;

“–Yüce Allah, her şeye kādirdir.” buyurulmuştur.

İlk anda fizikötesi olaylarda insan hâdiseyi idrak edemediğinden, niteliğini sormak durumunda kalmıştır. Hâlbuki insanın görülene inanması zaten zarurîdir. Nitekim kâfirler azabı gördüklerinde; îman ettiklerini söyleyeceklerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

فَلَمَّا رَاَوْا بَاْسَنَا قَالُوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَحْدَهُ وَكَفَرْنَا بِمَا كُنَّا بِهٖ مُشْرِكٖ۪ينَ

“Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman; Allâh’a îman ettik ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik, derler…” (el-Mü’min, 84)

Allah Teâlâ; kullarından gayba, görülmeyene îman etmelerini ister. Kulu, bununla imtihan eder. Metafizik olarak isimlendirdiğimiz mûcizeleri, fizikötesi hâlleri, Allah Teâlâ kendi varlığını ve birliğini belgelemek için vaz etmiştir. Aslında kâinatta tesadüflere yer verilmediğinden; her hâdisenin, mükemmel ve ince bir plânın eseri olduğunu müşâhede etmekteyiz.

Yüce Allâh’ın gücü, kudret ve azameti hakkında Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet-i kerîme vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

1. Göklerin bir yaprak gibi dürülmesi:

“(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi mahlûkatı tekrar diriltiriz. (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaaddir. Biz, (va‘dettiğimiz şeyi) yaparız.” (el-Enbiyâ, 104)

2. Yaratılan; milyarlarca insanın, ölümden sonra tekrar yaratılacağı:

Kıyâmetin kopmasından sonra; dünya tarihi boyunca ne kadar insan yaratılmışsa, hepsi de bir anda diriltilip hesap için toplanacaktır. Bu, Allah Teâlâ için çok basit ve kolaydır. Bunu yapmak için O’nun, insanların bildiği sebeplere ihtiyacı yoktur. Bu mânâyı, şu âyet-i kerîme gayet açık bir şekilde ifade etmektedir:

“Ey insanlar! Sizin hepinizi yaratmak veya ölümden sonra hepinizi tekrar diriltmek, bir tek kişiyi yaratıp diriltmek gibidir.” (Lokmân, 28)

Yani bir kişiyi yaratmakla trilyonlarca insanı yaratmak arasında Allah için, hiçbir fark yoktur. İlk yaratma ile tekrar diriltme arasında da fark yoktur. Allâh’ın kudreti karşısında az ile çok, bir ile bin aynıdır, hiç fark etmez.1 Bir iş O’nu başka bir iş yapmaktan alıkoymaz.2

3. Cenâb-ı Hak, bir şeyin olmasını istediğinde; «Ol!» der, o da oluverir:

“O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. Bir şeyi yaratmak isteyince sadece; «Ol!» der. O da oluverir.” (el-Bakara, 117)

4. Cenâb-ı Hak, her şeyi bilir. O’nun ilmine nihayet yoktur. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖ۪ى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖ۪ى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهٖ۪ مَدَدًا

“De ki: Rabbimin sözleri (ilmi) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahî, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” (el-Kehf, 109)

Bir hokka mürekkeple bir kitap yazıldığını varsayalım. Bir okyanus suyunun mürekkep olduğunu düşünecek olursak, yüce Allâh’ın ilminin insan havsalasının ve hayalinin alamayacağı kadar geniş olduğu ortaya çıkar.

Maalesef son birkaç asırda, pozitivizmin menfî tesiriyle batıda ve ülkemizde kimileri ateizme itilmiştir. Bu zamanlar, talihsiz bir devir olup; îmânı zaafa uğratmış, bu da neticede buhran ve ıstırapları beraberinde getirmiştir.

Liseli yıllarda, felsefe hocası, tabiatın mükemmelliklerini; oradaki ince plânları anlatırken;

“–Tabiat, onu şöyle dengelemiştir ya da yaratmıştır.” tarzında sözler sarf etmişti. Bu ifadeler beni mânen çok rahatsız etti, hemen parmak kaldırıp;

“–Hocam, tabiatın yaratmasını açıklayabilir misiniz? Tabiattaki yaratıcı kuvvet nedir?” diye sordum.

Bu ısrarlı sual karşısında hoca bir müddet düşündükten sonra;

“–Yani” dedi. “Ya tabiatta muazzam bir güç, bir enerji (panteizm) ya da dinlerin gösterdiği tanrıdır.”

O sıra ara zili çalmış, teneffüse çıkmıştık.

Nasip meselesi… Yüce Allah, kimseyi îman yönünden nasipsiz etmesin! Zira inanç ve îman çok büyük bir nimettir. Bizler Allah ve Rasûlü’nden gelen her haberi duyduk ve îman ettik. Tıpkı Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’in İsrâ ve Mîrac hâdisesine îmânı gibi…

Müşrikler ona;

“–Sen, Muhammed’i tasdik ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e (Kudüs’e) gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O, bana gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben buna bile inanıyorum.” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun bu tasdikinden gayet memnun kalarak;

“–Yâ Ebâbekir, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, Sîret, II, 5)

O günden sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-, «Sıddîk» lâkabıyla zikredilir oldu.

Böylece, Allah ve Rasûlü’ne îmânın nasıl olması gerektiğini, îmânın ve inancın metodolojisini bize öğretmiş oldu.

Yüce Allah, kendisinden -radıyallâhu anh-, bütün ashâb-ı kiramdan -radıyallâhu anh- ve sâlih kimselerden râzı olsun!..

Âmîn!..

______________________________

1 Zemahşerî, V, 22, (Lokmân, 28)
2 Beydâvî, IV, 153; Zemahşerî, V, 23, (Lokmân, 28)