Hayat; kundak ile mezar arasında, med-cezirlerle dolu bir koridor… BİR DAKİKA…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

“Efendim, bir dakikanızı rica edeceğim!”

“Lütfen! Bir dakika!”

“Sadece bir dakika!”

Vaktin fazla olmadığı nazik anlarda, mühim meselelerin alâka dışı kalmaması için bu cümleler çok kullanılır.

Bir de ikaz için;

“Bir dakika kardeşim!”

Ya da halk ağzıyla;

«Hele bi dakka!» denir.

Denir, çünkü;

Bazen sadece «bir dakika»nın tesiri; nice günlerden, aylardan, hattâ yıllardan bile daha fazla.

Çünkü;

Zamanı ve muhtevâsını en güzel şekilde disipline eden bir ifade.

Lâfzı, sadece bir dakika; mânâsı ise, fânîlik ve ebedîlik ekseninde büyük hakikatlerin idrak noktası.

Bu açıdan;

İdrak edilen bir dakika, bütün bir ömrün idraki.

Yerinde değerlendirilen tek bir dakika, asırların ihyâsı. Bütün vakitlerin rengini değiştiren ince bir zaman ayarı. Onunla zamanlar, bambaşka ve özel mânâlara bürünmekte.

Vakte dikkat;

Bin yıl yaşansa bile ömrün az, yapılacakların çok olduğunu beyan için Cenâb-ı Hakk’ın bizzat, hem de yemin ile kullandığı bir metot:

“Andolsun kuşluk vaktine!”

“Gündüze yemin olsun!”

“Geceye andolsun!”

“Asra / ikindi vaktine kasem ederim ki!”

Sebep?

Belli bir vakte, etraflıca dikkat ve onu idrak; anahtar gibidir. O anahtar ile insan; bütün zamanları, dünyayı da âhireti de en doğru şekilde kavrar.

Bu şuurla;

Bir dakikaya ehemmiyet, ömre ehemmiyet. Bir dakikayı ihyâ, ömrü ihyâ.

Yani;

Ömrü ifade eden bir dakika, ebediyet sırrı ile dolu. Ebediyete, sadece bir dakika deyip geçmek ne mümkünse; bir dakikaya da, ebediyetle ne alâkası var, deyip geçmek mümkün değil.

Bir dakikanın içinde neler olmuyor ki!

Hele o, her şeyi belirleyen bir dakika ise.

Meselâ son nefes dakikası.

Ne müthiş ve tehlikeli bir dakikadır. Aslında ondan önceki bütün «bir dakika»lar da aynı değere sahip. Hepsi de, son nefes dakikası için tek tek belirleyici. Kaldı ki, hangi dakika, son nefes dakikası? Meçhul. Meçhul olunca da, bütün nefesler ve bütün dakikalar; son nefes ve son nefes dakikası hükmünde. Elden gittiği an, geri gelmiyor. Tabiî, son buluyor da gelmiyor. Bu mânâda, hepsi aynı seviyede mühim.

Demek;

«Bir dakika» deyip geçmemeli.

Zira;

Uyumamanın gerektiği bir anda, gözlerini bir dakika kapatan kimse; saatlerini kaybeder. O bir dakika, onu uykunun derinliklerine öyle bir çeker ki; sadece bir dakika diye düşünülen vakit, bin bir dakikaya çıkar. Uyku; bir de gaflet uykusu olursa, o zaman bütün zamanları kuşatır, perişan eder. Kārûn’un şeytana uyduğu dakika, onun sonraki bütün dakikalarını ne hâle getirdi, malûm. Mescid bülbülüydü. Cehennem kargası oldu. Bir dakika gaflet, nelere mal oldu! Sâlebe’nin de nefsine ilk uyduğu bir dakika, ebediyetini hüsrana uğrattı.

O hâlde;

Eldeki her bir dakikaya, ömürlük bir dikkat gerek. Mes’ûliyetlerimiz, vazifelerimiz, ömrümüz ve iki cihanımız için; «bir dakika» şuurunda yaşamalı. Kabirdekiler acı acı sesleniyor:

Tez davran ey yiğidim, çoktan kalktı kafile,
Bir dakika durdun mu artık her şey nafile! (Seyrî)

İnsan ömrünün hiçbir deminde durmaya ve boş vakte zaman yok.

Vakit, ancak doluluk şartıyla insana verilen altın hazine. Her zaman bulunan, hiçbir zaman bulunmayan bir define. Asla nakit değil.

Dünyalar bağışlansa, ne bir saat ileri, ne bir saat geri.

Bu bakımdan;

Dakika disiplini şart. Dakika disiplinine sahip olmayan kabiliyet, ortaya hiçbir hüner koyamaz. Dakika disiplinine sahip olmayan, ömrüne de sahip olamaz. Dakika disiplinini sağlayamayan, hayatını da kendini de kontrol edemez.

Mânidar bir hikmet:

Hazret-i Allah, namaz vakitlerini yıl boyunca devamlı olarak dakika dakika niye değiştiriyor? Beş vaktin dakikası durmadan niçin değişiyor?

Pek çok hikmeti yanında bir de;

İnsanoğluna dakika disiplini değil mi bu?

Elbette.

Dakika disiplini, insana ayrı bir dakiklik. Onu akikten kıymetli eden ayar. Ancak zamâne, bu idrakin dışına düştükçe perişan. Çöpe dökülürcesine hebâ olan ömürleri görüp de feryat etmemek, mümkün değil:

İsrafın pençesinde bu mudur çağın ilmi?
Çöplüklere dökülen ömre yazık değil mi? (Seyrî)

Dakikanın atlas kumaşını deposunda bol bol var zanneden zavallı insan, onu rastgele ölçüp biçiyor, kesiyor, saçıp savuruyor. Sonra da zamanın değiştiğinden dem vurarak yaptığı vakit israfı ve savrukluğunda kendini haklı çıkarmaya çalışarak avunuyor. Hâlbuki;

Zamanın sahibi kim?

Hazret-i Allah.

Zamanı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini beyan eden kim?

Hazret-i Allah.

Ne diye insan, bu noktada yorumdan yoruma dalıyor?

Ne söylese;

İllâ zamana bağlı olarak hayatı idrak etmek mecburiyetinde. Çünkü nefesleri sayılı, kendisine verilen de sadece muvakkat / geçici bir zaman.

Bunun için ehl-i tasavvuf, sûfîyi; «ibnü’l-vakt / vaktin oğlu» diye tarif etmiş. Yani yaşadığı her an ile iç içe olan ve bir dakikayı bile bir ömür hassasiyetinde değerlendiren kimse. Sabahın farkında, öğlenin farkında, ikindinin farkında, akşamın farkında, yatsının farkında, gecenin farkında, seherin farkında.

Bir asrın da farkında, bir dakikanın da.

O bir dakika;

Belki en son nefes.

Gönül, bu uyanışa talip olmalı:

Ne demektir yat uyu, haydi az daha kestir,
Aldığım şu bir nefes, belki en son nefestir! (Seyrî)

Acı bir depremle can verenlerin kimisi; kim bilir bir dakika önce, belki ölümü kendilerine yıllarca uzakta zannediyordu. Lâkin bir dakika sonrası, üç-beş saniye içinde dünyalar değişti.

Değişmeyen hakikat;

Herkes yaşadığı dakika ile gitmekte.

Bunu idrak ettirmek için Cenâb-ı Allah, zamana yemin ederek;

“İnsanlar hüsrandadır.” buyuruyor ve;

“Ancak…” istisnâsı için yaşayışı tanzim edici dört şart koşuyor. Gerçekleştireni dört dörtlük bir şahsiyet hâline getiren dört madde:

1. Cenâb-ı Hakk’a îman. Candan bir kabul…

2. Amel-i sâlih / güzel ameller. Îmânı hayat hâline getirip yaşayış…

3. Hakkı tavsiye. Benimsemede örnek olup ilâhî gerçeği anlatmak…

4. Sabrı tavsiye. Hak’tan vazgeçmemeyi de nümûne bir şekilde öğretmek…

İşte mükemmel bir mü’min şahsiyeti.

İlâhî hakikati, önce itirazsız bir şekilde candan kabul edecek. Sonra onu hayat hâline getirecek. Sonra bu hakikati, örnek olup da tavsiye ile anlatma makamında olacak. Bir de sabrı, yani bu nâiliyetlerden vazgeçmemeyi, tavsiye ile nümûne-i imtisal olarak öğretecek.

Çünkü;

Candan kabul gerçekleşmeden îman, kalbe yerleşmez.

Candan kabul de yetmez. Hangi sahada olursa olsun hayat hâline getirilmemiş îman da, gerçek bir îman değildir. Yaşayışın nabız atışlarına sirâyet etmesi lâzım. Tıpkı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında olduğu gibi.

O zaman;

Hakikati muhataplara aktarma enerjisi devreye girer. Benimsemeyle tavsiyeler yaşanır. Zaten en güzel tavsiye, insanın benimseyerek yaşadığı hususlarda olur. Eğer îman ve onun hayat şekli; bizde başkasına tavsiye noktasına gelmişse, muhataba aktarma coşkusuna dönüşmüşse, gönülde mekân tutmuş demektir. Elbette;

Bir kimse, şifâ bulduğu doktoru başkasına hararetle tavsiye eder. Çünkü onun vesilesiyle sıhhate kavuşmuştur. İster ki, diğer hastalar da devâ bulsun.

İşte Cenâb-ı Allah, îman ve amel-i sâlih yaşayışımızda bizden bu seviyeyi istiyor. Îman ve onun yaşayışında bu seviyede bir aşk ile muhataplara tavsiye kıvamına gelmeden hüsrandan kurtuluşun mümkün olmadığını beyan buyuruyor. İfade etmiş oluyor ki, başkasına tavsiye coşkusuyla dolup taşmayan gönülde îman da yaşayış da henüz zayıftır. Lâkin tavsiye coşkusuna erişmiş gönülde ise feyz ve tat; bambaşkadır, çok kuvvetlidir. Ölüm ânında bile o gönül, muhataba îman ve onun hayat hâlini aktarma gayretiyle çırpınır. Îmânın ve onu yaşayışın tadını paylaşmadan duramaz. Paylaştıkça haz alır, haz aldıkça paylaşır.

İstikamette sebatkâr ve devamlı olur.

Her hâlükârda;

İstikamette sabrın, Hak’tan vazgeçmemenin irşâdı içinde yaşar.

Bilir ki;

Hayatta girinti-çıkıntı çok. Her yerde iniş-çıkış fazla fazla. Şeytan ve nefisten gelen bir sürü caydırıcı çelmeler var. Bir sürü ağır imtihanlar var. Bir sürü keskin virajlar var. Bir sürü tehlikeli cazibeler var. Bizi kendine çekip îman yaşayışından vazgeçirmeye çalışan bir sürü günahlar var. Her gün bir başka dert ile zorluklar arasında çalkalanış var.

Çare?

Îman, amel, hakikat ve sabır dirâyeti.

Dört dörtlük dört prensip.

Âhirzamanın en büyük ihtiyacı.

Çünkü;

Kimi yokuş, kimi viraj, kimi günah, kimi de zorluk karşısında büyük vazgeçmelerin kurbanı bugün. Îmânında, amelinde, hakikat ve sabrında dirâyet olmadığı için hüsrana mağlûp.

Hazret-i Hüdâyî;

“Hakkı koyup bâtıla meyl ü muhabbet neden?” diye boşuna sormuyor.

Peki,

Vazgeçişler niye?

Hiç.

Ortamlara göre, makamlara göre, heveslere göre, keyiflere göre, maddiyâta göre, onun-bunun ne diyeceği şeklinde bir sürü fânî endişelere göre; kimisi, bakıyorsunuz; ilâhî hakikatlere yönelik şu husustan vazgeçmiş, bu meseleden vazgeçmiş, o şuurlu incelikten vazgeçmiş. İnsanı kurtaracak nice fazîletlerden, kimisi ticarette vazgeçmiş, kimisi üniversitede vazgeçmiş, kimisi politikada vazgeçmiş, kimisi sokaklarda vazgeçmiş, kimisi sahnelerde vazgeçmiş.

Hâlbuki vazgeçilmesi gereken şeyler, şu fânî dünyada belli.

Anlamak için;

Asr Sûresi’ndeki dört kurtuluş prensibine dört elle sarılmalı. Tâ ki dört dörtlük bir mü’min kıvamı ve şahsiyeti gerçekleşsin.

Mü’min kıvamı ve şahsiyeti, ancak böyle kâmil olur.

Asr Sûresi’ni bu kemâlât ile yaşayabilenler;

Üsve-i hasene / en güzel örnek şahsiyet olan Hazret-i Peygamber’e en yakın gönüllerdir. Onlar, yakından da yakın birer âşık-ı Muhammedî olurlar. Bir dakikaları bile, bir ömürlük bereketle geçer.

Yaşayamayanlar ise;

Girdaptan girdaba sürüklenir.

Kendi kendilerine kurtuluş reçeteleri uydurur.

Bu yüzden;

Şimdilerde bir sürü «bence»ler ortaya çıktı. Bilen kimselerde ayrı benceler var. Bilmeyenlerde ayrı benceler var.

Evvelâ o bencelerin pençesinden sıyrılmak lâzım. Tasavvufî bir eğitim ve takvâ ile, yani istikamet takvâsıyla Hakk’a yönelmek lâzım. Herkes kendince takvâlı ama mühim olan istikamet takvâsı. İstikamette tutan takvâ önemli. Bencelerin ördüğü bir takvâ, makbul değil. Bencelerden sıyrılmadığımız müddetçe candan kabul ve ilâhî rızâ gerçekleşmez. Makbul olmayan bir kabul, rastgele rüzgârların önünde toz gibidir. Ne fayda sağlar? Hiç. Mutlaka kabulün içinde ilâhî rızâ ve râzılık olacak. Çünkü içinde rızâ olmayan kabul, kabul değildir. Malûm; şeytan da Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Kıyâmete kadar mühlet istedi. Cenâb-ı Hak da bu isteği, kullarını imtihan maksadıyla kabul etti. Kabul etti ama şeytandan râzı mı? Asla!

İnsan idraki, bunu tam anlamalı.

Tâ ki;

Asr Sûresi’ndeki incelik ve mahiyete bürünerek hayatını; «bir dakika» şuuruyla dakik hâle getirebilsin.

Yoksa;

Zamânenin balçığında eriyen dakikalar, insanlığı ziyan ediyor.

Bu ziyanı göremeyen akıllar, dimağlar ve vicdanlar da, hüsrandan hüsrana yuvarlanıyor. Uyuşturucu, kumar, şans oyunları ve daha nice ruh virüsleri; beyin damarlarını perişan ediyor, gönül saraylarını harabeye döndürüyor. Ahlâkî çöküntü ve fâcialar, bir dakikada yutuyor. En ağır haramlar, meşrûluk kılıfı giymiş, habire av yakalıyor.

Uyanış dakikası geçmeden besmele çekmek lâzım.

Çaresiz ve zavallı ömürleri kurtarmak için;

Rûhî çöküntü, ahlâkî yozlaşma ve kötü alışkanlıklara düşüren «bir dakika»yı kurtarmalı.

Aile ve toplumun virüsü olan narkotik, kumar, zinâ, içki ve şans oyunlarına sürükleyen «bir dakika»yı kurtarmalı.

Felâket tuzaklarında harap eden «bir dakika»yı kurtarmalı.

Mâneviyatsız yaşayış neticesinde peş peşe artan isyan ve günahların esir ettiği «bir dakika»yı kurtarmalı.

«Bir dakika!» demeli.

İnsanı pragmatist yapan, menfaatperest hâle getiren maddeciliğe; bir dakika!

Rezil ve çirkin günahlara insanı malzeme ve mezbele eden zihniyetlere; bir dakika!

Cehaletin her çeşidine; bir dakika!

Şeytan ve nefsin hilelerine; bir dakika!

Bugün;

Bu bir dakikalar ile ömür boyu hizmet zamanı. Hakk’ı ve hayrı tavsiye zamanı. Kötülüklerden sakınma ve sakındırma zamanı. Geri kalmak, büyük vebal. Tarih, hatırlatıyor:

Ey yolcu uyan, tâ sona binlerce sefer var,
Bir lâhzaya bin asrı vuran mühre zafer var! (Seyrî)

Çanakkale muharebeleri de, hatırlatıyor:

Yedi düvel bu milletin topraklarına göz dikerek Çanakkale önlerine geldiklerinde askerlerimizin neredeyse atacak barutu yoktu. Çoğunun ayağı postalsızdı. Fizikî şartlar itibarıyla düşman, bizden çok daha güçlü ve üstün vaziyette idi.

Ancak;

Kumandanından askerine her nefer, Çanakkale’de birbiri ardınca;

“İşte şehidlik dakikası!” dedi.

O şehâdet dakikaları, asırlardır silinmeyecek muhteşem bir zafere dönüştü.

“Çanakkale geçilmez!” yazıldı.

Hâsılı;

Ömrü yaşarken;

«Bir dakika»dan ne olur, deyip geçmemek lâzım.

Tarihten bugüne;

Bir dakikada neler olmadı ki!..