AĞACA MI, AYRIĞA MI?

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Sabahın ilk dakikalarında çıktılar yola. Dedesi için bu vakit çok önemliydi. O; özellikle her sabah, bu vakitte yola düşerdi. Eğer yaz ayları ise antika pikabına atlar; önce tarlaya gider, su vanalarını açardı. Sabah ezanları bitmeden de ilçenin merkez camisine yetişir namazını edâ ederdi.

Ömer, her fırsatta dedesinin yanına gelirdi. Köyde dedesiyle vakit geçirmek, onun o mütevâzı toprak uğraşında yanında olmak, tarlayı bir şair nezaketiyle işleyişini seyretmek; Ömer için tarifi mümkün olmayan bir keyifti. Güneşin doğuşuyla beraber babaannesi elinde kahvaltı çıkınıyla gelir, günün ilk terinin üstüne bahçeden topladıkları tazecik domates, salatalık ve yeşilliklerle bir kır kahvaltısı yaparlardı. Tertemiz hava, tazecik mahsuller, billûr sular… Her şey yerinde ve zamanında ne kadar da güzeldi…

Yalnız Ömer’in bu seferki gelişi biraz farklıydı. Tüm bu güzellikler Ömer’deki bütün mânâlarını yitirmiş gibiydi. Ömer, hiç ummadığı bir şekilde babası tarafından enselenmiş ve soluğu dedesinin köyünde almıştı.

Köye geleli dört gün olmasına rağmen Ömer’in ağzını bıçak açmıyordu. Sadece dedesinin dediklerini yapıyor, başka da hiçbir şeye müdâhil olmuyordu.

Beşinci gün dedesi Hilmi Efendi torununa takıldı:

–Ömer, ne o pek keyfin yok?

–Dedem, ne sen sor, ne ben söyleyeyim!

–Hayırdır evlât! Ayran içtik ayrı mı düştük?

–Yok be dedem, bu seferki başka…

–Hani biz sırdaştık? Anlatsana!

–Bu sefer hakikaten çuvalladım! Hani ben geçen sene üniversite imtihanını kazanamadım ya…

–O gün hasta mı olmuştun ne?

–Hastalık işin kılıfıydı dedem; biz dershane diye diye arkadaş ortamlarına akınca, başarı hak getire… Tek çarem «hastaydım, stresliydim…» demekti. Başka arkasına sığınabileceğim geçer akçe yoktu.

–Sen ne diyorsun? Delikanlılık öldü mü be oğlum? Ben hakikaten inanmıştım sana…

Ömer, bu söz üzerine yutkunmanın hiç de o kadar kolay olmadığını bir kez daha tecrübe etmiş oldu. Bu arada dedesi de temizlemekte olduğu ayrık otlarını biraz daha sert hareketlerle köklemeye devam etti. Elinin tersiyle terini silerken, bileğindeki toprak, alnında bir çamur lekesi olunca, dedesini mahcup bakışlarla seyreden Ömer; usulca dedesinin yanına çöktü. Mendiliyle dedesinin alnını temizlerken;

–Bilmez misin be dedem, ben bu kadar rahat, ancak seninle konuşurum? Derdimi bir tek sana açarım. Bu sefer çamı devirmek bir yana, çamı köküyle beraber kaldırdım attım dede. Babam okuyayım diye bu sene tekrar dershaneye yolladı. Biliyorum ne şartlarda ödediğini o aidatı. Gel gör ki ben daha senenin başında yine eski ortamlara daldım; ama babam bu sefer sağlam kazığa bağlamış ipi. Ben derse girmeyince hemen haber uçuyormuş babama. O da bir-iki derken duman altında enseledi beni…

–Sen sigaraya da mı başladın?

Ömer rezil olmanın ne kadar acı bir tecrübe olduğunu tadalı henüz bir hafta olmamıştı. Bunu bir kez daha yaşamak, Ömer’in başını âdeta göğsüne gömmüştü. Yere bakıyordu; ama yerin hiç yarılmaya niyeti yoktu.

–Dedem, ne desen haklısın…

–Ama oğlum, senin yaptığın da… Yani…

–Biliyorum dedem… Aynen ondan işte…

–Peki oğlum, ya baban fark etmeseydi ne olacaktı?

–Ne olacağı var mı? Bu çekirgenin yapacağı en uzun atlayış en fazla sekiz aylık olurdu. İmtihanın sonucu geldiği gün, her şey ortaya dökülecekti.

–Yani ömründen bir yıl daha hebâ olacaktı, değil mi?

Ömer bakışlarını yere çakmıştı. Bu arada Ömer’in gözyaşları yanaklarındaki terle birleşiyor, ardından da toprağı ıslatıyordu. Sesi titriyordu;

–Dedem, inan çok pişmanım…

Dedesi, Ömer’in pamuk gibi tıynetine geri döndüğünü görünce tavrında ısrarcı olmadı;

–Oğlum gel, otur bakalım şöyle. Şu ark boyunca akıp giden suya bak! Bir de uzayıp giden arkın kendine… Suyun geçtiği yerlerde büyüyen ayrık otlarını görüyor musun?

–Evet…

–Bir de arkın sonundaki güzelim nar ağacına bak. Bu su, hem ayrık otuna hayat kaynağı hem de nar ağacına. Hangisi faydalı?

–Elbette nar.

–Peki senin vaktin bu su olsa, meyven hangisi olurdu? Ayrık otu mu, nar mı?

Ömer’in cevabı sükûtunda gizli idi. Dedesi devam etti;

–Evlât, ilim işi, tahsil işi nazlıdır. Kendisine gereken ilgiyi göstermezsen kapatıverir kapılarını. Bir insan kolay yetişir mi? Bak ben şu nar ağacını bile nasıl emek emek yetiştiriyorum. Bunu ilk dikerken toprağın durumu, derinliği, fidanını yerleştirme şekli ve can suyu…

–Can suyu mu? O da nedir?

–Can suyu, fidanı diker dikmez verilen sudur. Genellikle bir-iki kova kadardır. Suyu en sevmeyen ağaca bile mutlaka dökülür. Yoksa fidan tutmaz. Onun da zamanı mühimdir, fidanı diker dikmez… Sonrasında budamasıydı, aşısıydı, ilâcıydı derken, bir bakmışsın narını tartamayan ağaçlar yetişivermiş. O meyvesini tartamayan narlar da bana hep zamanını güzel değerlendirmiş, kendini iyi yetiştirmiş âlimleri hatırlatır. İlmini bir an önce paylaşıp yeni nesillere faydalı olabilme arzusuyla taliplerini bekleyen o güzel, o kurban gönüllü insanları…

Ömer derin düşüncelerden sıyrılıp, birkaç kelimelik bir cesaret bulunca;

–Desene dedem, Ömer’in bugüne kadar, hep ayrık otlarına hizmet etti.

–Biraz öyle olmuş be evlât!

–Sıra nar ağacına gelsin artık değil mi?

–Eh gelse fena olmazdı hani…

–O zaman bana çok duâ et be dedem! İnan annemin-babamın karşısına çıkacak yüzüm yok. Anamın o iğne oyası paraları, babamın bana güç-belâ verdiği harçlıklar… Hep sigaraya, internete, ucuz muhabbetler uğruna koca bir hiç oldu gitti.

–Evlât, sen kendini düzeltmeye karar verdin mi? Eğer kararında sabitsen gerisi bir şekilde hallolur.

–«Verdim» desem yetecek mi ki dede? Nasıl bakarım ben onların yüzüne? Babam bizzat suçüstü yakaladı. Kaçacak, saklayacak hiçbir tarafı yok ki!

–Sana kaç diyen mi var? Git adamakıllı özrünü dile, otur paşa paşa dersine çalış. Babanın sana kızgınlığı ne diye? Aklını başına al diye! Hem onların da imtihan hazırlığından daha fazla uzak kalmana gönülleri râzı olmaz. Gördüğüm kadarıyla istedikleri kıvama çoktan geldin bile. Baban beni arayıp da olanları anlatınca:

“Sizin söyledikleriniz, benim aslanım için bir toz zerreciğidir. Gönderin ben onun tozunu bir silkeleyeyim.” dedim. Baban da seni bana gönderdi.

–Ne yani? Sen her şeyi biliyor muydun?

–Evet!

–Peki, plânın neydi?

–İşte bu! Ya hissî bir damardan senin aklını vardırmak…

–Ya da…

–Ya da şu gördüğün çapanın sapıyla tozlarını silkelemek…

–Ciddî misin dede?

–O kadar da ciddî sayılmam; ama şunda çok ciddîyim, kendine gerekli çeki düzeni vermezsen yaptıklarının altında kalırsın bunu iyi bil! Şimdi eve git, eşyalarını toparla. Yarın erkenden göndereyim seni.

–Dedeciğim siz ne yüce karaktere sahip insanlarsınız. Aynısıyla ben karşılaşsam, karşımdakini rezil etmek adına yapmadığımı bırakmazdım.

–O zaman öğreneceğin daha çok şey var evlât! Hepsi zamanla… Şimdi eve! Önce şu «Enver usta» mıdır, «üniversite» midir onu bir kazan da…

Ertesi gün, sabah namazı yine vakitlice edâ edildi. Ömer, güneşin ilk ışıklarıyla apar topar yapılan kahvaltının ardından şehrin yolunu tuttu. Ömer’in ayrılık esnasında dedesine hayran hayran bakışı, birçok cümleyi bünyesinde cem etmeye yetiyordu.

Artık o, bir ânını bile boş geçirmemek için kendine söz vermiş bir Ömer’di. Dedesinden aldığı can suyuyla bereket timsali narlar yetiştirmek adına söz vermiş bir Ömer…