En Kıymetli Ömür Sermayesi ZAMAN

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

On beş ilâ otuz milyar yaşında olduğu tahmin edilen kâinatla beraber başlayan zaman; âdeta esrarlı bir kronometrenin şahitliğinde an be an tükenmeye devam ediyor. Öyle ki; asla durdurulması, geriye veya ileriye alınması mümkün olmadan, kendi tayin buyurulan mecrâsında, her an fânîlik şimşekleri çaka çaka akıp gidiyor. Uçsuz-bucaksız kâinat çerçevesinde, her şeyin fenâ bulacağı bu ibretâmiz gerçek; her şeyi yaratan Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun yüce sıfatlarının da muhteşem bir izahı aynı zamanda…

Eşref-i mahlûkat olma hasebiyle, bu hususiyet için gereken bütün teçhizatı hâvî olarak yaratılan insanın, akıp giden zamanla irtibatı nedir ve nasıl olmalıdır?..

Ahmet Hamdi TANPINAR, zamanla olan münasebetini şu şekilde dile getiriyor:

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında,
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.

Üstad Necip Fazıl da, kendine göre gafletle geçen ömrüne hayıflanarak, zaman-insan ilişkisinin bir boyutunu şöyle ifade ediyor:

Tam otuz yıl, saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.

Ehlullah hazerâtı; «geçmişin artık elden çıktığı», «geleceğin de meçhul olduğu» nazar-ı itibâra alındığında; ikisi arasındaki insan için, kaçmak üzere olan yaşadığı ânın, değerlendirilecek bir fırsat olarak kaldığını belirtiyorlar. Tasavvufta bu şuurla zamanını değerlendirme hassasiyetine sahip olan sûfî, «ibnü’l-vakt» (vaktin oğlu) diye tavsif ediliyor. Çünkü bir sonraki ânın bilinmemesi hasebiyle; yaşanılan an belki de «son an»dır. Mâverânın eşiğindeki bu an; müphemiyetiyle, Hak dostlarını Yâr’dan ayrı kalma korkusuyla tir tir titreten bir andır. Bıçak sırtında geçen, artık her şeyin bittiği ve geçmişte kazandıklarından başkasının fayda vermediği bu hengâmı, üstad Necip Fazıl şöyle terennüm ediyor:

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner.

İnsanın hâlet-i rûhiyesine göre, zamanın hızlı veya yavaş akması gibi bir izâfiyet de bahis mevzuu edilir. Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un bir romanına verdiği isim gibi, bazen; «Gün Olur Asra Bedel»; bazen de «asır olur güne bedel». Bir mânâ kazandırılamayan veya üstesinden gelinemeyen ve rûhu cendereye sokan sıkıntılarla geçen zaman için birinci tavsif; yüce dâvâların takip edildiği, gönül âlemini şen kılan zaman için de ikinci tavsif kullanılır. İlkinde zamanı geçirmek için çırpınan rûhu pörsümüş insan; diğerinde diri bir ruhla onu durdurmak ister âdeta. Aslında; bu âlemin sıkıntıları karşısında;

“Bu da geçer yâ hû.” deyip, yeni bir heyecanla dirilmek vardır; ama, bu da her kişinin değil, er kişinin kârıdır.

Zaman; şu imtihan dünyasında, insana bahşedilen en kıymetli bir ömür sermayesidir. Geçen her an, en büyük bir bedel ödenerek de olsa, asla geri alınamaz. Elde kalan, şahsın fiiline göre, sadece pişmanlıklar veya gönül huzûru olur. Bu paha biçilemeyen değerine atfendir ki; «yerlerin ve göklerin sahibi» Allah Teâlâ -celle celâlühû-, onun üzerine yeminle, insanın saâdet yolunu şöyle işaret buyuruyor:

“Asra yemin olsun ki; bütün insanlar gerçekten ziyandadır. Ancak îman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (el-Asr, 1-3)

İnsanlığa en güzel örnek (üsve-i hasene) olarak gönderilen ve bütün fazîletlerin en mükemmel vasıfta tecessüm ettiği Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; zamanını değerlendirmek bakımından da kâbına varılamaz bir nümûne teşkil etmektedir. Uykularında bile mübârek kalpleri uyanık olarak duâ ve niyaz hâlini muhafaza eden O Varlık Nûru, ümmetini îkaz ederek;

“İki şey vardır ki; onlar hakkında insanların çoğu aldanış içerisindedir. Bunlar; sıhhat ve boş vakittir.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyuruyor. Her ânını sâlih amellerle taçlandıran Efendimiz; yine «sâlih kulların, iyiliklerini daha da artıramadıklarına; kötülerin de, kendilerini ıslah edemediklerine pişman olacaklarını» (Tirmizî, Zühd, 59/2403) buyurarak, vaktin değerlendirilmesi hususunda gaflete düşülmesinden sakındırmaktadırlar.

İnsanın çalışma sınırı ne kadardır? Belli bir süre işten sonra, âtıl bir vaziyette dinlenilmeli midir? Kur’ân-ı Kerim’de, faâliyet haddi ile ilgili olarak;

“Evet zorlukla beraber bir kolaylık vardır. O hâlde boş kaldın mı, yine kalk başka bir iş ve ibâdetle yorul.” (el-İnşirah, 6-7) buyuruluyor. Bugün muhtelif dallardaki faaliyetlerin, beynin farklı bölgelerince idare edildiği biliniyor. Bu sebeple bir meşguliyetle yorulan insanın; farklı gruptan bir meşguliyetle, dinlenirken çalışması, vakti daha verimli kullanması mümkündür. Tabiî bunun için de mefkûre sahibi, nefsin hevâsını dizginleyebilme azim ve iradesiyle yüklü, kâmil ve disiplinli bir şahsiyet olmak gerekiyor. Bütün değerli ilim, edebiyat ve sanat eserleri; göz nûru dökülerek ve zamanın fevkalâde verimli kullanılması ile hâsıl olan semerelerdir. Nesilden nesile değerlenerek devreden bu eserler, insanlığın ortak mirası olarak kabul görüyorlar.

Batıda ve doğuda ilmiyle temâyüz etmiş âlimlerin; çalışmalarını, çeşitli dallarda münâvebe ile sürdürerek yüksek verim seviyesine ulaştıkları biliniyor. Zekâsının vasat seviyede olduğu söylenen Edison, yüksek bir çalışma temposu ile başarılı bir ilim ve iş adamı olmuştur. Bu ilim adamı, iş hayatı ile ilgili olarak;

“Hayatım boyunca çalışarak eğlendim.” diyor.

İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri eser vermekte öyle velûd ki; yazdığı kitaplar, ömrüne nisbet edilince, güne kırk sayfa düşüyor. İslâm medeniyetinin bu büyük âlimi, ömür sermayesinin verimli kullanılabilmesi ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Ey oğul! Maksadın, rûhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler;

«Ne zaman geleceksin?» diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!”

Yine i‘lâ-yı kelimetullah uğrunda mücadeleleriyle tarihe şan veren devlet adamları; bazılarının iddia ettikleri gibi haremlerde değil, meydanlarda ömürlerini tüketmişlerdir.

Geçmişte asırları aydınlatan medeniyetimizde, şehir plânlaması cami merkezli olurdu. Müslüman bir cemiyette de; zamanın nirengi noktaları, namaz vakitleridir. Mütedeyyin bir insan; günlük faaliyetlerini, namaz vakitlerine göre ayarlar; zamanı, Hakk’ın rızâsı istikametinde kullanma gayretindedir. Günümüz cemiyetlerinde ise, bunun ne derece gerçekleşebildiği hususunda müsbet bir kanaat belirtmek, ne kadar doğru olur.

Gayesiz, âvâre kimselerin; hâlleri sorulduğunda;

“Vakit öldürüyorum…” dediklerine şahit olunur… Ne kadar vahim… Ağzı ile itiraf ediyor cinayetini; ama ne büyük bir hamâkat olduğunu fark etmeden. Daire mesaisine gider gibi kahveye giden emekliler; boş salonlardaki konferanslara inat, pop-müzik konserlerinde meydanlara sığmayan, kendilerini yerden yere vuran kızlar-oğlanlar; silâhlarını kuşanıp stadyumlara doluşan ruhsuz kalabalıklar; üniversitelerde bilgi, maharet ve kemalât yerine, şiddet, ideoloji ve cehâlet tahsil eden geleceğimizin sahibi gençler; din, îman, millî kültür sözlerini duyunca küplere binen aydınlar… Dünyevî (seküler) cereyanlarla savrulan, özleri pırıl pırıl olan bu insanlarımıza, zamanın kıymetini öğretmenin bir çaresi bulunmalıdır.

Yeryüzünde «halîfe» olmak gibi yüce bir vazifeye lâyık görülmüş olan insanın; bu dâvâ mûcibince, çevresindeki gidişâttan kendisini mes’ul görerek, vaktini ona göre kullanması icap eder.

Ta ki; «üzerine düşeni ne nisbette yaptığı» hususunda kendisini hesaba çektiğinde, gönlünü tatmin edebilecek bir cevap verebilsin. Kendisine emânet olarak verilen paha biçilemez değerdeki ömür sermayesini, bugünün küçülen dünyasında tebliğ, hizmet, fedâkârlık, sâlih amel… gibi verimli sahalara yatırarak, âhiret için kazanç temin edebilsin.