AİLE ARŞİVİMİZDEN İKİ FOTOĞRAF

YAZAR : Turhan ATEŞCİ atesci_turhan@hotmail.com

1900’lü yılların başı. Yedi düvel, bir posta saldıran yedi sırtlan gibi Osmanlı memleketinden parçalar koparmaya çalışıyor. Ülke, seferberlik hâlinde. Vatanın her köşesinde eli silâh tutanlar anadan, yârdan, yavrudan kopup Kafkaslardan Balkanlara, Afrika’dan Arabistan’a cephelere sevk ediliyorlardı.

Gidenlerin de, yolcu edenlerin de aklında aynı yakıcı soru vardı:

«Acaba dönmek nasip olacak mıydı? Nasip olsa bile ne zaman, ne hâlde döneceklerdi?»

İşte bu günlerde Konya’nın Elmacı Köyü’nde; kara yağız, uzun boylu, iri yapılı bir delikanlı yolcu ediliyor. Köyün çıkışında aile fertleri ve köylüleri ile sarmaş dolaş olan asker; gözyaşlarını saklamaya çalışan nişanlısıyla mahcup, kaçamak bakışlar dışında vedâlaşamıyor bile.

O akşamı, askerlik şubesinin bahçesine kurulan çadırda, şiltelerde birçok kader arkadaşıyla geçiren delikanlı; sabah içtimâsında gidecekleri yerin Arabistan cephesi olduğunu öğreniyor.

Talimle geçen birkaç haftanın sonunda nihayet beklenen gün geliyor. Delikanlı, yüzlerce tertibiyle birlikte trene biniyor. Sonra ver elini Arabistan çölleri…

Aradan dokuz yıl geçiyor. Bir değil, üç değil, beş değil, tam dokuz yıl.

Ne bir mektup, ne telgraf, ne de kuşun kanadında bir haber. Hani şehid oldu diye künyesi gelse, ona bile râzılar. Fakat hiçbir haber yok. Boşuna türküler yakılmamış:

Burası Huştur,
Yolu yokuştur,
Giden gelmiyor
Acep ne iştir…

Bütün dünyada olduğu gibi köyde de devran dönüyor. Kışlar yazları kovalıyor, inekler buzağılıyor, danalar öküz olup çifte koşuluyor. Fakat Arabistan cephesinden bir türlü haber gelmiyor.

Sözün burasında Ali İhsan Bey’in gözleri buğulanıyor, sesi titriyor. Çayından bir yudum alıyor.

Hikâyenin sonunu merakla bekleyen dört öğretmen arkadaşız. Edip, Ömer, Abidin Beyler ve ben. Ali İhsan Hoca okulumuzda İngilizce öğretmeni. Yaşlarımız henüz yirmi dört, yirmi beş.

Gümüşhane İmam Hatip-Lisesi, hepimizin ilk görev yeri. Arkadaştan öte, kardeşiz. 80 İhtilâli sonrasının puslu yıllarındayız.

Cephe can pazarıymış, diye devam ediyor Ali İhsan Bey.

Dokuzuncu sene, dedeme bir şarapnel parçası isabet ediyor. İki bacağı da dizinden bir karış yukarıdan parçalanıyor. Kaldırıldığı sahra hastahânesinde bacakları kesiliyor. Uzun süren tedavilerden sonra terhis edilip Konya’ya gönderiliyor.

Askerlik şubesi, bizim köyün muhtarına haber salıyor. Gazi asker, muhtara teslim ediliyor.

Dedem o vaziyetiyle köye gündüz vakti girmek istememiş. Bir ağacın altında oturup havanın kararmasını beklemişler. O akşam evde sevinç, hüzün, şaşkınlık, gözyaşı hepsi birden yaşanmış.

Gece geç vakit, annesi dedeme;

“–Oğlum, nişanlın seni bekliyor.” diyor. Dedem şaşırıp kalıyor. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyor. Sonunda;

“–Ana; ben bu hâlimle ne evlenebilirim, ne ev geçindirebilirim. Sen ona söyle, ben hakkımı helâl ediyorum. Varsın kendine uygun birisiyle evlensin.” diye konuyu kapatıyor.

Ertesi gün olanları öğrenen nişanlısı, koşarak dedeme geliyor;

“–Sen benim dünya-âhiret yoldaşımsın, hayat arkadaşımsın. Kötürüm oldun diye seni bırakır mıyım? Değil bacakların, belinden aşağısı olmasa yine seninle evlenirim. Ben çalışır geçimimizi sağlarım. Sen bunca yıl, vatan için çarpıştın. Artık otur, evinde dinlen.” diyor.

Ninem işte böyle Osmanlı bir kadınmış.

“Osmanlı kadın!”

Şimdi başımızı ellerimizin arasına alıp bu «Osmanlı kadın» mefhumu üzerinde düşünelim. Enine, boyuna, derinlemesine düşünelim.

Bir de günümüz evliliklerini düşünelim. Pamuk ipliğine bağlı evlilikleri, saman alevi gibi yanıp sönen evlilikleri. Annesizliğe ya da babasızlığa mahkûm edilmek gibi hiçbir çocuğa revâ görülemeyecek cezalara çarptırılmış çocukların yaşadığı parçalanmış aileleri. Her gün ortalama iki yüz seksen sekizinin yıkıldığı ailelerimizi.

Yirminci asrın başında, devletimizin uzun süren harplerden bunaldığı, memleketin parçalandığı, milletin yorulduğu bir dönemde; okuldan, eğitimden mahrum bir köylü kızı, nasıl oluyor da böylesi bir irfana, yüksek fazîlete sahip olabiliyor?

Toplumu gönülden kuşatan ve asırlarca devam eden bu olumlu, güçlü, baskın kültür nasıl oluşturuldu?

Ali İhsan Bey iki yıllık evliydi. Eşi lise mezunu bir hanımdı. Henüz çocukları yoktu. Eşiyle zaman zaman her evde olabilecek türden anlaşmazlıklar yaşadıklarını biliyorduk.

O sene, dokuz günlük kurban bayramı tatilini geçirmek için birçoğumuz gibi Ali İhsanlar da memleketlerine gitmişlerdi. Bayram dönüşü onunla çarşıda karşılaştım. Elinde valizi terminalden geliyordu. Yalnızdı. Bayramlaştık, hoş-beş ettik. Takıldım:

“–Bekârlık sultanlık derler ama inanma hoca.”

Canı sıkkındı, gülümsemeye çalıştı:

“–Bizim hanıma tatil yetmemiş. Biraz daha kalacakmış Konya’da.”

Asıl haberi ertesi gün okulda aldık. Ali İhsan, eve gelip kapıyı açınca şok geçirmiş. Ev tamtakırmış. Önce evin soyulduğunu sanıp polise gitmeyi düşünmüş. Fakat şahsî eşyalarının yerinde olduğunu görünce şaşırmış, duruma bir anlam verememiş. Sonunda kötü ihtimal, beynini kemirmeye başlamış. Doğruca postaneye gidip kayınpederiyle telefonla görüşmüş ve acı gerçeği öğrenmiş.

Meğer Konya’ya vardıklarında eşi;

“Ben birkaç gün annemlerde kalmak istiyorum.” diyerek kendisini baba evine bıraktırmış. Ertesi gün kiraladıkları bir kamyonla Gümüşhane’ye dönüp eşyaları toplayarak Konya’ya gelmişler.

İki yıllık evlilikleri, incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerle sona erdi.

İşte aile arşivimizden iki fotoğraf… Yorum sizin!