Kâmil Mü’minde; ZARÂFET, HASSÂSİYET, İNCE BİR RUH…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Kötülükler neyse.

Bazen;

Güzellikler bile istenen neticeye ulaşmaz.

Dertli dertli konuşulur:

‒Bir de namaz kılıyor, şu yaptığına bak!

‒Zalim herifin teki, her tarafı iyilik olsa ne çıkar!

‒Yahu bilenler de böyle yaparsa, bilmeyenler ne yapsın?

‒Koskoca adam, hâlâ arsız çocuk gibi!

‒Doğru, fakat böyle mi söylenir?

‒O kadar mahareti var, yazık ki hâlden anlamıyor.

‒Gûyâ fakültede hoca, bütün bilgisi kuru yonca…

‒Bu ne biçim talebe! Ne edep var, ne gayret!

Çarşıda, pazarda, hastahânede, eğitim dünyasında buna benzer cümleler; yığın yığın. Niçin?

Cevabı şu beytin içinde:

İnceldiği yerden kopar eşyâ, kafa yor,
İnsan da kalınlaştığı yerden kopuyor! (Seyrî)

Hakikaten;

Âhiret tarlası ve çarşısı olan şu fânî dünyada, olumsuzluk nâmına ne oluyorsa; insanlar, sahip oldukları özellikler itibarıyla kalınlaştığı zaman oluyor.

Îmanlar kalınlaşınca, hurafeler kasırga estiriyor.

Bilgiler kalınlaşınca, kaliteli cahiller artıyor.

Sözler kalınlaşınca, idrakler ve şuurlar kayboluyor. Sanat ve güzellik ölüyor. Özler can çekişiyor.

Özler kalınlaşınca; gerçek sevda ve ilâhî aşk, buhar oluyor.

Merhamet kalınlaşınca, zulmün en vahşisi patlak veriyor. Kardeş kardeşi hunharca öldürüyor. Feryatlara karşı kulaklar alışıyor, alışıyor ve sonunda sağır hâle geliyor.

Ahlâk kalınlaşınca; her türlü günah ve hata, özel bir kısmet zannediliyor.

Ticaret kalınlaşınca; sahtekârlığın en beteri, en büyük maharet olarak takdim ediliyor.

Samimiyet kalınlaşınca; yapmacık rollerin en ikiyüzlüsünü ortaya koyanlar, ödül alıyor.

Hâsılı;

İnsanlık kalınlaşınca; eşyanın tam tersine kopacak hâle geliyor, özelliklerini yitiriyor.

Fakat insan, ancak özellikleriyle insan.

Kâmil, olgun mü’min; ancak zarâfet sahibiyse, hassâsiyet ehliyse, ince bir ruh taşıyorsa, o zaman kâmil, o zaman olgun.

Bu sebeple;

Hayatı kuşatan bütün vasıflar; zarâfetle, hassâsiyetle ve incelikle mayalanmalı.

Çünkü bu vasıflar, insanda özellik hâline gelmedikçe; hiçbir haslet, gönülde mekân tutmaz; hiçbir güzel fikir, iradeye yerleşmez. Çünkü zarif, hassas ve ince özellikler; kalp ve beyin gibidir. Onlar olmadan diğer özelliklerin tamamı boştur, nafiledir, faydasızdır. Mahiyet ise, vâkıaya göre. Meselâ bir zenginde cömertlik özelliği yoksa, hiçbir özellik yok demektir. Bir âlimde tevâzu ve ihlâs yoksa; o âlim, hiçbir şey bilmiyor demektir. Bir insanda îman yoksa, o da insaniyet özelliğinden mahrumdur.

O hâlde;

Hayat; lâkırdı değil, ancak idrak zamanı.

Boşboğazlığa vakit yok.

Her şeyde vasıf zarurî. Bin bir özellik şart.

Bu da evvelâ;

Zarâfetle, hassâsiyetle ve ince bir ruh ile mümkün.

Çünkü fânî dünyada ebediyet ölçüsüne göre müsbet / olumlu / doğru ve güzel ne varsa, ancak incelmiş özellikler etrafında. Ârif gönüllerin yanında. Mâneviyat incilerinin sedefi olan ruhlarda. Dîni, hassas yaşayanlarda. Ne varsa, ancak zarif ve ince ruhlarda.

Çünkü;

Îmanlar ince olunca; engin ovalar misali, alabildiğine amel-i sâlihlerin en verimli toprağı hâline geliyor. Şüphe ve zannın kırıntısını bile barındırmıyor.

İbâdetler ince olunca; takvânın lezzeti, kalbi de canı da kuşatıyor ve yaşatıyor, yaşatıyor, yaşatıyor.

İlimler ince olunca, mâneviyat ve rûhâniyetin en hikmetli lisanı ve iki dünyanın en mûtenâ tercümanı oluyor. Allah’tan alıyor, Allâh’a götürüyor.

Sözler ince olunca, mânâlar derya kesiliyor; idrak ve şuur açılıyor, hayat ve sanatta güzellikler meşheri meydana geliyor.

Özler ince olunca; hakikî muhabbet ve aşk-ı ilâhî, gönüllerin ebedî baharı oluyor.

Merhamet ince olunca, «Dicle kenarındaki kuzuyu bir kurt kaparsa, Allah bana sorar.» anlayışı kalpleri titretiyor. En sessiz acı feryatlar bile, kulak zarlarını patlatıyor. İnsan; her iniltiyi işiten, her sancıyı duyan bir şefkate bürünüyor.

Ahlâk ince olunca; edep iklimi diriliyor ve o iklimde en küçük sevap, ecir, gayret ve hizmet bile en büyük nasibe dönüyor.

Ticaret ince olunca, dürüstlük ve cömertliğin akarsuyu gibi bereket içinde bereket saçıyor. Mahrumu ve kimsesizleri fark ediyor, çare oluyor. Yetim ve gariplere kanat geriyor. Mâbedleri minare minare yükseltiyor. Eğitim yuvalarını birer dergâh gibi donatıyor.

Samimiyet ince olunca; ihlâs ve takvâ, sarsılmaz bir özellik arz ediyor.

Hâsılı;

İnsanlık ince olunca; eşyanın tam tersine, hiç kopmayacak bir hâle geliyor ve sayısız mükemmel özelliklere sahip oluyor. Kâmil bir mü’min oluyor. Ârif ve olgun bir gönül oluyor.

Onun için;

Özellikler, ince olmalı. Meseleler inceden inceye ele alınmalı.

Unutmamalı ki;

Kalın gözler, mikrobu göremez. Kalın kulaklar, sevda bestelerini işitemez. Kalın ruhlar; vücut karanlığında kalır da dolunay gibi süzülerek, vuslat sabahına eremez.

Namaz bile;

Şayet zarif, hassas ve ince bir gönülle kılınmamışsa, makbul değildir.

Hani;

Diploma var, vasıf yoksa ne fayda?

Ehliyet var, tecrübe ve liyakat yoksa, neye yarar?

Madde var, mânâ ve hakikat yoksa, ne kıymet?

Demek ki;

Sadece vasıflı olan davranışlar, geçerli. Evet, vasıflı inançlar, ibâdetler ve hayat tarzı; yedi kat göklerde geçerli.

Hayat ve ölüm, bu gerçeği söylüyor.

Ancak vasıflı ilim; insanı, âlim yapar. Ancak vasıflı cömertlik; insanı, kerem sahibi yapar. Ancak vasıflı mes’ûliyet; insanı, gayrete getirir ve muvaffak eder. Ancak vasıflı hizmet, himmete vesiledir. Vasıflı bir söz, koca bir kütüphaneye bedeldir. Vasıflı bir eğitim, taşı bile yeşertir. Vasıflı bir terbiye, tenekeyi bile altından daha değerli hâle getirir. Gerçekten vasıflı bir sanat, ölümsüzlük iksiri içmiş bir güzellik sergiler. Allah yolunda vasıflı bir tek damla, binlerce okyanus doğurur. Vasıflı evlilik; yoklukların kıskacında bile rahmettir, bereket ve huzur gülşenidir. Vasıflı dostluk, cennet arkadaşlığıdır. Vasıflı hayat, fânî olanı ebedîleştirir.

Lâkin;

İlim, insanda özellik hâline gelmemişse; o insanı âlim saymak, hem onu hem başkasını kandırmaktır. Yani özellik hâline gelmiş olan bir ilim gerek. Ta ki ilmin maksadı gerçekleşsin. Namazdan maksat ne? Hak rızâsı. O rızâyı gerçekleştirecek hâl, namaz kılan kimsede özellik olmalı ki makbul olsun. Yoksa boşuna! Nice âlimler var ki; yol kesici, aldatıcı, kandırıcı. Niye? Bildikleri, kalplerinin özelliği olmamış. İlimleri; sadece kuru bilgi hâlinde, engin bir vasıf hâlinde değil.

Vasıf nedir?

Bilginin filizlenmesi.

Tıpkı tohumun yeşerip de ağaç hâline gelmesi gibi.

İnsanlar bu şekilde özellikleri arttıkça kıymetli. Vasıfları arttıkça yüce. Yüceldikçe ahsen-i takvim, cümle varlığın gözbebeği. Bu makamda dolunay misali bir pîrin bir anlık tebessümü bile; güneşten daha tatlı, aydan daha güzel. O tebessüm, bütün ıstırapları dindirmeye ve yorgunlukları gidermeye kâfî. Çok dedeler gördüm, ceplerinden çıkarıp çıkarıp verdikleri küçücük bir şeker ile mahalle çocuklarına doyumsuz bayramlar yaşatıyordu. Kalpleri sıcacık muhabbetlerle dolduruyordu. Görünen mükemmel bir vasıftılar.

Görünen vasıf nedir?

Ekilen mahsulün semeresi. Yerli yerinde tabiî olarak ortaya çıkan özellik.

Çünkü her vasıf, yaşayış aynasında kendini gösterir. Yaşandıkça, mevcut olup olmadığı tezâhür eder.

Meselâ;

Sabır, kişinin lâkırdısında değil; kızgınlık, öfke ve gazap ânında belli olur.

İlim, olgunluk ve hikmet vadisinde belli olur.

İbâdete düşkünlük, ezan vaktinde belli olur.

Gerçek altın, mihenge vurulduğu zaman anlaşılır.

Altın gibi insanlar da, meşakkat mihenginde barizdir.

Tabiî hassâsiyet ölçüsüyle.

Yani hassas olmak, mühim bir şart. Zira;

Hassas kulak, diğer kulaklardan daha mükemmel işitir. Herkesin işitmediğini duyar. Ta ötelerdeki ses, onun yanı başındadır.

Hassas göz, daha net görür. Perdeleri delip geçer. Gölgelere takılmaz. Öteleri seyreder. Yedi kat gökleri; en karanlık gecede bile, gündüz gibi temâşâ eder.

Hassas gönül de, daha güzel hisseder. Duyguludur, sevdalıdır, vefâlıdır. Fakat hassâsiyetini yitiren bir gönül; ne yazık ki, kütük gibidir. Orada îman olsa bile, hiçbir yeşerme meydana gelmez. Tomurcuk oluşmaz. Meyve vermesi imkânsızdır.

İdrak etmeli ki;

Hassâsiyet ve incelikler, insanın gözüne nur, kalbine sürur. Çünkü hassas ve ince özellikler, insan için muazzam bir kudret ve ihtişam vesilesi; kalın ve kaba özellikler ise, zayıflık ve cılızlık.

Bunun için;

Gönül inceliğine sahip olmak ve mükemmel özellikleri hiçbir şekilde yitirmemek gerek. Hacı Musa TOPBAŞ Efendi Hazretleri; rastgele dilencilere de sadaka vermesinin sebebini, bir sohbetinde şöyle açıklamıştı:

‒Muhatabın istismârını düşünüp de vermeme belâsına, yani cimrilik tuzağına düşmemeli. Bir-iki kuruş da olsa vermeli.

Ne muhteşem ince bir ruh. Hassas ve zarif bir gönül. Lisanı, hikmet. Bakışı, basîret. Kafadaki gözün mahareti değil bu, kalbin hüneri. Bunu kavrayamayanlara Hazret-i Mevlânâ diyor ki:

“Ey oğul!

Sen bir yağ parçasını, görme sebebi sanma! Görme hâssası, Allâh’ın o ufacık yağ parçasına bir ihsanıdır! Öyle olmasaydı insan, rü­yada bir şey göremezdi! Çünkü insan; gözü kapalı uyurken, gözsüz olarak rüya görür.

Nûrun, yağ parçası ile bir ilgisi yoktur; fakat merhamet sahibi, sevgi ihsan eden Allah, ona bu ilgiyi sağlamıştır!

Eğer Allah, rüzgâra gözsüz bir görüş vermeseydi; Âd Kavmi’nin ina­nanları ile inanmayanlarını nasıl ayırt edebilirdi?

Ey oğul!

Deniz köpüğü üzerine at sürmek, şimşek ışığı ile mektup okumak; hırs yüzünden sonu görmemektir. Kendi gönlüne, kendi aklına gül­mektir.

Aklın hâssası, her şeyin sonunu görmektir. Sonu görmeyen akıl, nefs sayılır.

Ahmak kuş, bir avcıdan kuş sesi duyar da ona doğru uçar gider.

Bir kişi; zekâdan ibaret olsa bile, mademki onda ayırt ediş hâs­sası yoktur, o bir ahmaktır.”

Ahmağın sayısız özelliği olsa ne kıymeti var? Ayırt ediş hâssası olmadıktan sonra, bin bir vasıf neye yarar? Çirkine ve kötülüğe güzel diyen bir göz, ne kadar gözdür? İsyanı seven bir kalp, ne kadar kalptir? İşte ilâhî tasvir:

“Kötü işi, kendisine süslendirilip de onu güzel gören kimse…” (Fâtır, 8)

“…Firavun’a (da), kötü işi güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkondu. Firavun’un hilesi, elbette boşa gidecekti.” (el-Mü’min, 37)

Elbette;

Çakal için leş, daha güzel. Yılan için zehir, baldan tatlı. Hınzır için pislik, lokum gibi. Çünkü onlardaki maya özellikler öyle. Hepsi de kendi özelliğinin âşığı.

İnsan da aynı şekilde, özelliklerini seven bir varlık.

Fakat hatalı sevgi, özelliği kıymetli yapmaz.

Onu kıymetli yapan, özelliğin ilâhî mührü. Yani insan için, Allah neyi seviyorsa; özellik o, vasıf o. Kulu yücelten vasıf, gerçek özellik bu. Bu meyanda; cennete nâil eden yaşayış, en büyük vasıf. Hakk’a yaklaştıran adımlar, baştan aşağı çile de olsa en büyük özellik. Aksi hâlde vasıf zannedilen nice şeyler; insanı bitirmekte, batırmakta, ziyan etmekte.

Vâkıadır:

Bir araba, hangi yakıtla çalışıyorsa; ona, o yakıt konulmalı ki, maksat hâsıl olsun. Yoksa benzin ile çalışan bir vasıtaya; soda veya pekmez doldurulsa ne fayda, bal doldurulsa ne fayda!

İnsan için de böyle.

Özellikler; insaniyeti oluşturmaya mâtufsa, Hak katında makbul. Değilse; insanoğlu, aşağıların aşağısına mahkûm.

İdrak etmeyenler;

Vasıfların kattığı değer yolunda, yakıştırma özelliklerin peşinde savruluyor. Yakıştırma özellikleri; gûyâ kendini yüceltmek için, fakat başkasını da cüceleştirmek için kullanıyor. Görmüyor ki yakıştırdığı özelliklerin cılızlığı ve kötülüğü; içteki engin hazineleri yok ediyor, iflâs ettiriyor. Görmüyor ki yanlış yönde bir özellik, yerin dibine geçirmekte. Görmüyor ki;

Şeytan, zirvelerin zirvesinde idi. Yanlış bir özelliğe heveslendi ve daha o anda yerin dibine yuvarlandı.

Görmeyen; yine de görmüyor ki, niceleri haddini aştığı için, şu ilâhî sille ile helâk oldu:

“Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, bunu yapacak olsaydık; şânımıza uygun şekilde yapardık; ama yapmayız.

Gerçeği bâtılın başına çarparız ve onun beynini parçalar; böylece bâtıl ortadan kalkar. Allâh’a yakıştırdığınız vasıflardan ötürü, yazıklar olsun size!” (el-Enbiyâ, 16-18)

Hâlâ görmeyen, varsın görmesin.

Bizler görmeye gayret edelim. Görelim ki;

Niceleri; «Ne güzel kul!» müjdesine mazhar oldu.

Zarâfetleri, hassâsiyetleri ve ince ruhları; sonsuz hakikatlerle yoğruldu. Yönleri sadece vuslat dergâhına doğruldu. İlâhî âyetler karşısında her nefes, kalpleri titredi. Garibe baktılar, gözleri ırmak ırmak aktı. İlâhî sanatı seyrettiler, içlerini aşk ile yaktılar. Nâdanlara gıpta etmediler, daima melekler tarafından gıpta edilen şahsiyetler oldular.

Neticede;

Gafillerin kudretleri bile, acziyete dönüşürken; onların acziyetleri dahî, muazzam kudretlere dönüştü. Cılızlıkları bile, muhteşem bir sanat oldu.

Çünkü onlar;

Kâmil mü’mindiler.

Hazret-i Mevlânâ’nın bahsettiği ney misali.

Aşkın edebini yaşadılar;

“Bıksa herkes bir balık bıkmaz sudan.” (Mesnevî’den nazmen terc. Seyrî) dediler ve hiç bıkmadılar, yorulmadılar, durmadılar.

Ecel gibi acılar bile; muhabbetlerini ve gayretlerini engellemedi, daha da artırdı.

Çünkü onlar;

Kâmil mü’mindiler.

Zariftiler.

Hassastılar.

İnce bir rûha sahiptiler.

Onlara cennet kapıları açıldı ve kendilerine;

“Size selâm olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedî kalmak üzere buraya girin.” (ez-Zümer, 73) denildi.

Ne mutlu!