İKİ MÜHİM İHMAL…

YAZAR : Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

İKİ MÜHİM İHMAL…

Orhan; dünya ve âhiretine faydalı, ihlâsla mezcolmuş gerçek ilme, aşk ile sarılmıştı. İlâhiyat Fakültesindeki derslerini, sadece okulda verilenlerle yetinmeden etraflı bir şekilde tahsil ediyordu. Özellikle hâfızlığını da tekrarlıyordu. Geleceğin dünyasında tebliğin zarûrî bir şartı gördüğü İslâmî kültür ve irfânını artırmak için elinden gelen gayreti gösteriyordu.

Bu çerçevede;

Hizmet ve irşad çalışmalarına şevkle devam ediyordu. Fakülte arkadaşlarını Yûnus Dede’nin sohbetlerine davet ediyor; onların ilmi, sâlih amel ve ihlâs maiyyetinde tahsil etmeleri noktasında emr bi’l-mâruf, nehy ani’l-münker vazifesini asla ihmal etmiyordu. Öğrendiklerini, anlatmak, bilhassa yaşayarak öğretmek; hem bilgisinin zekâtı oluyor, hem de takvâsı daha da pekişiyordu. Pek çokları, çalışmama mânî olur, diye hizmetten kaçınırken; Orhan, ilmî çalışmaların zevkini bilhassa hizmette buluyordu. Çünkü hizmet hayatı, ilmine engel değil; bilâkis yaşamak ekseninde olduğu için ilmini iki kat artıran mânevî bir destek hükmündeydi.

Bu bakımdan;

Doğrularla yanlışların arasını en güzel şekilde ayırt edebiliyordu. Helâl ve haram çizgilerini çok net fark ediyordu. Basîret gözü, her geçen gün biraz daha ışıldıyordu.

O gözle baktığında gördüğü hakikatleri bir bir tahlil ediyor, karşısına çıkan problemleri de görüyor ve çözmeye çalışıyordu.

Bu problemler arasında bir tanesi vardı ki, yüreğini kanatıyordu.

O da;

Helâl ve haram çizgilerini hiçe sayan rastgele ihtilâtlardı.

Evet;

İlgilendiği gençlerin önemli bir kısmı, kız öğrencilerle lâubâlîliğe kaçan bir ihtilât hâlindeydi. Oturup kalkmak, telefonlaşmak, mesajlaşmak, internetten görüşmek çok mâsum bir şey gibi yayılıp gidiyordu. Orhan bunun yanlışlığını anlatmak istedikçe farklı farklı ağızlardan nefsânî savunmalar işitiyordu:

“–Ağabey, biz sadece arkadaşız…”

“–İyi de ateş ile barutun arkadaş olduğu nerede görülmüş?!.”

Kimisi, ciddiyetten dem vuruyordu, fakat ciddiyetsizliğin âlâsı içindeydi:

“–Ağabey, biz ciddiyiz! Evleneceğiz. Hattâ günaha girmeyelim diye önce dînî nikâh kıyacağız!”

“–Ailelerinizin haberi var mı?”

“–Eee, şimdilik yok!”

“–Sakın kıyma kardeşim! Ne kendine, ne de o kardeşimize!”

Kimisi, daha bir lâubâliydi:

“–Ya sen ne anlatıyorsun Orhan! Tanımadan, etmeden evlenilir mi? Önce arkadaşlık kurmalıyız. Bir süre gezip tozmalıyız ki, gönlümüz birbirini sevecek mi, anlayalım…”

“–Otomobil mi alıyorsun ki önce deneyesin; beğenmezsen iade edesin?!.. Bir kere evlenme çağında ve şartlarında değilsin… Farz edelim, evleneceksin; o zaman ciddiyetle, ailelerin bilgisi ve kontrolü dâhilinde, konuşulması gereken hususlar konuşulur, o kadar…”

Kimisi aslında birçoğu gençliğin duygu selinde sürüklenmekteydi:

“–Kopamam abi, biliyorum yanlış olduğunu fakat… Ne bileyim… Bağlanmışım bir kere… Hem sadece telefonla filân görüşüyoruz, mesajlaşıyoruz. Bunda fazla bir mahzur yoktur herhâlde?”

“–Senin kız kardeşin aynı durumda olsa?”

“–…”

Kız öğrencilerin bazıları da bu durumu; kılık-kıyafetlerindeki dikkat çekicilik, hâl ve tavırlarındaki rahatlık ile -bilerek veya bilmeyerek- körüklüyordu. Damarlarda deli bir kanın aktığı bu gençlik çağında, dikkat ve îtinâya daha bir ihtiyaç vardı hâlbuki…

Orhan, bu meselenin sadece gençliğin problemi olmadığını biliyordu.

Geçenlerde ziyaret ettiği Doktor Selim Bey de anlatmıştı:

Çağımızda dînin hayat ölçülerine riâyet edilmedikçe problemler daha büyük bir çıkmaza dönüşüyordu. Asr-ı saâdette, yaşandığına dair hiçbir iz bulunmayan psikiyatri vak’aları, rûhî problemler; bugün had safhadaydı.

Sevgi, hürmet, sadâkat, merhamet ve huzur yuvası olması gereken aileler; şiddet, kavga, nefret, ihânet, acımasızlık ve bunalım kafeslerine dönüştürülüyordu. Boşanmalar artıyordu. Anne olmak istemeyen kadınlar, evlâtlarını bırakıp kaçan anne veya babalar, fâcialar… Kürtaj kasapları tarafından ana karnında katledilen mâsumlar… Duyulmayan feryatlar… İşitilmeyen iniltiler Orhan’ın kulağında uğulduyordu.

Orhan da son sınıfa yaklaşıyordu. Mezun olacak, o da dînini tamamlayacak bir huzur yuvası tesis edecekti. Fakat endişeliydi. Gidişat mide bulandırıcıydı.

Yıllar öncesini, sefâhat içindeki günlerini derin bir acıyla andı. Arkadaşları, kıyısında dolaştıkları çukurun içindeki cehennemden habersiz idiler. Merakla, acemîlikle, tehlikenin etrafında dolaşıyorlardı. Orhan ise, terbiye görmemiş bir nefsin temâyül ettiği, sıcaklık duyduğu o âlemlerin, saâdet değil sefâlet olduğunu çok iyi biliyor, fakat bazı arkadaşlarına anlatamıyordu.

Kendisine yardım elini uzatanları teşekkürle ve duâ hisleriyle bir kez daha andı ve Allâh’a hamd etti. Bu düşüncelerle Hüdâyî Camii’ne doğru yürüyordu. Bugün sohbet arkadaşlarından birinin düğünü vardı. Düğünde de Yûnus Dede’nin sohbeti…

Camiye yaklaştıkça huzûru arttı.

Yûnus Dede sohbetinde, ailevî mevzulara temas ettikten sonra, Orhan’ın dertlerine bir bir reçeteler vermeye başladı:

“Muhterem kardeşlerim…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Benzemek ve benzeme gayreti içinde olmak, kişinin şahsiyetinin omurgasını teşkil eder. Bir kişi; ırkî, millî veya ailevî olarak içinde bulunduğu topluma değil; gönlünün temâyül ettiği, benzemeye çalıştığı, yöneldiği topluluğa aittir, o millete mensuptur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, gayr-i müslimlere benzememek hususunda çok büyük bir hassâsiyet göstermiştir. Tırnak kesiminden, saç şekline; teferruat kabîlinden gelebilecek birçok hususta bile, İslâm şahsiyetinin gayr-i müslimlerle ittifak hâlinde olmamasına dikkat etmiştir. Hattâ Muharrem ayının onuncu günü tutulmasını emrettiği orucu; aynı gün oruç tutan yahudilerden farklı olmak için, dokuzuncu veya on birinci günüyle beraber tutmayı emretmiştir.

Ezanın teşrîinden önce; «İslâm mâbedine ne ile davet edelim?» istişâresi yapılırken, yahudi ve hıristiyanlara ait çan ve boru çalmak gibi usûller, onlarla aynı olmamak hassâsiyetiyle reddedilmiştir.

Böylece bir müslümanın, her şeyiyle kendine, kendi dînine, irfânına, sanatına, öz değerlerine mahsus bir şahsiyet kurması; bunu medeniyet ölçeğinde de cemiyetin her köşesinde, evinde, işinde, mâbedinde, mimarîsinde, mutfağında, elbisesinde her şeyinde sergilemesi sağlanmıştır.

İslâm medeniyeti; bu kendini muhafaza ve ihtilât etmeme prensibinden güç alarak, kısa sürede muazzam eserler vücuda getirmiştir.

Fakat müslümanların izzeti, dînî yaşayışlarındaki gevşekliğe paralel olarak zayıfladıkça, ağyâre benzememe prensibi de zayıfladı. Maalesef globalleşme, kültür emperyalizmi gibi tabirlerle anılan rüzgârlar, bu konuda dikkatsiz müslümanların birçok hassâsiyetini uçurdu.

Bu sahada en büyük yara; en hassas, en mahrem sahamız olan tesettür ve kadın-erkek münasebetlerinde açıldı.

Hâlbuki;

Tesettür, İslâm’ın kadına verdiği kıymetin bir ifadesidir.

Tesettür, insanlık haysiyeti olan iffetin bir kalkanıdır.

Tesettür; «Zinâya yaklaşmayın!» emrine tavizsiz bir teslîmiyetin zarif bir nişânı olarak; kadını cinsî istismarlardan, mütecessis ve mütecâviz bakış ve düşüncelere maruz kalmaktan muhafaza eden bir takvâ zırhıdır.

Tesettür, sadece zâhirî bir örtünüş değil; aynı zamanda bâtınî olarak da hayâ kaftanına, iffet libâsına, takvâ ve verâ elbisesine bürünmektir.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“(Ey Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle! Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhafaza etsinler. Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere zînetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (en-Nûr, 30-31)

Âyet-i kerîmeler, kadına tesettürü ve nâmahremden kaçınmayı emrederken, erkeklere de gözlerini sakınmalarını buyurarak, iffetin muhafazasından her iki tarafı da mes’ul tutmuştur. Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (el-Ahzâb, 59)

Bu âyet-i kerîmeler nâzil olur olmaz, sahâbe hanımlarının nasıl bir şevk ile, hiçbir tereddüt göstermeden ittibâ ettiklerini Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle anlatır:

“… Nur Sûresi’nde; «Kadınlar, başörtülerini yakalarının üstüne örtsünler…» âyeti inince, (sahâbî hanımların) erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler; hanımlarına, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allâh’ın kitabını tasdik ve ona îmân ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hazret-i Peygamber’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.” (Buhârî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn-i Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut, 1402/1981, II, 600)

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, tesettürün tatbikatında gerekli hassâsiyetleri tâlim buyurdular. Vücudu gösterecek şekilde ince yahut hatlarını belli edecek şekilde dar giyinilmesinin, bedeninin tamamını örtse de İslâm’a uygun bir tesettür olmadığını; âhirzamanda bunu gözetmeyecek kadınları; «Giyinik çıplaklar!» olarak tarif edip, âkıbetlerinin cehennem olacağını ihtar ettiler.

Efendimiz’in haber verdiği âhirzamanda yaşıyoruz.

İnternetin, televizyonların, dizi ve filmlerin, reklâmların, modaların telkiniyle, kimilerince tesettür sulandırılmış, batıdan estirilen, kadını dış dünyaya teşhir edici moda ve stiller, tesettür adı altında pazarlanır, giyilir olmuştur.

Yer yer ifade ettikleri üzere; ehl-i dünyanın bile müslümanlara yakıştıramadığı bu pespâyelikten, müslüman kadını kendini muhafaza etmelidir. Müslüman hanımının dış elbisesi, vücudun şeklini göstermemelidir. Çünkü mesele deriyi kapatmak değil, vücudu örtmektir. Çarşaf, pardesü ve benzeri mahallî kıyafetlerde bu gerçeğe riâyet zarûrîdir. Elbisenin; bol olması, İslâm asâletini, nezâhetini ve iffetini yansıtması şarttır.

Unutulmamalıdır ki, tesettürü emreden Allah’tır ve onu; Allah Rasûlü’nün tarif ettiği şartlar içerisinde istemektedir. Bu şartları taşımadan giyinip, sokağa çıkan bir kadın; tesettüre riâyet etmiş olmaz. Sadece kendisini kandırmış olur.

Sadece tesettür değil, bugün kadın-erkek münasebetlerinde de İslâm’ın prensipleri yer yer unutulmaktadır.

Dînimizde; sedd-i zerâyi‘, yani harama götürebilecek yolların kapatılması prensibi vardır. Bundan dolayı, aralarında mahremiyet bulunmayan kadın ve erkeğin, zarûrî bir hâl olmadıkça ihtilât etmeleri, bir arada bulunup samimî, lâubâlî bir karmaşıklık içinde yaşamaları, çalışmaları, oturup kalkmaları haramdır. Alışveriş, resmî işler ve benzeri sebeplerle, birbirleriyle muhatap olan kadın ve erkekler de; ciddiyet içerisinde ve zaruretin gerektirdiği kadar bir arada bulunabilirler.

Batının, zinâyı önemsemeyen, aile ve nesli muhafaza endişesi taşımayan telkinleri; maalesef batılılaşma sevdasındaki zihinleri iğfal etmiş, her tarafta karma karışıklık; bir fazîlet, bir medeniyet gibi takdim edilmiştir. Bu hususta gösterilen en küçük bir hassâsiyeti; «Bu devirde haremlik, selâmlık mı olur!» diye küçümsemek, alaya almak ehl-i fıskın âdeti olmuştur.

Müslüman erkek ve hanımlarımız unutmamalıdır ki, adına ister flört, ister arkadaşlık, ister başka bir ad verilsin, bir kadının nâmahrem bir erkekle; dostluğu, yakınlığı, gizli veya alenî görüşmesi, sohbet etmesi haramdır.

Üstelik ahval de gösteriyor ki; kadın, tesettürden uzaklaştıkça kıymet kazanmamış, cinsî, şehevî bir metâ hâline gelerek değersizleşmiştir.

Kendine mahsus haremliğin sultanı olan kadın; oradan çıkarılmış, karma düzende erkeklerin hoyrat ortamlarında ezilen, istismar edilen bir köle, bir figüran hâline gelmiştir.

Sayıları son yıllarda süratle artan, şiddet ve baskı gören, öldürülen, yaralanan, tehdit edilen kadınlar; insaf ve vicdan ile araştırılırsa görülecektir ki, ekseriyetle karmaşık, dînin hassâsiyetlerinden uzak, güyâ özgür hayata itilen, savrulan kadınlardır. Hâlâ çâre diye, daha fazla savrukluk, daha fazla değerlerimize uzaklık getirecek batı metotlarının telkin edilmesi ne kadar hazindir.

Kadına gerçek haysiyet ve değerini sadece İslâm vermektedir.

Dîni; ilim, amel ve ihlâs temelinde şer’-i şerîfe uygun bir şekilde yaşamak için, devrin rüzgârlarına kapılmamalı; bizim için gerçek ve en muhteşem asır olan, asr-ı saâdetin, mesut ve bahtiyar müslümanları olan ashâb-ı kiram hazerâtının; o saf, tertemiz teslîmiyetiyle İslâm’ı yaşamaya gayret etmeliyiz.

İslâm’ın en güzel şekilde yaşandığı ilk cemiyet prototipi, Fahr-i Kâinât Efendimiz ile Hazret-i Hatice Vâlidemiz, Hazret-i Fâtıma, o evde yetişen ve o evin damadı olan Hazret-i Ali Efendilerimizin teşkil ettiği, cihanın en saâdetli yuvası idi.

Hânelerimiz, O Saâdethâneye; kızlarımız Hazret-i Fâtıma’ya, delikanlılarımız Hazret-i Ali’ye, annelerimiz Hazret-i Hatice ve diğer ezvâc-ı tâhirâta ve cemiyet olarak hepimiz Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne ne kadar benzeyebilirsek, iki cihanda o denli saâdete ve huzura nâil olabiliriz.

Cenâb-ı Hak, ailelerimizi ehl-i beytin nûruyla nurlandırsın. Cemiyetimizi, asr-ı saâdet; saâdet ve sürûruyla bahtiyar kılsın!

Âmîn…”

Orhan, bu sohbeti hem aklına, hem de telefona kaydetti.

Hem de gönlüne iyice kaydetti.

Kaydetti, çünkü;

Arkadaşlarını grup grup davet edecek, uygun atmosferde, onlara bu hakikatleri dinletecekti. Çünkü;

Bu iki ihmali giderip, aile saâdetimizi ikmal etmedikçe, yuvalarımızda huzur mümkün değildi. Mırıldandı:

–Bugün dağılan aileler, bu iki ihmali bertarâf etse, bütün bir nesil kurtulur!

Annesinin kabrini ziyarete yöneldi.

İçinde;

Bütün bir neslin kurtuluş reçetesi için gayret besmelesi vardı. İki ihmali düzeltmeye azimle dolu bir gayret besmelesi…