BİR ŞAHÂDET BİN SAÂDET

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, Tûr yolundaydı.
Yolda içini burkan bir manzarayla karşılaştı.
Beline mecûsî kuşağı kuşanmış bir ihtiyar, ateşe tapınmaktaydı. Koca bir ömür yaşamış, saç-sakal ağartmış, âdeta beli bükülmüş bir ihtiyarın, hâlâ dalâletten kurtulamamış olmasına ve ateşe tapmasına, Musa -aleyhisselâm- çok acıdı ve o bîçareye rahmet nazarı ile nazar etti ve sordu:
“–Ey ihtiyar! Kaç yıldır bu ateşe tapar ve Allah Teâlâ’ya şirk koşarsın?”
“–490 yıldır.”
“–Vah vah!.. Yazık sana, gel bu dalâletten vazgeç! Bugüne kadar yaptığına ve taptığına pişman ol, tövbe et ve âlemlerin Rabbi olan ol Vâhid-i Kahhâr’a îman getir ki, ebedî âlemde seni cehennem ateşiyle yanmaktan kurtarsın.”
Hazret-i Musa, yumuşak ve tesirli sözlerle, yaşlı adama bir hayli tesir etmişti. Fakat adam korkuyordu:
“–Yâ Musa! 490 yıl ateşe taptıktan sonra, Allâh’a yönelsem, beni kulluğuna kabul buyurup affeder mi, cehennemden âzad eyler mi, cennetine koyar mı?”
“–Elbette kabul eder, elbette affeder. O, Cömertler Cömerdi, Merhametlilerin En Merhametlisi’dir. Dergâhına yüz tutanları asla boş çevirmez ve mahrum da etmez. Îman edenin samimî îmânını, tövbe edenin de içten tövbesini kabul eder.
“–Ey Musa! Bu katmerli küfür ve isyanıma rağmen, beni gerçekten kulluğuna kabul buyuracağını biliyorsan, bana îmânı anlat…”
Musa -aleyhisselâm-, ona îmânı arz etti ve yaşlı zât, kelime-i tevhîdi getirdi ve îman şerefiyle ile müşerref oldu.
Öyle samimî bir şekilde kelime-i şahâdet getirmişti, günahlarının bağışlanışını, kulluk kapısından kabul edilişini öyle candan hissetmişti ki; mâziye pişmanlık, kurtuluşa sevinç ve heyecan ile hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Âdeta geçmiş günahlarını ve masiyetlerini gözyaşlarıyla yıkıyordu. Ağladı… Sızladı… İnledi… Sonra, olduğu yere çöküverdi.
Musa -aleyhisselâm- onu kucaklayarak kaldırmak istedi.
Fakat o ne?
O yaşlı adam, o taze mü’min, ecel şerbetini içmiş, saâdet ve selâmet diyarına doğru, âlem-i bekāya uçmuş gitmişti. Onu oracıkta yıkadı, kefenledi, kendisine duâlar ederek kabrine yerleştirdi ve Rabbine niyazda bulundu:
“–İlâhî! Ey benim Rabbim ve âlemlerin Hâlık’ı olan ulu Allâh’ım! Bu zâta ettiğin muameledeki sır ve hikmeti bana bildir.
Zira; 490 yıl Sana şirk koştuğunu, ateşe taptığını bizzat kendisi ikrar ve itiraf etmişti. Henüz îmana geldiği ve daha en küçük bir ibâdete dahî fırsat ve imkân bulamadığı hâlde, bir şahâdetinden ötürü kendisine bahşettiğin ihsan ve atâyı bana bildir ki, kavmimi bu hikmetle irşad edeyim. Bu mutlu haberi mü’minlere müjdeleyeyim.”
Bu münâcâtına karşılık Cenâb-ı Hak, şöyle buyurdu:
“–Yâ Musa! Bilmez misin ki, bize şahâdet edene biz de şahâdet ederiz. Her kim, şahâdet kelimesini getirmeye râzı olursa, biz onu dostlarımızdan kılar, ona kerâmet hil‘atini giydirir, başına îman tâcını koyar ve kalbini muhabbetimizle doldururuz. Kendisini Âlâ-yı ılliyyîne alır ve cennetimize koyarız.”
Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, Rabbinin bu müjdesini ve o yaşlı zâtın bir şahâdetle Allah katında erdiği izzet, kerâmet ve saâdeti, o ihtiyarın kavmine ve ailesine tebliğ etti. Kelime-i şahâdetin ne büyük bir devâ olduğunu anlattı.
Evet bir şahâdet kelimesi deyip geçmemeli!
Bir şahâdetin ne demek olduğunu, onu okuyanın ne yüce mertebelere eriştiğini ancak Allah -azîmüşşân- bilir. Şahâdet kelimesi okunduğu zaman, Arş-ı âlâ titrer. Hâlis niyetle şahâdet kelimesini söyleyen kimseyi Hak Teâlâ af ve mağfiret buyuruncaya kadar Arş’ın titremesi durmaz.
Ey kardeş!
Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın telkiniyle nübüvvetini tasdik ederek bir şahâdet kelimesini okumakla; 490 sene küfür, şirk ve masiyet girdabında çalkalanan bir ihtiyar, bu kerâmet ve saâdetlere mazhar olursa;
Habîb-i Hudâ ve Şefî-‘i Rûz-i Cezâ olan -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in telkiniyle, O’nun nübüvvetini ikrar ve tasdik eyleyerek;
“Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullah” diyenlerin ne yüce mertebelere, ne yüksek derecelere ereceğini bir düşünmeliyiz…
Evet, Hazret-i Musa, Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsa gibi büyük peygamberlerin çaresiz kaldığı mahşer hengâmında, Peygamber Efendimiz; ümmetine nasıl şefâat edeceğini bizzat şöyle anlatmıştır:
“Kıyamet günü Rabbimin huzûruna çıkmak üzere izin isterim; izin verilir. O esnada bana şu anda bilemediğim birtakım hamd sözleri ilhâm edilir; bu hamd sözleri ile Rabbime hamd ederim; secde ederim. Bana;
«–Ey Muhammed, başını kaldır! Söyle; söylediğin dinlenecek! İste; istediğin verilecek! Şefâatte bulun; şefâatin kabul edilecek!» denilir.
«–Ey Rabbim! Ümmetî… Ümmetî… (Ümmetimi istiyorum, ümmetimi istiyorum!..)» derim.
Hak Teâlâ;
«–Ey Muhammed! Çık, kalbinde bir arpa tanesi ağırlığınca îmânı bulunan herkesi cehennemden çıkar!» diye buyurur.
(…)
Sonunda yine;
«–Ey Rabbim! Lâ ilâhe illallâh / Allâh’tan başka ilâh yoktur diyen herkes için bana izin ver!..» derim.
Hak Teâlâ;
«–İzzetime, celâlime, yüceliğime ve büyüklüğüme yemîn olsun ki, Allâh’tan başka ilâh yoktur diyen herkesi oradan (cehennemden) çıkaracağım!» buyurur.” (Buhârî, Tevhîd, 36)
İşte kelime-i tevhîdin kıymeti…
Nitekim Hasen-i Basrî -rahimehullâh- şöyle buyurmuştur:
“Cennetin ücreti; «Lâ ilâhe illâllah» demektir.” (Deylemî)
Bu sebeple kelime-i tevhîdi ve kelime-i şahâdeti bol bol tekrarlamak gerekir.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma;
“–Îmânınızı yenileyiniz!” buyurdu.
Ashâb-ı kirâm da;
“–Yâ Rasûlâllah, îmânımızı nasıl yenileyelim?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz de;
“–«Lâ ilâhe illallâh» sözünü çokça söyleyiniz!” buyurdular. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)
Yine rivâyet olunur ki, Hazret-i Musa -aleyhisselâm- niyazda bulundu:
“–Yâ Rab! Bana öyle bir amel öğret ki, onunla Sana ibâdet edeyim, rızâ-yı ilâhîni kazanayım, ihsan buyurduğun nimetlere karşı hamd ve şükürde bulunayım.”
Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-:
“–Yâ Musa! «Lâ ilâhe illâllah» de… Bu ibâdete devam et…”
Musa -aleyhisselâm- yalvardı:
“Yâ Rab! Bu, çok kolay bir ibâdet… Bana daha zor, daha ağır ve yüce katında daha sevgili bir amel öğret ki, onunla ibâdet edeyim.”
Allah zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri şöyle buyurdu:
“–Yâ Musa! Yedi kat gökleri ve yedi kat yerleri terazinin bir kefesine, «Lâ ilâhe illâllah» kelime-i tayyibesini diğer kefesine koysalar; bu üç kelime, yedi kat göklerden ve yedi kat yerlerden daha ağır gelir. Her kim tevhid eylese, Bana öyle bir ibâdetle ibâdet etmiş olur ki, Ben ondan râzı olurum, kendisine in’am ve ihsan ettiğim nimetlerime de bu tevhid ile şükretmiş olur.”
Ey Allah Teâlâ’nın vuslatını özleyenler, rızâ-yı ilâhîyi gözleyenler, Rasûl-i zîşânın nurlu yolunu izleyenler ve O’nun mübârek adımlarını attığı hak ve hakikat istikametine yönelmeye özenenler! İyi biliniz ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ edenler, Allah Teâlâ’ya vâsıl olurlar.
Îman çok mühimdir. Kelime-i şahâdet, Allâh’a kulluk yolunun anahtarıdır. O anahtar çevrilmeden, ameller mîzâna konmaz, deftere geçmez. Dolayısıyla, anahtar kelimenin bir başlangıç olduğunu da unutmamalıyız. Allah’tan başka ilâh yok, O’ndan başka mâbud yok, deyince; yalnız O’na tâbî olmak, yalnız O’nun emrini tutmak yolunda söz vermiş oluruz. Nitekim; bir kişi, Vehb bin Münebbih’e;
“–Lâ ilâhe illâllah, cennetin anahtarı değil mi?” demişti.
O da;
“–Evet, öyledir, fakat dişsiz anahtar olur mu? Dişleri olan anahtarın varsa kapın açılır, yoksa kapalı kalır, açılmaz.” cevabını verdi. (Buhârî, Cenâiz, 1)
Öyle ise buyurun beraber tekrar edelim:
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû.”
Ömür boyu yâ Rabbi, eyle bize hidâyet,
Son nefeste diyelim, kelime-i şahâdet.
(Gülzâr-ı İrfan)