HÜRMETSİZLİĞİN FETVÂSI OLMAZ…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Kur’ân’ın nüzûlünden bu yana 14 asır geçti.

15’inci asra girildi.

Nâzil olduğu ilk andan itibaren Kur’ân-ı Kerim okunuyor.

Kıyâmete kadar okunacak.

Hazret-i Peygamber nasıl okudu ve okuttu ise öyle okundu, öyle okunacak.

Bu hakikati de; şahsî, keyfî ve kasıtlı felsefe rüzgârlarına vermek isteyenler çıksa da Efendimiz’in okuttuğu gibi okunacak.

Kur’ân’ı;

Âyet âyet vahiyle Allah’tan alarak bize tebliğ ettiği ve öğrettiği şekilde okunacak. O’nun hürmet ve tâzim içerisinde okuduğu, yaşadığı ve uyguladığı şekilde okunacak. Yüce prensiplerle, şuurla, aşkla, edeple ve hürmetle okunacak.

Şu talimat ile okunacak:

“Ona (Kur’ân’a) tam bir sûrette temizlenmiş (yani tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa, 79)

Allâh’ın emrettiği şu tâzim ölçüsüyle okunacak:

“… Kim (Kur’ân-ı Kerim gibi) Allâh’ın şeâirine (nişânelerine) tâzim ederse, şüphe yok ki bu kalplerin takvâsındandır.” (el-Hacc, 32)

Bu çerçevede Hazret-i Peygamber’in uygulaması ve ifadeleri çok açık:

“Kur’ân’a, temiz olan dışında hiçbir kimse dokunmasın!” (Hâkim, I, 553/1447)

“Ne hayızlı kadın, ne de cünüp kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmîzî, Tahâre, 98/131; İbn Mâce, Tahâre, 595 ve 596)

İşte 14 asır, bütün takvâlı gönüller, Kur’ân’ı bu düsturlar ile okudu, okuyor, okuyacak.

Fukahânın neredeyse tamamı da böyle fetvâ verdi. Hepsinin fetvâsı, âyet ve hadisteki hakikate paralel oldu. Hepsi;

Cünüp ve hayızlı bir kadının Kur’ân-ı Kerîm’e dokunamayacağı ve onu okuyamayacağı noktasında ittifak etti.

Bu ittifakla;

14 asır, hanımlar Kur’ân-ı Kerîm’e böylesi bir tâzimle kıymet kazandı. O’na olan edebini hazine misali muhafaza etti. Semâvî ölçülerle daha bir melekleşti.

Fakat kimi sahalarda yaşandığı gibi bu mevzuda da yaşanan bir fetvâ furyası, bugün tuhaf bir garâbet oluşturdu. Hürmetsizliğin fetvâsı hâline geldi.

Gerekçe?

Yukarıdaki hakikatleri görmezden gelen mesnetsiz bir gerekçe:

“Efendim, filân mezhepte, falan görüş; eğitim-öğretim aksamasın, hâfızlar Kur’ân’ı unutmasın diye âdet hâlinde Kur’ân okumaya izin veriyor ya.”

Hâlbuki;

Durum denildiği gibi değil.

Mâlikî mezhebinin bazı âlimleri buna fetvâ vermiş ancak bu, Mâlikîler tarafından da uygulanmayan bir görüşten ibaret kalmış. Kaldı ki İmam Mâlik Hazretleri, para üstünde âyet yazılı olsa, ona bile abdestsiz dokunulamayacağı fetvâsını verecek kadar hassâsiyet sergilemiş. Zaten birçok Mâlikî âlimi de cumhûrun ittifak ettiği; «Cünüp ve hayızlı bir kadının Kur’ân-ı Kerîm’e dokunamayacağı ve onu okuyamayacağı» görüşüne sahip. Meselâ meşhur ahkâm tefsiri sahibi İmam Kurtubî, yine Mâlikî fakih ve müfessiri İbn-i Cüzey… Onlar da muayyen hâllerde hanımların Kur’ân okuyamayacaklarında hemfikir.

Ayrıca;

Farklı mezhep görüşlerinden yararlanmanın birtakım kaideleri vardır.

Bu bir tarafa;

Kendi mezhep imamlarımıza ait olan; fakat mezhebimizde kabul görmemiş, fetvâya esas olamamış nice görüş vardır. Bunlar; tabiri câizse «imalât hataları» diyebileceğimiz vasıfta telâkkî edilmiş, kabul görmemiş, sünnet-i seniyyeye bakılarak ince bir tetkikle elenmiş, tatbik edilmemiş ve Peygamber Efendimiz’in uygulaması ve talimatları ekseninde kalınmıştır.

Kaldı ki;

Fıkıh külliyatı; içinden her dileyenin dilediği görüşü alıp kullanabileceği bir manzûme değildir.

Üstelik;

Mâlikî mezhebi içinde yer almış bu şâz görüş de, kendi müntesiplerince dahî uygulanmıyor.

Uygulanmıyor, çünkü;

Herhangi bir delile, nassa, zayıf da olsa bir hadîs-i şerîfe dayanmıyor.

Çünkü gerekçe eğitim de olsa, nass ile sâbit bir hükmü iptal etmek mümkün değil.

Ayrıca dînî eğitim;

İbâdet ve hürmet şuurundan uzak, mekanik bir faaliyet değildir ki; onda temizlik şartı aranmasın… Mushaf tab’edenler, onların ticaretini ve dağıtımını yapanlar da sûretâ ibâdet ile meşgul değildir. Fakat onların da hürmete riâyeti şarttır.

Diğer taraftan;

Allah ve Rasûlü’nün yapmadığı şekilde, cünüplükleri, «ihtiyârî cünüplük ve gayr-i ihtiyârî cünüplük» diye ayırmanın da bir temeli bulunmamaktadır.

Şunu da özellikle belirtmek gerek:

İbâdet sahası tevkîfîdir.

Yani;

Dînin ibâdet sahasındaki kaideleri; muamelât alanında olduğu kadar «akıl yürütmelere ve ictihada açık değil»dir. Hazret-i Ali Efendimiz bu gerçeği ne güzel ifade eder:

“Din, nakle dayanır. Akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim. Hâlbuki Rasûlullah’tan gördüm; O, mestlerin üstünü mesh ederdi.”

Yani;

İbâdetlerle ilgili düzenlemelerde ne emredilmişse ancak ona tâbî olunur. Bu gerçek aşılmaya kalkılırsa makbuliyet ortadan kalkar, ibâdet kabul olmaz.

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Kurban bayramı günü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize Medine’de namaz kıldırdı ve birtakım insanlar, Hazret-i Peygamber’in kurban kestiğini zannederek kendi kurbanlarını kestiler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinden önce kesenlere başka bir kurban kesmelerini ve bir daha Allâh’ın Rasûlü kurbanını kesinceye kadar kurban kesmemelerini emretti.” (Müslim, Edâhî, 14)

Yani, kendi kafasına göre ibâdet edenlerin yaptıkları geçerli sayılmadı.

Bir de;

İbâdetlerle ilgili hükümlerde «kesin illet tespiti» de yapılamaz. Ancak hikmetlerin bir kısmı zikredilebilir. Hiçbir emir veya yasağın bütün hikmetleri ihâta olunamaz.

Çünkü;

Dînimizin hanımlara muayyen hâllerde koyduğu bu yasaklamaların Allah ve Peygamber talimatı gibi büyük hikmeti yanında bildiğimiz ve bilmediğimiz pek çok hikmetleri vardır. Erbap kimseler, bu mevzuda hayli tecrübelere sahiptir.

Malûm:

Mevzubahis dönemlerde hanımlar, hem fizyolojik hem de psikolojik açıdan hayli hassastırlar. Yük kaldıracak durumda da değildirler. Zaten namazdan bu sebeple muaf olmaktadırlar. Çünkü namaz demek, Kur’ân demek. Namazın duâ ve zikir kısmı bunun dışında. Zira özel dönemlerinde kadınlara, Kur’ân tilâvetinden men vardır, ama duâ ve zikir serbesttir. Bu demektir ki, namazdan bile Kur’ân okuyamamaları sebebiyle muaf olmuşlardır. Öyleyse namaz gibi mutlak farz bir ibâdet bile gerekçe olamamışken eğitimi gerekçe sayıp Kur’ân okumaya fetvâ ve onunla amel, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şeriflerde vurgulanan asıl fetvâya ve takvâya muhaliftir.

Bu muhalefeti;

Daha ileriye götürerek -sanki salâhiyetleri varmış gibi- âdet gören kadınlara namaz kılma izni verici yaklaşımlar; dînin gerçek sahibine -hâşâ- din öğretmeye kalkışmak yönünde ya gaflet, ya cehâlet, ya da maksatlı; ancak beyhûde cesaretlerdir.

Unutmamalı ki;

Yaftalar zandır, zanlar da bilgi ve belge değildir. Hele nass hükmünde hiç değildir.

Bu mevzuda ileri gidenler, hanımları Kur’ân’dan uzak tutmak şeklinde bir yaftaya sarılıyorlar. Böylesi bir yakıştırma karşısında şu suâli sormak gerek:

“Madem bu yasak, Kur’ân’dan uzak tutmak diyorsunuz. Söyleyiniz; Hazret-i Allah ve Hazret-i Peygamber, kadınları Kur’ân’dan uzak tuttu da siz yaklaştırıyorsunuz, öyle mi?”

O günün kadınları Kur’ân ile eğitim görmedi mi?

O mübârek anneler, Kur’ân âşığı olarak yaşadılar. Hepsi de hayatlarının her köşesini bir Kur’ân kandili hâlinde nurlandırdılar. Peygamber edebiyle, ilâhî hürmetle.

Bu edep ve hürmetin dışındaki anlayış ve yaklaşımlar; hangi gerekçe ile olursa olsun, hayırlı bir netice vermez. Çünkü hayırlı neticeler, ancak hayırlı adımların meyvesidir. Cami yaptırmak için piyango oynamak, hiç hayır getirir mi?

Kur’ân’ı unutturmamak için Kur’ân edebini rafa kaldırmak ne kazandırır?

Böyle Kur’ân’a hürmetsizce yetiştirilen bir anneden nasıl bir evlât yetiştirmesi beklenir?

Bir tarihte hem de Ravza-i Mutahhara’nın karşısında, Mushaf-ı şerîfi para cebinden çıkaran bir delikanlıya rastladım. Bu edepsizce hareket, hele o mübârek mekânda tüylerimi ürpertti. Belli ki, hürmet ve edep esaslarımızı idrakten mahrum, iz’ansız bir aile ve okul ortamının, perişan bir mahsulüydü.

Hâsılı;

Hâfızlık yahut Kur’ân eğitimi gibi bir hayrı elde etmek için, dîne aykırı bir yol seçilmesi hiçbir gerekçe ile tasvip edilemez. Kaideler; onları delmeye değil, ancak doğru ve meşrû çözümler üretmeye sevk etmelidir. O zaman itaat, rahmete vesile olur.

Zaten;

Mesele basîretle ele alınırsa görülecektir ki; «Eğitim aksamasın, hâfız hanımlar ezberlerini unutmasın…» şeklindeki mantık, hele bugün tamamen mantıksız ve keyfiyetsiz. Çünkü zamanımızda envâi çeşit elektronik cihaz çıktı. Her biriyle Kur’ân dinlemek, tekrar tekrar dinlemek mümkün. Dinlemek bu derece mümkün ve kolay iken;

Şunun şurasında ayda 3 gün, en fazla 10 gün okuyamamak, hıfzı kaybetmeye sebep mi?

Asla!

Bilâkis ezberin, kadındaki fıtrat itibarıyla daha kökleşmesine vesile. Çünkü hiç mola olmadan ezber ve tekrarı, kadın fıtratında aşırı ve uzaklaştırıcı yorgunluğa ve de tıkanıklığa sebeptir. Arada bir nefes almadan habire ezber yaptıkları takdirde artık ezberleyemez hâle gelinir. Bu da sonunda uzaklaştırır.

Dolayısıyla;

Hazret-i Peygamber; işte bir de bu hakikat dolayısıyla kadınların özel hâllerde Kur’ân okumalarını yasaklamıştır, diyebiliriz.

Çünkü;

Nefes payı olmadan aşırı yorgunluk, tıkanıklık ve neticesinde ezberleyememe vaziyetine düşmek, Kur’ân’dan uzaklaşmayı doğurur.

Yani;

Özel hâllerde okumamak, asla Kur’ân’dan uzaklık değil, bilâkis yakınlıktır. Fakat Kur’ân’ın «eziyettir/hastalıktır» diye ifade ettiği o anlarda okumak ise, görünmeyen bir uzaklığın ta kendisidir. Çünkü kadın, o anlarda psikolojik ve fizyolojik açıdan gerginliğe, huzursuzluğa yatkındır. Müsait olmadığı bir vaziyette kendini zorlaya zorlaya okuması; ona iyilik değil, zorluktur, sıkıntıdır, ıstıraptır. Maâzallah muhabbet yerine nefret ortaya çıkar.

Çünkü bir hastaya bir sıhhatlinin yükünü ve mes’ûliyetini vurmak, fayda değil bunaltıcı bir zarara dönüşebilir. Çünkü kadınlar, özel anlarında fizyolojik olarak hastadırlar. Bu yüzden kendi aralarında özel durumlarını ifade için; «hastalandım» tabirini kullanırlar.

Bütün bunlara rağmen hâlâ;

“Kur’ân kurslarında eğitim aksarsa ne olacak?” suâlinde diretenlere şunu sormalı:

“Hazret-i Peygamber tatbiki dâhil olmak üzere, asırlardır hiçbir aksama oluşturmayan bir uygulama, şimdi mi aksaklık oluşturacak?”

Bu hakikat bir yana;

Kur’ân kurslarında sadece Kur’ân okutma eğitimi yoktur ki!

Ezberlenecek ve ezberletilecek duâlar, ibâdet, itikat ve siyer-i nebî gibi derslerle eğitim ve öğretim sürdürülebilir. Üstelik bu faaliyetlere; muayyen hâller, hiçbir şekilde engel değildir.

Ayrıca;

Hâfızlık çalışmalarında da, kız öğrenciler; muayyen hâlleri aylık izin olarak değerlendirebilmektedirler. Buna ilâveten dinleme imkânı zaten her zaman mevcuttur. Yani herhangi bir kayıp, söz konusu değildir.

Kayıp olmadığı ve mesnet de olmadığı hâlde bu mevzuda güyâ eğitim endişesiyle ortaya konan titiz yaklaşım; yığınla aksamaların olduğu gayret alanlarında nerelerde? İhmallerin olduğu mevzularda nerelerde?

«Nasılsa fıkıh kitaplarında var.» diye işin hakikatini bir kenara bırakıp da bu mevzuda şâz bir ruhsatla amel etmekte ısrar eden gafiller her zaman olur.

Bu, onların ferdî tercih ve vebâlidir. Ama; şâz bir ruhsatı, yetkili ağızların talimatı yapmak, hastalık hâlinde okumaya ve okutmaya mecbur tutmak, ictimâî bir vebaldir, kul hakkına girmektir. Baskıdır, dînî ve ilmî değildir. İnsaf ve takvâ, hiç değildir.

Buna rağmen;

Kur’ân eğitiminde birtakım söz sahipleri, hizmet bölgelerindeki kurslarda bütün kız öğrenci ve hanım öğreticilere hastalık hâllerinde de okuma ve okutma dayatması uyguluyor. Talebeler ve hocahanımlar; Kur’ân müesseselerinde, Kur’ân’a hürmetsizlik etmek mecburiyetiyle karşı karşıya bırakılıyorlar. Ellerindeki İslâm İlmihâli’nde «haram» yazan bir işi yapmaya zorlanıyorlar. Hâlet-i rûhiyeleri zarar görüyor. Belki başka mânevî rahatsızlıklara da mâruz kalıyorlar. Bu düzenlemeyi reddettikleri takdirde de, başka mağduriyetler yaşıyorlar.

Oysa;

Her şeyden önce mesele, bir tâzim ve hürmet meselesi.

Bundan daha mühimmi;

On dört asırdır uygulanan bir Peygamber talimatı.

Ekser ulemânın hem fetvâsı, hem takvâsı.

Ecdadımızın da kıtalara yayılan şan ve şeref levhası.

Osman Gazi’nin içinde Kur’ân bulunan odada sabaha kadar uyumaması ve edep gözetmesi neticesinde milletçe mazhar olduğumuz muhteşem zaferlerin ve muazzam fetihlerin en yüce enerjisi, mânâsı, hikmeti ve hakikati.

Dileriz ki;

O şanlı neslin evlâtları da aynı edeple mâruf, muzaffer ve muvaffak olsun.

Gönülleri incitici ve huzursuz edici tarzda, hürmetsizlik propagandası ve dayatması son bulsun…

Yere düşmüş lâfza-i celâli alıp onu güzel kokularla evinin en mûtenâ yerine astığı için Hak dostlarının başına yazılan Bişr-i Hafî’nin o güzel edebi ve irfanı, tekrar tazelensin!

İlimde ve eğitimde, mânevî ve taze bir abdest ile Kur’ân edebimiz tekrar tazelensin.

Unutulmasın ki;

Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar okunacak.

Hazret-i Peygamber nasıl okudu ve okuttu ise öyle okunacak.

Bu hakikati; şahsî, keyfî ve kasıtlı felsefe rüzgârlarına vermek isteyenler çıksa da Efendimiz’in okuttuğu gibi okunacak.