AÇIK DAVET -1-

YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemşehrileri başta olmak üzere, bütün insanlığa maddî-mânevî saâdet yolunu göstermek için gönderilmişti.

Üç yıllık bir altyapının ardından, şimdi yeni bir dönem başlıyordu. Önce evine davet etmişti onları. Mekke halkının hepsini bir yere toplayamayacağına göre, kabîle başkanlarını davet etmişti evine; hem de iki defa üst üste.

Mekke’yi her yönüyle ellerinde bulunduran yönetici kadro, Peygamber daveti ile bir araya gelmişlerdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu seçkin topluluğa yemek ikram ettikten sonra, kısa ve öz bir şekilde mesajını vermiş ve onları İslâm’a davet etmişti. Amcalarından biri olan ve bu davetten nasiplenmeyi hiç düşünmeyen Ebû Leheb, kötü çıkışlar yaparak, bu seçkin topluluğu dağıtmış, bu yüzden davet tekrar edilmişti. Peygamberler Sultanı, bir defa daha yemeğe davet etmişti onları. Yine yemek ikramında bulunmuş, sonra da İslâm esaslarını ana hatlarıyla anlatmıştı. Ebû Leheb yine araya girip konuyu dağıtmak istemişse de, Peygamber Efendimiz buna fırsat vermemişti.

Hazret-i Ali dışında koca topluluktan çıt bile çıkmamıştı. Sadece gözler değil, akıllar, iz‘anlar ve gönüller de bu davete kapalıydı sanki. Oysa karşılarındaki Gönüller Sultanı’ydı. Gönüllere hitap ediyor, ufuklar ötesi bir ufuk açıyordu onlara…

Şahsiyetli, haysiyetli, iffetli, adaletli, anlayışlı, vakar sahibi bir topluluk olmalarını istemiş; insanı insan eden insanî değerlere davet etmişti onları. Sözün özü İslâm ile şereflenmelerini, müslüman olmalarını istemişti. Ama onlardan ses-sedâ çıkmamıştı. Akıl, idrak ve iz‘an sahibi olanlar; «Lebbeyk: Buyur!» diyerek İslâm ile şereflenip müslüman olacakları yerde, sus-pus olmuşlardı.

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın Dâru’l-Erkam merkezli yürüttüğü davet faaliyetinin yüzü aşan mensubu vardı. Ancak davetin hedefi sadece Mekke halkına ulaşmak değildi. Daha ilk vahyolunan âyetlerle, İslâm’ın bütün insanlara hitap eden bir kapsayıcılığa sahip olduğu Rasûlullah ve mü’minler tarafından açıkça anlaşılmıştı. Bu sebeple, daveti canları pahasına devam ettirmeye ve birbirlerine destek olmaya kararlı bu küçük kitle, asıl hedefleri tüm insanlık olmakla birlikte, öncelikle Mekke’deki herkese ulaşmaya çalışıyor, birebir görüşme ve sohbetlerinde Mekkelileri İslâm’a davet ediyorlardı.

Risâletin üçüncü yılının sonlarıydı, işte bu zamanda vahyolunan bazı âyetler, davetin yeni bir safhasını haber verdi. Bu âyetler, o güne kadar kısmen gizli yürütülen ve ferdî gerçekleştirilen davetin, kitle çapında bir davete dönüştürülmesi talimatını veriyordu.

İki Cihan Güneşi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öncelikle kararmış gönülleri, sonra da bütün dünyayı aydınlatsın diye, yüce Allah -celle celâlühû- tarafından gönderilmiş Peygamberler Sultanı’ydı. Üç yıl boyunca gönülden gönüle intikal eden ilâhî nur, şimdi açıktan açığa anlatılacak, herkese tebliğ edilecekti. İlâhî nûrun sahibi şöyle ferman buyurmuştu çünkü:

“Sana emrolunan şeyi açıkça söyle (bildir, tebliğ et) ve müşriklerden yüz çevir!”1

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilâhî mesajı bütün insanlara duyurmak için, hiç zaman geçirmeden Safâ Tepesi’ne tırmanıp, yüksekçe bir taşın üzerine çıkarak, bütün gücü ile haykırdı:

“–Yâ Sabâhah! Ey Mekkeliler!”2

Mekke’de çok önemli bir şey olduğu veya olacağı zaman, genel uyarı hep buradan yapılır ve; «Yâ Sabâhah!» diye seslenilirdi. Bu sesi duyan herkes, hemen oraya koşardı.

Sesi işiten oraya yöneldi. Bir yandan da büyük bir merakla soruyorlardı:

“–Kim bu seslenen?”

“–(Hazret-i) Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) bu! Safâ Tepesi’nden sesleniyor!”

“–Safâ Tepesi’nden «Yâ Sabâhah!» diye seslenildiği zaman oraya gitmemek olmaz. Hele bir de o çağırıcı (Hazret-i) Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) olursa, o zaman koşarak gidilir!”

İki Cihan Güneşi’nin sesini işiten herkes oraya doğru akın etmeye başladı. Safâ Tepesi’ne kadar çıkacak durumda olmayanlar da, toplantının sebebini anlamak için, kendi yerlerine en seçkin adamlarını gönderdiler. Safâ Tepesi’ne çıkıp karşısına toplanan halk, büyük bir merakla nefes nefese sordu:

“–Yâ Muhammed! Seni böyle feryat ettiren nedir? Ne haber var?”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öyle bir giriş yaptı ki, üzerinde özel çalışma yapılması gereken çok özel bir metottur bu:

“–Ben, size şu dağın eteğinden veya şu vadiden, sizi yağmalamak isteyen birtakım atlıların çıkıvereceğini yahut akşama-sabaha, düşman baskınına uğrayacağınızı haber verirsem, beni tasdik eder, doğrular mısınız?”3

Oraya toplanan halk hep bir ağızdan ve hiç tereddüt etmeden cevap verdiler:

“–Evet! Seni tasdik eder, doğrularız! Çünkü biz, Sen’i bütün tecrübelerimizde doğru sözlü bulduk! Sen, bizim katımızda herhangi bir suçla suçlanmış bir kişi değilsin! Hakkındaki tecrübelerimizde, Sen’de hiçbir yalana rastlamış değiliz! Sen ne söylersen doğru söylersin! Ne haber versen, doğru haber verirsin!”

Peygamberler Sultanı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, oraya toplanan kalabalığın dikkatini toplamak istedi:

“–Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce ailesini haberdar etmek için koşmaya başlayan ve düşmanın kendisinden önce ailesine yetişip zarar vermesinden korkarak; «Yâ Sabâhah!» diye bağıran bir adamın hâline benzer! Öyle değil mi?”4

“–Evet, öyledir!”

Artık mesajı vermenin zamanı gelmişti. Karşısına toplanan halk, bütün alıcılarını açmışlar; her şeyleri ile vericiye yönelmişlerdi. Daha doğrusu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir ortam oluşturmuştu:

“–Öyle ise, ben sizi şiddetli bir azap önünde inzâra, korkutup uyarmaya memurum! Ey Abdulmuttaliboğulları! Ey Abdimenafoğulları! Ey Zühreoğulları! Ey filânoğulları! Ey filânoğulları!..”5

Rasûlullah -aleyhisselâm- bütün kabîleleri tek tek adlarıyla sıraladıktan sonra şöyle buyurdu:

“–Yüce Allah -celle celâlühû-, en yakın akrabalarımdan başlamak üzere, sizleri uyarmam için beni görevlendirdi! Allah ve Rasûlü’ne îman ederek, kendinizi cehennemden kurtarınız! Sizler «Lâ ilâhe illâllah!» deyip, bunu da gönülden tasdik etmedikçe; ben size ne dünyada bir yarar, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!”6

Biz de bütün dikkatimizi verelim; bu uyarıyı yapan Peygamberler Peygamberi’dir!

-Sallâllahu aleyhi ve sellem…-

_________________

1 el-Hicr, 15/94.
2 Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 1, s. 307; Taberî, Târih, c. 2, s. 216; İbn-i Esîr, el-Kâmil Fi’t-Târih, c. 2, s. 60; Zehebî, Târihu’l-İslâm, s. 144, 146; İbn-i Haldun, Târih, c. 2, s. 7; Diyarbekrî, Hamis, c. 1, s. 288; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, c. 1, s. 460.
3 İbn-i Sa‘d, Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 200.
4 Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 476; Taberî, Tefsîr, c. 19, s. 120.
5 Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 182; Beğavî, Mesâb fi’s-Sünne, c. 2, s. 175; Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 38.
6 Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 120, Ebu’l-Ferec, Vefâ, c. 1, s. 1 83.