Patronluk Değil KOMŞULUK VE KARDEŞLİK

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Son yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu ile daha fazla alâkadar olduğu bir gerçektir. Bu durum, ülkemizde ve çevre ülkelerde farklı tepkilerin oluşmasına sebep oldu. Bazı yabancı ülkeler gibi bizden bazıları da; «Acaba eksenimiz mi kayıyor?» endişesine kapılırken değişik çevrelerde bir «neo-Osmanlıcılık» kaygısı da dillendirilmeye başlandı. Hislerine mağlûp tabiatımız gereği, bazılarımızın hamâsî duygularının kaynaması da bu kaygıyı körükledi.

Hâlbuki son zamanlarda Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik sevindirici ilgisi, ayakları yere basan gerçekçi bir düşünce ile ele alınmalıdır. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de fiilen, 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla da resmen tarihe karıştığı ve artık eski hâliyle yeniden sahne almasının imkânsız olduğu unutulmamalıdır.

Bu imkânsızlık şu gerçeklerle çelişmez:

Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye ve Türkiye Cumhuriyeti -her ne kadar bazı esaslı paradigma değişikliklerine işaret ediyor olsa da- devletimizin farklı zamanlardaki resmî isimlerinden ibarettir. Yoksa yukarıda kaydettiğimiz tarihlerde gökten zembille yepyeni bir millet inmiş değildir. Osmanlı Devleti ve onun vârisi olan Türkiye Cumhuriyeti arasında kurucu unsurlarının aynı olması bakımından hiçbir farklılık yoktur. Müesseselerimizin çoğu da imparatorluk devrinden günümüze intikal etmiştir. Bu sebeple bugün birçok müessese cumhuriyetten daha yaşlıdır ve kuruluşunun bilmem kaç yüzüncü yılını kutlamaktadır.

O hâlde Osmanlı Devleti’nin «eski hâliyle yeniden sahne almasının imkânsızlığı» ile kastımızın ne olduğunu izah edelim:

Osmanlı Devleti, farklı paradigmaların hâkim olduğu bir zaman diliminde ve bir kısım şartların sevkiyle kurulup gelişerek fonksiyonunu icrâ etmiştir. Tarihî olayların aynıyla tekrarı mümkün değildir. Osmanlı Devleti’nin rolünü yerine getirdiği şartlar şu anda yoktur. Bugün bambaşka gerçeklerle karşı karşıyayız. Yapılmak istenenler ancak bu gerçekler dikkate alınarak yapılabilir. Geçmiş ise, bu konuda bize ancak ilham ve enerji verir.

Bu safhada hamâsî duygulara kapılmak ve bunu yerli-yersiz dillendirmek, yapılmak istenenlerin baltalanmasına da sebep olabilir. Çünkü Türkiye’nin ilgisini yönlendirdiği coğrafyalarda yaşayan insanlardaki Osmanlı imajı, emperyalizmin uzun süre yaptığı mesâî sebebiyle yeterince iyi olmayabilir. Unutmayalım ki, Fransız İhtilâli’nden sonra gelişen kavmiyetçilik cereyanı imparatorlukların da yıkılışıyla bütün dünyada millî devletlerin kurulduğu yepyeni bir süreç başlatmıştır. Bu süreçten başta ülkemiz olmak üzere bütün Orta Doğu ülkeleri etkilenmiştir. Her ülke; eğitim ve enformasyon yollarıyla kendi vatandaşını şekillendirmeye uğraşmış, kendi zâviyesinden bir tarih şuuru oluşturmaya çalışmıştır.

Bizler tarih derslerinde; «Birinci Dünya Savaşı’nda Arapların bizi arkadan hançerlediği»ni okuyarak büyürken, bizim «hançerleme» kelimesiyle ifade ettiğimiz hâdisenin Arap dünyasında hâlâ «es-Sevratü’l-Arabiyyetü’l-Kübrâ / Büyük Arap Devrimi» adıyla anıldığını unutmayalım! Bu durumda meselâ bize, «İngiliz işbirlikçisi» olarak gösterilen Şerif Hüseyin’in, söz gelimi Ürdün halkına, «Kureyş’e mensup, Hazret-i Peygamber soyundan gelen mübârek bir adam» olarak takdim edilmesine şaşırmamalıyız! Öyleyse, tarihi bu doğrultuda öğrenen ortalama bir Arap’ın zihnindeki Osmanlı imajının «Arap entelektüellerini katleden Cemal Paşa»nın ötesine geçmeyebileceği hesap edilmelidir! Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan inkılâpların, başta Arap dünyası olmak üzere bütün İslâm âleminde Türklerin irtidat ettiğine yorulması ve uzun yıllar bu yönde yapılan yayınların bıraktığı menfî intibâ da bu imajı iyice kirletmektedir.1

Şu hâlde Orta Doğu ile ilişkiler yeni yeni gelişirken hamâsî duygular içerisinde «Osmanlı» kelimesini sıkça telâffuz etmek çok isabetli görünmemektedir. Şüphesiz Osmanlı başta olmak üzere ecdadımızın İslâm’a hizmetleri olmuştur. Hindistan’ın İslâmlaşmasında Gazneliler’in, Sünnî düşüncenin korunup geliştirilmesinde Selçuklular’ın, Moğollar ve haçlılara karşı mücadelede Memlûkler’in, Boşnak ve Arnavutlar’ın İslâm’la buluşması ve başta Mağrip ülkeleri olmak üzere İslâm dünyasının istîlâlara karşı korunmasında Osmanlılar’ın hizmetleri inkâr edilemez. Ancak unutmayalım ki, bu hizmetleri yapanlar bizler değil, atalarımızdı! Onların hatalarından bizler mes’ul tutulamayacağımız gibi, yaptıkları hizmetlerin mükâfatını da bizler hak edemeyiz.2

Yeni yetişen nesillere tarih şuuru vermek amacıyla onların hizmetlerinin örnek alınması ayrı bir husustur ve elbette gereklidir. Ancak bunun ötesinde, başkalarının nezdinde devamlı atalarımızın İslâm’a yaptığı hizmetleri dile getirmenin, müslüman oluşunu Hazret-i Peygamber’in başına kakan bedevîlerin derekesine inmekten ve -hâşâ- Allâh’a minnet etmekten pek bir farkı yoktur! Unutmayalım ki, Araplar’ın İslâm’a olan hizmetleri Türklerinkinden hiç de az değildir! Bir tarafta Pirene Dağları’nı aşıp Fransa’ya, diğer tarafta ise Çin’e kadar İslâm’ı ulaştırıp Türkler de dâhil olmak üzere bu ilâhî mesajı dünyaya tanıtan ve İslâm medeniyetinin kurulup gelişmesine ön ayak olan Araplar’dır.

Aslında bu hususların ele alınmasındaki temel yanlışlık, tarihin anakronik bir tarzda okunuşundan, yani çoğu batı menşeli olan günümüz kavram ve değerleriyle anlaşılıp yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Yukarıda işaret ettiğimiz tarihî hâdiselerin oluşumu safhasında Türklük ve Araplık günümüzde bu kelimelere yüklenen anlamıyla gündemde değildir.

Meselâ İbn-i Kayyım el-Cevziyye, es-Savâiku’l-Mürsele adındaki eserinde Gazneli Mahmud’un hizmetlerinden ve Sünnîliği desteklemesinden övgüyle bahseder, ancak Türklüğüne hiç temas etmez. Aynı şekilde Fâtımîler’i ve Abbâsi halîfelerini baskı altına alan Büveyhîler’i de Şiîlikleri sebebiyle yerer, fakat birincilerin Arap ve ikincilerin Fars asıllı oluşlarını hiç anmaz. Çünkü o zamanki hâkim değerler insanları ırklarına göre değil, din ve mezheplerine göre tasnif ediyordu. Bu gerçeği göz önüne alırsak Selçuklu ve Osmanlılar’ın Orta Doğu’ya hâkim olmasını, o çağlarda yaşayan insanların «Türkler’in ülkelere hükmetmesi» şeklinde değerlendirmediklerini anlarız.

Memlûk sultanı Baybars’ın Elbistan’da Moğollar’ı yenip Anadolu beylerine yardım etmek üzere Kayseri’ye kadar gelmesi, o çağlarda «bir Arap ülkesi hükümdarının bir Türk ülkesini ele geçirmesi» olarak anlaşılmadığı gibi, Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ı ele geçirmesi de «bir Türk padişahının Arap ülkelerini işgal etmesi» olarak anlaşılmıyordu. Bu hâdiselerin, o zamanki insanların zihninde; müslüman bir sultanın daha güçlü olan başka bir müslüman sultan tarafından bertaraf edilmesinin ötesinde bir anlamı yoktu.

O çağlarda insanlar arasındaki ihtilâflarda kavmiyetin hiçbir rolü yoktu demiyoruz elbette. Ancak bu duygular günümüzdeki gibi belirgin ve müessir değildi. Kavmiyetçilik günümüzdeki anlamına Fransız İhtilâli’nden sonra kavuşup yaygınlaştı ve daha sonra; «Kavim, kavmiyetçiliğin çocuğudur!» meşhur sözünde belirtildiği gibi tarih bu anlayışa göre yeniden yazılmaya başlandı. Hâkim olan bu anlayışla birlikte en cihanşümul değerlendirilmesi gereken ilim adamları bile ırklarına göre tasnif edilmeye kalkışıldı. Meselâ Türkler Bîrûnî’nin Türk, Araplar Arap, İranlılar Fars ve hattâ Ruslar Rus asıllı olduğunu ileri sürdü!

Tarihin kavmiyetçi bir anlayışla yorumlanıp yazılmaya başlanması, Türklerde Osmanlı üzerinden Türklüğü âdeta diğer müslüman milletlere hâkimiyet kurmak, ağabeylik yapmak üzere seçilmiş bir millet olarak gösteren aşırı hamâsî duyguların gelişmesine sebep olduğu gibi bazı Arap ülkelerinde de Osmanlı asırlarını «Ahdü’l-ihtilâli’l-Osmânî / Osmanlı işgal dönemi» şeklinde tavsif eden, Osmanlı Devleti’ni «emperyalist» gören bir zihniyetin ortaya çıkmasına sebep oldu.

Amerika’nın Afganistan ve Irak’taki acı tecrübelerinin de gösterdiği üzere, askerî fetihler devrinin kapandığı çağımızda, sevindirici gelişmeler kaydetmeye başlayan Türk-Arap ilişkileri; günümüz şartlarına uygun olarak tarafların birbirini müsâvî gördüğü içtimâî, iktisâdî, kültürel vb. alanlardaki ortaklıklar olarak geliştirilmeli, ucuz hamâsî duygulara kurban edilmemelidir. Esasen şu âna kadar bu ilişkileri geliştirmeye çalışan yetkililerin söyleyip yaptıkları da bundan başka bir şey değildir. Ancak bu konuda en ufak bir kazânın yaşanmaması için sadece yetkililer değil, başta basın olmak üzere halk olarak hepimiz mes’ûliyetimizin şuurunda olarak hareket etmeliyiz.
_________________

1 Bu hususta rahmetli Ahmet KABAKLI Hoca, Temellerin Duruşması adındaki eserinde câlib-i dikkat nakillerde bulunmaktadır.

2 el-Bakara 2/134.