KOMŞU, KOMŞUNUN KÜLÜNE MUHTAÇTIR

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı, asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak…
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken; «Şükür Allâh’a» diyen
Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.

Bu geniş ülkede, binlerce latîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
Ki bugün karşılaşan benzetiyor rûyâya.
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh, arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!
(Yahya Kemal BEYATLI, Koca Mustâpaşa şiirinden)

Komşuluk konusuna girmeden, yazıya bir şiirle başladık. Bizim insanımız, şiiri seviyor. Şiir kitabını eline alıp okumaktan nedense üşeniyor. Ben de yazılarımda şiiri kullanarak, okuyucularım biraz olsun meraklanıp tamamını okusunlar istiyorum. Bu konuda istediğim sonuca vardığımı anlıyorum. Yüzakı Dergisinde yayımlanan yazılarımdan bir bölümü «Mısralarla Konuşsak» isimli bir kitapta toplanınca, okuyanların ilk söylediği;

“Bizi, şiirle buluşturdunuz. Severek okurken, tamamını da bulup okumaya çalışıyoruz.” oluyor. Yazar; öğretmen olunca, öğretmen de düşünerek her konuda çareler arıyor.

Eski İstanbul ve bütün eski şehirlerimiz, sokaklarımız bizi mânevî bir ruhta birleştirir. Bu ruh, farkına varmadan içinde yaşadığımız İslâmî ruhtur. Bu şehirlerde, sokaklarda yaşayan insanlar; maddeden, gösterişten uzak bir hayatın içinde bir ruh beraberliğinde birleşmişlerdir. Bu beraberliğin içinde sevgi, saygı, yardımlaşma, kibarlık, zarâfet… gibi güzel hasletler vardır. Zenginle, orta gelirlinin, muhtaç olanın aynı mahallede yaşaması, hepsini dikkatli olmak konusunda birleştirmiştir. Mahallede yaşayanlar; giyimde, konuşmada, eve geliş-gidiş saatlerinde, alışverişte, arkadaşlıkta dikkatli olmak durumundadırlar. Komşular arasında yazılı olmayan bir anlaşma vardır. Anlaşmada zaman zaman aksamalar olursa; bakışla, örnek bir hikâye ile, bazen de doğrudan doğruya hatırlatmalarla uyarı yapılır. Bir okulun, resmî bir dairenin, bir şirketin kuralları varsa; aynı mahallede, aynı sokakta olmanın da kuralları vardır. Bu kurallar, insanları birbirine yaklaştırır. Üzüntüler ve sevinçler paylaşılır. Yardımlaşma devam eder. Yapılan yardımlar, iyilikler; gizlilik içinde yapılır. Yılların içinde komşuluğun önemi, atasözleriyle dile getirilir, örneklerle kendimize geliriz.

Çok kızdığımız bir günde, komşunuza karşı yanlış bir davranışta bulunmamanız için bir başka komşu; «Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.» diyerek sizi uyarır. O arada evdeki teyzeniz durumu fark edince;

“Evlâdım! Arkadaşsız olursunuz ama komşusuz olamazsınız. Komşuluğun devamı için anlık kızgınlıklar, size yanlış yaptırır.” diye nasihat eder. Hatırlarken, komşularımızı güzellikleriyle analım. O zaman affedici oluruz. Yataktan kalkamadığınız bir gün, komşunun; dumanları tüterken getirdiği sıcak çorbanın lezzetini hatırlayın. Evden çıkamadığınız bir gün, komşunuzun kapınızı çalıp;

“Pazara gidiyorum, bir ihtiyacın var mı?” dediğini hatırlayın. Üzgün olduğunuz bir an;

“Gel, bir kahve içelim.” dediği günü hatırlayın. Size hiçbir iyiliği dokunmamış olsa bile; «Komşu hakkı, Tanrı hakkıdır.», «Hayır söyle komşuna, hayır çıksın karşına.», «Komşusu aç iken evinde tok yatan, hakikî mü’min olamaz.» nasihatlerini hatırlayın. İşte o zaman, nefsinizle olan mücadelenizi kazandınız, demektir.

Atasözleri, uzun nasihatlere gerek duyulmadan; bizim gideceğimiz yolu gösteren öğütlerdir. Söylenenlerin üzerinde düşünerek yanlış yapmaktan kurtuluruz. Bütün bu güzellikleri yaşarken dikkatli olmamız gerektiği de sonra üzülmememiz için bize hatırlatılır. Yeni tanıştığınız «çok iyi» dediğiniz bir komşu için anneniz;

“Komşunu sev, buna rağmen aradan duvarı kaldırma!” uyarısını yapar.

Son zamanlarda, televizyonlardaki evlenme programları; yalnızlığın içinde olan insanların, bir eşya gibi alınır satılır olmasının ve bu hâlin herkes tarafından seyredilmesinin acı örnekleridir. Programlarla ilgili bir avukat hanım, birkaç gün içinde yapılan bu evliliklerin ayrılmayla biten sonuçlarını anlatıyordu.

Programa bağlanan bir genç;

“Siz bakmayın oradaki programın görünen yüzüne, size o programdan önce söylenenler vardır. Siz, onların istediği gibi davranmak ve konuşmak zorundasınız. Babam böyle bir tuzağa düştü. Bir yemek yiyerek orada tanıştığı biriyle evlendi. Bu, aileye 50 bin liraya mal oldu. Babam borçlandı, dört gün sonra da ayrıldılar. Hanım istediklerini aldırmıştı.

Atasözlerimiz;

“Komşu kızı almak, kalaylı tastan su içmektir.” diyerek işi kolaylaştırmıştır.

Karşı komşumla, okuduğumuz dergi, gazete ve kitapları paylaşırız.

“–Bu ay, hangi konuyu yazacaksın?”

“–Komşuluk…” deyince;

“–Komşuluk mu, hangi komşuluk? Kaldı mı?” diye sormuştu.

“–Evet var.” demek için düşündüm ve kendimi zorladım. Çalışan insanların hayatını düşündüm. Torununa bakan komşuları, çeşitli kurslara gidenleri, alışveriş merkezlerine giderek vitrin bakanları, ihtiyacı olmadığı hâlde bir şeyler alarak tatmin olanları, gezilere katılanları, edebî veya dînî sohbetlere gidenleri, dışarıda buluşup bir yerlerde yemek yiyip kahve içenleri, daha nicelerini… Bu ayaküstü hayatın, insanları nasıl yalnızlaştırdığını düşünürken Yahya Kemal’in mısraları imdadıma yetişti.

«İçimizi sızlatan komşusuzluk acısını nasıl dindirelim? Yaramıza merhem ne olmalıdır?» sorularına cevap aradım. Çare bizdik. İşe kendimizden başlayalım. Yeni aldığınız evin işlenmemiş bahçesini düşünün. Bir günde bütün çiçekleri ekerek bahçenizi canlandırmaya çalışırsanız, diğer işlerinizin arasında yorulursunuz. Yorulmamak için bu işi günlere yayar ve gördüğünüz güzel çiçekleri yavaş yavaş alarak dikersiniz. Birkaç ay sonra yaz mevsimi gelir. Çiçekler, yavaş yavaş açmaya başlar. O zaman istediğinize kavuşmanın mutluluğunu yaşarsınız.

Komşuluk da emek ister. Düşünün, bahçıvan bir günde gelip, bütün çiçekleri ekebilirdi. Yaz gelince, emeğimiz olmayan bahçeden aynı zevki alacağımızı düşünemiyorum.

Bir gün selâm vermeyen komşunuza, beklemeden selâm vermek; bir başka gün, memleketten gelen nadide bir yiyeceği onunla paylaşmak. Hasta olduğunu duyduğunuzda, pişirdiğiniz bir çorbayı, çocuğunun seveceği bir pastayı yapıp götürmek… Sevgi tohumları ekilmiştir. Koklayacağınız çiçekler, ektiğiniz tohumların yeşermesi olacaktır.

Komşuluk, ortak duyguların da paylaşılmasıdır. Komşum, çay içmek için çağırmıştı; maksat sohbet etmekti. Eskiler;

“Gönül ne kahve ister ne kahvehâne, gönül sohbet ister kahve bahane.” derken haklıydı. Derginin Aralık sayısını götürdüm. Ayrıca bir gün sonra yapacağım konuşma için seçtiğim beyitler vardı. Yazım bittiğinde bir sessizlik oldu. Dinleyenler, mısraların güzelliğine kendilerini kaptırmıştı. Elimdeki kitabın kapağında Yahya Kemal’in resmi vardı. Evin annesi;

“Bir an şairi görür gibi oldum.” diyordu. Sonunda Yahya Kemal’i ve bütün ölmüşlerimizi Fâtihalarla yâdettik.

Yazlıktan dönen komşum, heyecanla ve üzülerek;

“Ayla Abla, ne olur yukarı gel ve balkondan bak. Sultanahmet Camii’nin arkasındaki ucûbe gökdelenler görünüyor.” dedi. Üzüntü ve heyecan bana da geçti. Gördüğümde, gözlerim yaşardı. Bir üst kat komşum, kardeşim Belkıs İBRAHİMHAKKIOĞLU ile heyecanımı paylaştım. İkimiz de yazılarımızda konu edinmeye karar verdik. Hızımızı alamamış olacağız ki, bir imza kampanyası başlattık. İki gün, Üsküdar’da; yakın dostlarımızla, yazar arkadaşlarımızla kampanyamızı yürüttük. Bize getirilen kurabiyeleri, şekerleri imza atanlarla paylaştık. Şekeri gören çocuklar;

“Biz de imza atalım!” diye sıraya giriyorlardı. Kampanya, internette günlerce devam etti. Bu işte kararın geri alınmayacağını bilenler;

“Boşuna yorulmayın!” diyorlardı. Mimarlar odası, bazı televizyonlar ve yazarlar da bu konuda ısrarlıydı. Bir sabah, iki dergiye bu konuları yazmadan önce akıttığım gözyaşlarını hatırlıyorum. İçimden bir ses;

“Caminin yapımında, tebdil-i kıyâfet ederek, tanınmadan çalışan I. Ahmed’in duâları hâlâ oralarda ve binalar yıkılacak!” derken, içimdeki bu sese kendim de inanamıyordum.

Birkaç gün önce bir arkadaş telefon etti:

“Ayla Abla! Tamam, belediye encümeninden yıkım kararı çıktı!” diyordu. Daha önce verilen izin iptal ediliyor, bina 30 kattan 15 kata indiriliyordu.

Rûh, arar başka tesellî her esen rüzgârda.

Rüzgâr ne kadar kuvvetli eserse essin, içimizdeki duygular duâ ile harekete dönüşünce, rüzgârın da yönü değişiyor. Yeter ki, duygularımız hak yolunda ve ferdî menfaatin dışında devam etsin.