BİR TAS ÇORBA

Hakkı ŞENER hakki_0111@hotmail.com

Uzun bir gecenin sonunda yine sabah olmuş, perdenin kenarından içeri doğru sızan ışık huzmeleri sabah olduğunu ve güneşin yükselmekte bulunduğunu işaret ediyordu. Gece kaç defa uyandığını hatırlamıyor; «Gecelerin ne kadar uzun olduğunu hastalara sor» sözünün hakikatini şimdi yakînen müşâhede ediyordu.

Her ne kadar hava güneşli olsa da mevsim kış, hava soğuk; bütün vücudu elektrik verilmiş gibi titriyor. Bu titreme, soğuktan mı yoksa hastalıktan mı onu kestiremiyordu. Ortada bir şey varsa o da günlerdir, yattığı yatağında tir tir titrediğiydi.

Kapısını kilitlememişti, bir gelen olursa içeri girebilsin diye… Kalkıp kapı açmaya mecâli yoktu çünkü. Günler geçmesine rağmen ne gelen vardı ne giden. Mahzun gözlerle kapıya bakıyordu. Yokluğuna bir türlü alışamadığı eşi gözünün önüne geliyor, sanki kapıyı aralamış ona tebessüm ediyor. Tam bir şey söylemeye hazırlanırken kaybolduğunu görünce hayal olduğunu anlıyor, yıllar önce yaşadığı ayrılık acısı, paslı bir hançer gibi yüreğine saplanıyordu. Ama her kapıya bakışında aynı hayali görüyordu… Bir ömür öyle geçmişti çünkü. Kırk beş sene böyle yaşamışlardı, bir bardak su bile istese hep o kapıdan gülümseyerek girerdi…

“–Ah Vasfiye… Beni bu hastalık değil de senin yokluğun öldürecek.” dedi. Umutsuzca kapıya bakan gözlerinden iki damla yaş yanaklarına doğru yuvarlanıverdi.

Kızı çok uzaklardaydı, her zaman gelip gitmesi mümkün olmuyordu. Bir de her şeyi onlara duyurmak istemiyordu, uzaklarda meraklanmasınlar diye. Gerçi ondan bir şey istemeye, beklemeye yüzü de yoktu. Onu üzmüştü, kalbini kırmıştı. Celâl Bey, adı gibi celâlli biriydi. Dediğim dedik türünden. Bütün malını-mülkünü oğluna devretmişti. Kızın da bu yüzden biraz gönlü buruktu. Gerçi pek belli etmez, bayramda seyranda da olsa gelir giderdi. Şimdi uzaklarda olduğundan gelemiyordu. Oğlu, hiç çaba sarf etmeden sahip olduğu serveti tüketmenin derindeydi, nasıl olsa babası kazanmıştı…

Oğlunu en son ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalışıyordu.

«Bu Cuma mıydı geçen Cuma mıydı?» diye geçirdi içinden;

«Yok yok dört Cuma oldu.» dedi kendi kendine. Köyde olsa da uğramazdı ya…

Geçmiş yılları kare kare gözünün önüne geliyor, acı tatlı hâtıraları yeniden yaşar gibi oluyordu.

“–Hepsi bitti…” dedi. Kaç gündür kapıdan içeri kimse girmemişti. Yerinden kalkmaya mecâli yoktu. Umutsuzca kapıya bakıyordu.

“–Allâh’ım kimseyi kapılara baktırma!” dedi.

Odanın aydınlığından güneşin bir hayli yükseldiğini tahmin etti. Dışarıdan sesler geliyordu. Yeni bir günün başlamış olduğu her türlü hissediliyordu. Mevsim kış, pencereye oturup karşı dağları seyretmek ne güzel olurdu şimdi!.. Kar yağmış, her taraf bembeyaz, ağaçların üzeri heybe heybe olmuş, yağan karın ağırlığından ağaçlar sanki rükûa varmış gibi duruyordur. Bir parça yiyecek bulma umuduyla sağa-sola uçuşan kuşların sesleri duyuluyordu. Dışarıdaki manzarayı tahmin edebiliyordu ama kalkıp gözleriyle müşâhede etmeye gücü yoktu… Umutsuzca kapıya bakıyordu…

Dış kapının tıkırdadığını fark etti, bir gelen vardı… Odanın kapısı açıldı, gelen Muhsin Beydi. Yüzünden hiç eksik etmediği tebessümüyle içeri girdi.

“–Selâmün aleyküm komşum… Kaç gündür bacan tütmüyor. Gezmeye gittin zannettim. Bugün dış kapının açık olduğunu fark ettim. «Bir bakayım» dedim. Hayırdır inşâallah, sobayı da yakmamışsın.” Yanına vardı, yüzüne doğru eğilip elini alnına götürdü. Celâl Bey hâlâ titriyor, dişleri tıkır tıkır birbirine vuruyor, alnından da damla damla terler çıkıyordu.

“Komşum hasta mısın? Geçmiş olsun, dur hele ben şu sobayı yakayım.” diyerek dışarı çıktı; odun çırpı çıra ne bulduysa hemen getirip sobayı yaktı, çaydanlığa da su doldurup üzerine koydu. Yarım saat geçmedi daha, içerisi sıcacık oldu. Bu odayı ısıtan soba mıydı yoksa Muhsin Beyin tebessümü müydü bilinmez artık…

“–Şimdi sen az istirahat et, ben beş dakikaya kadar gelirim.” diyerek dışarı çıktı. Hemen eve gidip, yazın topladıkları şifâlı bitkilerden bir kısmını temiz bir poşete koydu, eşinin yeni pişirmiş olduğu çorbadan bir tas çorba, kuzineden yeni çıkmış ekmekten de biraz alarak tekrar Celâl Beyin evine doğru yola çıktı. Dertleri de devâları da bu dağlardaydı, yılların tecrübesiyle hangi bitkinin hangi işe yaradığını biliyordu. Şehir uzak olduğundan doktora ulaşana kadar bazen geç olabiliyordu. Onun için de bildikleri en kestirme yolu tercih ediyorlardı iyileşmek için. Bu arada Celâl Bey’in titremesi biraz azaldı, ısınınca kendine gelir gibi oldu. Muhsin Bey, söylediği gibi beş dakika sonra kapıdan içeri girdi. Elindeki tastan buharlar yükseliyordu. İçinde sıcacık bir şeyler olduğu belliydi. Elindekileri bir kenara bıraktı, getirdiği şifâlı bitkilerden bir tutamını, sobanın üzerinde kaynamakta olan çaydanlığın içine attı.

“–Şimdi sana yayla kokulu bir çay yaparım, bir şeyciğin kalmaz. Çayımız olana kadar şu çorbayı bir içelim bakalım.”

Pencerenin önünde duran küçük tahta masayı, Celâl Beyin yattığı yatağa doğru yaklaştırdı. Getirdiği ekmekle çorbayı üzerine koydu. Gidip mutfaktan bir kaşık alıp geldi. Celâl Beyin arkasına bir yastık koyarak onu yatağında biraz doğrulttu. Getirdiği çorbayı elleriyle içirmeye başladı. Yanında getirdiği taze ekmekten küçük küçük parçalar kopararak çorbanın içine atıyor sonra da kaşıkla alıp yediriyordu.

“–Mâşâallah mâşâallah, iyisin komşum elhamdülillâh, baştan biraz korkmuştum amma çok şükür iyisin.”

Celal Bey, sıcacık çorbayı içtikçe içi ısınıyor, yüreği de ince ince sızlıyordu. Zamanında incir çekirdeğini doldurmaz meseleler yüzünden çok kavgalar etmişti, kim bilir kaç defa kalbini kırmıştı komşusu Muhsin Beyin… Bak şimdi en zor ânında yine o vardı yanında ve her zamanki gibi tebessüm ediyordu.

Celâl Bey, geçmişi hatırladıkça yüreği burkuluyor, manzarayı gördükçe gözleri buğulanıyordu. Son lokmayı da yuttuktan sonra, bakışlarını pencereden karşı dağın yamaçlarına yöneltti uzun uzun baktı, sonra başını önüne eğerek;

“–Komşum, Allah senden râzı olsun, sağ olasın kaç gündür bir şey yememiştim. Aç-susuz böyle yatıyordum, bir şeyler yapmaya dermanım yok, gelip giden de olmadı. İlk sen geldin. Allah ziyaretini kabul etsin.” dedi. Titremesi de geçmişti artık, şimdi biraz daha iyiceydi.

“–Allah cümlemizden râzı olsun komşum, ne demek, lâfı mı olur? Biz komşuyuz, arkadaşız, kardeşiz, doğup büyüme bir köylüyüz; ömrümüz şu dağlarda birlikte geçmedi mi? Asıl sen kusura bakma! Geç fark ettiğim için üzgünüm. Ya sana bir şey olsaydı… Ne yapardım o zaman. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;

«Cebrâil -aleyhisselâm- bana komşudan o kadar bahsetti ki neredeyse komşuyu komşuya vâris yapacak zannettim.»

Yarın mahşerde; «Yâ Muhsin Efendi! Komşun günlerce hasta yatağında yattı da neden onu ziyaret etmedin?» denirse ben ne yaparım… Hakkını helâl et komşum, geçmiş olsun. Çok şükür şimdi daha iyi görünüyorsun. Çaydanlığa koyduğu şifâlı bitkilerin demlenme zamanı dolmuş, çay içmenin vakti gelmişti artık.

Muhsin Bey; çorba tasını ve kaşığı bir kenara kaldırdı, gidip mutfaktan iki tane bardak getirdi. Şifâlı bitkilerden hazırladığı çaydan birer bardak doldurdu, beraber içmeye başladılar. İçeriye derin bir sükûnet hâkim oldu, koyu bir sohbete daldılar, ta çocukluk yıllarına kadar uzandı muhabbetin ucu.

Öyle dalmışlardı ki neredeyse öğle ezanı okunacaktı…

“–Komşum öğle vakti olmuş, ben şu sobaya kalınca bir-iki odun atayım, sen biraz istirahat et. Ben yine gelirim.” dedi. Sonra da sobaya bir-iki odun atıp, getirdiği kapları da alarak odadan çıktı. Muhsin Beyin yüzünde, bir kardeşine yardım edebilmiş olmanın bahtiyarlığı vardı.

Celâl Bey, bu ziyaretten ziyadesiyle memnun, bir huzur hâli içerisinde, gözleri yine karşı dağın yamacına bakarak şöyle diyordu:

“–Yâ Rabbi! Bana böyle hayırlı bir komşu nasip ettiğin için Sana şükürler olsun, Sen ondan râzı ol, işlerini kolaylaştır, ömrüne ve kazancına bereketler ihsan eyle, beni de affet…”