Osmanlı’nın En Güçlü Yılları (1520-1566)

Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

KANUNÎ DEVRİ -3-

Dîde ez âteş-i dil garka-i âbest merâ
Kâr-ı in çeşme zi ser-çeşme harâbest merâ
Kanunî Sultan Süleyman (Muhibbî)

KANUNÎ’NİN DOĞUYA SEFERLERİ

Kanunî Sultan Süleyman, bizzat katıldığı seferler ve uzun mücadeleler sonucunda Macaristan’ı Osmanlı’ya bağlayarak hıristiyan dünyasına üstünlüğünü kabul ettirdikten sonra doğuya yöneldi. Esasen Osmanlı’nın batı ile savaş hâli, yoğun bir şekilde sürerken bile; Osmanlı ile Safevî İran’ı arasında yer yer çatışmaya varan bir rekabet ve üstünlük yarışı devam etmekteydi. İki devlet arasındaki çekişme ve rekabetin temelleri, birbirlerini iyi tanıyan ve ikisi de son derece yetenekli hükümdarlar olan Kanunî ve Tahmasb döneminde atılmış, yüzyıllar boyu aynı çerçevede devam etmiştir.

Kanunî; Yavuz’un ardından Osmanlı tahtına oturarak, Osmanlı Devleti’ni doğuda, batıda, Afrika’da ve denizlerde başarıdan başarıya koşturmuş; 46 yıl süren saltanatı döneminde Osmanlı’nın üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Öte yandan Şah İsmail’in ardından Safevî Devleti’nin başına geçen Şah Tahmasb (1524-1576) da 52 yıl süren uzun saltanatı boyunca genç Safevî Devleti’ni Fırat’tan Ceyhun ırmağına kadar uzanan geniş bir alanda başarıyla yönetmiştir.

Bir İngiliz tarihçisinin; “Atlı göçebeler; imparatorlukları yıkabilir, ancak yönetemez.” iddiasının aksine, Safevîler; atlı göçebe bir gelenekten gelmelerine rağmen Fars-İran devlet geleneğini de iyice özümseyerek kendilerine has, fakat çoğu kez güven vermeyen siyasetleriyle; güçlü Osmanlı’nın karşısına doğrudan çıkmayıp her seferinde Osmanlı ordusunun bitirici hamlelerini İran içlerine çekilerek başarıyla savuşturmuş, ortadan kaldırılamayacak bir güç olduğunu ispatlamıştır.

Başlangıçta Kanunî, babası Yavuz Selim Han’ın aksine Safevîlere karşı daha yumuşak bir politika takip etmiş, ağırlığı yeniden hıristiyan batıyla mücadeleye vermişti. Nitekim Çaldıran Savaşı’ndan sonra Azerbaycan’dan sürgün edilen, 600 hanelik Tebrizli topluluğu serbest bırakarak ülkelerine dönmelerine izin vermişti.1

İran’a karşı uygulanan ticarî ambargoları kaldırmış, başta ibrişim olmak üzere ipek ticaretini serbest bırakmıştı. Ayrıca İranlı tüccarların Anadolu’dan bakır, gümüş ve altın gibi madenleri İran’a götürmelerine izin verilmişti. Hattâ batıya yapacağı seferlerin öncesinde, daha önceki tutumların aksine, Safevî hükümdarlığına «kâfir kuvvetlerine karşı işbirliği» teklifinde bulunmuştu. Oysa daha önceki tüm yazışmalarda Safevîler için «Zındık, Kızılbaş, Râfızî» sıfatları kullanılmakta; Şiî müslümanlar dalâlet ehli olmakla, hattâ kâfirlikle itham edilmekteydi. Esasen bu tutum her iki devlette de barış ve mücadele dönemlerine göre değişiklik arz etmekteydi. İran; Şiîlik üzerinden Anadolu’da genişleme arzularını gerçekleştirmek istiyor, bu gaye uğrunda her fırsatı değerlendirerek Anadolu’yu karışıklığa sevk edecek faaliyetlere çanak tutuyordu. Bilhassa Anadolu Alevîlerini Osmanlı aleyhine kışkırtarak onları kendi siyasî emelleri için kullanma yoluna gidiyordu. Bu yöndeki Safevî tahrikleriyle Anadolu’da Baba Zünnûn İsyanı (1526), Kalenderoğlu İsyanı (1527) ve Molla Kābız Vak’ası gibi birçok karışıklık meydana gelmişti.

Osmanlı; mezhep bakımından, Hindistan’a hâkim ve Safevîlerin güney komşuları olan Bâbürşahlar gibi Sünnî idi. Bu sebeple, Osmanlı devlet politikası; «Sünnî akîdesinin korunması ve Kızılbaş-Safevî tehlikesinin bertaraf edilmesi» eksenine oturtulmuş, Safevîlerin Anadolu’daki etkisini kırmak amacıyla karşı politikalar geliştirilmişti.

Kanunî, batı dünyasıyla gerçekleştirdiği İstanbul Barışı’ndan (1533) sonra doğuya yönelerek; batıda mücadele ederken fırsattan yararlanıp Anadolu’da faaliyetlerini artıran Safevîler üzerine bitirici bir sefer kararı aldı. Safevî İran devletiyle olan askerî siyasetini iki temel esas üzerinden yürütüyordu:

Birincisi; Fırat Nehri’nin tabiî sınır hâline getirilmesi,

İkincisi ise; Azerbaycan ve Irâk-ı Arab (Sünnî Irak) bölgesinin zaptedilerek kontrol altına alınmasıydı.2

Bu politika doğrultusunda; doğuya, üç büyük ve masraflı sefer düzenlendi ve öngörülen her iki hedef de büyük ölçüde gerçekleştirildi.

IRAKEYN SEFERİ (1533-1535)

Kanunî, İran Seferi’ne çıkmadan önce Türkistan ve Hindistan bölgesindeki Sünnî-İslâm devletlerini Safevîlere karşı işbirliğine çağırdı. 1533-1535 yıllarını kapsayan ve geniş çaplı hazırlıklar yüzünden etkili olmuş Irakeyn Seferi’ne yaklaşık 150 bin Osmanlı askeri iştirak etti. Ordu, Safevî topraklarında ilerleyişini sürdürmesine rağmen Şah Tahmasb; Osmanlı ordusunun önüne çıkmayarak İran içlerine çekildi. Hattâ sırf bu yüzden Safevî başkenti; Tebriz’den, ahâlîsi Fars ağırlıklı Kazvin’e nakledilmişti. Böylece göçebe Türk süvarilerin kurduğu devlette, Fars kültürünün etkisi biraz daha artmış oldu.

28 Kasım 1534’te, Veziriazam İbrahim Paşa; öncü birliklerin başında, hiçbir direnişle karşılaşmaksızın Bağdat’a girdi ve hükümdarı Kanunî’nin büyük zafer şenlikleri içerisinde bu tarihî şehre ulaşması için gereken hazırlıkları yaptı. Bunun üzerine Kanunî, 30 Kasım 1534’te görkemli bir merasimle şehre girdi ve yerel yöneticilerin huzurunda şehrin sembolik anahtarlarını teslim aldı. Kanunî’yi karşılayanlar arasında ünlü dîvân şairimiz Fuzûlî de yer almış ve bu durumdan hoşnut olan muzaffer Hünkâr, Fuzûlî’ye iltifat ederek vakıflardan kendisine maaş bağlanmasını emretmiştir. Bağdat’ta dört ay kalan Kanunî, Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe’nin mezarını ziyaret etmiş; türbesini onardığı gibi, adına da bir cami yaptırmıştır. Ayrıca Hazret-i Ali soyundan İmam Musa Kâzım ve büyük mutasavvıf Abdülkādir Geylânî’nin türbelerini de tamir ettirerek hem Şiîlerin hem de Sünnîlerin gönlünü almıştır.

Osmanlı ordusu ayrıca Azerbaycan istikametindeki ilerlemesine de devam etmekteydi. Bir ara Kanunî, Şah ile karşılaşmak ve onunla bir meydan savaşına tutuşmak istediyse de; Şah Tahmasb, her zamanki gibi İran içlerine çekilerek kuvvetlerini korumayı tercih etmiş, Osmanlı ordusunun yorgun düşmesini ve yıpranarak çekilmesini beklemiştir. Kanunî, başarıyla gerçekleştirdiği bu ilk seferine 1535 yılının Ağustos ayında son vererek Tebriz’den ayrılmış ve muzaffer bir şekilde İstanbul’a dönmüştür.

Bu sefer sonucunda; Anadolu’nun birlik ve bütünlüğü sağlandığı gibi, Bağdat dâhil Irak’ın Arap toprakları ile eski Safevî başkenti Tebriz, Osmanlıların eline geçti. Ancak bölgenin dağlık olması, ağır silâhların taşınmasının zorluğu ve ordunun ihtiyaçlarının temin edilmesindeki güçlükler, istenilen kesin sonuçların alınmasını engelleyici faktörler olmuştur. Ayrıca bu zor seferin masrafı Osmanlı bütçesine çok önemli bir yük getirmiş, otuz bin askerin kaybına ve on binlerce askerin yaralanmasına yol açmıştır. Bütün bunlara karşılık, Osmanlıların askerî açıdan gücünü; Basra Körfezi, Hint Okyanusu ile Kızıldeniz ekseninde pekiştirmesi de bu seferle gerçekleşmiştir.

Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesinin ardından Şah’ın ordusu karşı atağa geçerek; Tebriz, Erzurum, Hınıs ve Van taraflarını istîlâ etti. Ayrıca bölgedeki bazı kaleleri ele geçirdiği gibi, Doğu Anadolu’da da birçok tahribatta bulundu. Bölgede varlığını korumaya çalışan Şirvan Hanlığı da Safevîlerin baskısı altına girdi. Yıllar içinde kurulan dengelerin bozulması ve Safevî tehlikesinin artması, Osmanlı açısından yeni bir seferi kaçınılmaz kılmaktaydı.

TEBRİZ SEFERİ (1548)

Böylece Kanunî; Safevîlere önemli bir darbe vurmak, Anadolu’da siyasî ve mezhebî birliği sağlamak, doğu sınırlarının güvenliğini sağlamak gayesiyle, 1548 yılının Mart ayında Üsküdar’dan yeni bir sefer başlattı. Hünkâr, güçlü ordusuyla önce Erzurum’a ulaştı. Burada bir müddet dinlendikten ve bazı önlemleri aldıktan sonra ilerlemesini sürdürerek hiçbir zorluk çekmeden Tebriz’e girdi. Ancak her zamanki gibi Şah, yine karşısına çıkamamış ve cenge girmeyerek Osmanlı ordusunun yıpranmasını beklemeyi tercih etmişti. Nitekim erzak ve barınma ihtiyaçlarının karşılanmasında meydana gelen güçlükler, ordunun yorgun düşmesi ve kırıcı hastalıkların baş göstermesi gibi olumsuzluklar üzerine Kanunî ânî bir kararla Tebriz’den ayrıldı ve Anadolu’ya dönerek Safevîlerin kontrolündeki Van Kalesi’ni şiddetli bir hücumla ele geçirdi. Van Beylerbeyliğini oluşturmak sûretiyle aldığı idarî tedbir neticesinde, İran sınırındaki Osmanlı tahkimatı daha güçlü hâle getirilmiş oldu.

NAHÇIVAN SEFERİ (1552)

1552 yılında, Osmanlı Devleti’nin batı ile çatışmasından yararlanmak isteyen Şah Tahmasb’ın sınır tecavüzlerini artırması, bölgedeki kale ve kasabalarda yağmaya yönelmesi; Kanunî’yi bir kez daha harekete zorladı ve üçüncü İran Seferi’ne çıkmak zorunda bıraktı.

1554 yılında Kanunî, görülmemiş büyüklükteki bir orduyla Azerbaycan’a bu kez «yağma ve yıkıcı yönü» ağır basan bir sefer gerçekleştirdi. Böylece Safevîlerin daha önce Doğu Anadolu’da yapmış olduğu tahribatlara misilleme yapılmış oldu. Bu askerî harekât sırasında çok miktarda esir ve ganimet ele geçirildiği gibi, birçok bahçe ve saray da tahrip edildi. Ancak İran üzerine gerçekleşen bu sefer de daha öncekiler gibi istenen kesin ve nihâî sonucu vermemiş, Safevîler geriletilebilmiş ancak ortadan kaldırılamamıştır.

Nihayet Osmanlı Devleti alışılmışın dışında, yeni bir politika benimseyerek barışa yöneldi. Böylece iki ülke arasında akl-ı selim galip gelmiş, kırk yıla yakın, aralıklarla devam eden savaş hâline son verilmiş oldu. Nitekim Erzurum’da İran elçilerinin kabulüyle başlayan diplomatik temaslar, Nisan ayında Amasya’da antlaşmayla noktalandı.

1555’te yapılan Amasya Barışı’na göre seferler sırasında Osmanlıların ulaştığı sınırlar çerçevesinde bir anlaşmaya gidildi. Buna göre, Tebriz dâhil Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Irâk-ı Arap Osmanlılarda kalıyordu. Buna karşılık Osmanlılar da Safevîlerin varlığını tanıyor, mezhebî açıdan iki devlet arasında çıkan meseleler konusunda taraflar daha dikkatli davranmaya yöneltiliyordu. Buna bağlı olarak İran tarafı ilk üç halîfe hakkında daha dikkatli bir dil geliştirmeyi ve onlara sövmemeyi kabul ediyor; buna karşılık Osmanlı Devleti de İran hacılarının güçlük çekmeden mukaddes toprakları ziyaret edebilmelerini garanti ediyordu. Bu barış Şah Tahmasb’ın vefatına ve ardından meydana gelen siyasî karışıklıklara kadar yirmi beş yıl devam etti.3

________________

1 Osmanlı Devleti’nin İran Politikası (16. ve 17. yüzyıl); Prof. Dr. Remzi KILIÇ; makale.

2 a.g.e.

3 Osmanlı Tarihi; İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI; c. 2, s. 361.