Kur’ân-ı Kerim’den Eğitim Prensipleri -3-

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

BİRLİKTE YAŞAMAK

Birlikte yaşamak…

Ülkemizde ve dünyamızda artık sık sık duymaya başladığımız bir kavram…

Âşık Veysel;

Koyun kurt ile gezerdi,

Fikir başka başk’olmasa…

diyor. Fikirler, inanışlar, alışkanlıklar, değerler aynı olmayınca, birlikte yaşamak da zorlaşır. Çünkü davranışlar, fiiller; inanç ve değerlere dayanır.

Meselenin dünü ve bugünü:

İnsanlık başlangıçta tek bir ümmet idi. Hak dîne inanan, bu konuda çatallanmayan tek bir toplumdu. Daha sonra ihtilâflar baş gösterdi. (el-Bakara, 213; Yûnus, 19)

Birlik, beraberlik, ittifak asıldır; Hak ehlinin, îmân ehlinin vasfıdır.

Tefrika, ihtilâf, ayrı ve gayrılık ise fer’îdir, küfür ehlinin vasfıdır.

İnsanlığın tek bir ümmet olarak kaldığı dönem, rivâyetlerde Hazret-i Âdem ile Hazret-i Nûh arasındaki uzunca bir devir olarak tefsir edilir.

Hak dîne inanan tek bir toplumda birlikte yaşamak problem değildir. Hazret-i Âdem’le başlamış, babası, atası peygamber olan bir büyük ailede prensipler, kurallar ilâhî menşelidir. Bu ilk topluluktan Kābil gibi, kural bozucu, yıkıcı tipler çıkmışsa da (el-Mâide, 27-31) cemiyet tarafından dışlanmış, toplum dokusu bozulmamıştır…

Fakat daha sonra, tek ümmetin îman, ibâdet, ahlâk gibi güzel vasıflardaki ittifakı sona erdi. İnkârcılar, fısk u fücur ehli galebe çaldı.

İnsanlık tekrar tek bir ümmet hâline gelir mi?

Hem evet, hem hayır…

Tevhid dînine sahip çıkanlar, temiz olanlar zaman ve mekân itibariyle, birbirlerinden ayrı ve uzak da olsalar, bir ve beraberdirler, tek bir ümmettirler. (el-Enbiyâ, 92; el-Mü’minûn, 52; Hûd, 119)

İnsanlığın başlangıcını da teşkil eden bu tek ümmete muhalefet edenlere yeni peygamberler gelmiş, onları uyarmıştır. Bir mânâda bütün tebliğ ve davetler, o tek ideal ümmeti kurmaya mâtuftur.

Tevhid üzere birleşmiş tek bir ümmet, cennet ehlidir. Aralarından küfür ve nifak ehli ayrılmış, îmân ehli olup da günahlarından arınmamış olanlar da ilâhî ceza ile arındırılmış, içlerinden kin, haset gibi gıll ü gış söküp alınmış (el-Â’râf, 43), pırıl pırıl tek bir ümmet…

Dünyada hakikî mânâda tek bir ümmet hâli ise, kıyâmete yakın Hazret-i İsa’nın nüzûlü ve Mehdî -aleyhisselâm-’ın zuhûru devrinde yaşanacak diye kabul edilmiş. Bu bir kızıl elma âdeta…

Bütün tebliğ, emr bi’l-mârûf, nehy ani’l-münker faaliyetlerinin kızıl elması… Herkese daveti duyurmak, herkesi Hakk’ın sofrasında cem edebilmek…

Fakat ufuk gibi üzerine gittikçe daha ötelere kaçan yüksek bir ideal…

Kullar bunu isterler, fakat Allah bunu murâd etmiyor:

“Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı. Fakat O bunu irade etmediğinden ittifak etmemişlerdir ve işte böylece ihtilâf eder vaziyette devam edeceklerdir.” (Hûd, 118)

Sadece bu âyet-i kerîmeyle değil, Allah Teâlâ, dilese insanlığı tek bir ümmet hâline getirebileceğini, hâşâ bundan âciz olmadığını, fakat bunu dilemeyeceğini dört âyette tekrar tekrar vurgular. (el-Mâide, 48, Hûd, 118; en-Nahl, 93; eş-Şûrâ, 8)

Niçin Rabbimiz insanları tek bir ümmet hâline getirmeyi murad etmez?

1. İmtihan sırrı için…

Cenâb-ı Hak, iblisi huzûrundan tardederken ona, insanlığı saptırma gayretleri için müsaade etmiştir. Kıyâmete kadar, şeytan ve avenesi çalışacaktır. Dalâleti seçenlerin iradelerini tahakkuk ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarındandır… Bu sebeple, eşyanın zıddıyla bilindiği bu âlemde, hidâyet de dalâlet de var olacak. Takvâ da, fücur da var olacak.

2. Cebren değil, muhabbetle…

Allâh’ın tek bir ümmet olmamızı dilemesi; imtihana müdahale etmesi ve kullarını cebren, zorla muvahhid, güzel, sâdık hâle getirmesi mânâsına gelir ki, bu hür iradelerin imtihan edilmesi keyfiyetine aykırı olur. Rabbimiz; melek veya robot değil, iradesiyle, muhabbetiyle doğruyu ve güzeli seçecek bir fert ve toplum istiyor. Böylece şeytanı seçen kötüler, peygamberlere tâbî olan iyilerden, yani pisler temizlerden ayrılacak.

3. Renkliliğin Korunması…

Tek bir ümmet; inançta ittifak ettiği gibi, henüz farklı ırklara, değişik lisanlara, ten renklerine, iklimlere, karakterlere sahip milletlere ayrışmamış tek bir toplum mânâsını da ihtivâ eder.

Zaman içinde insanlık; kavimler, ırklar, iklimler açısından birbirinden ayrışsa da dillerde, kültürlerde ortak bazı noktaların izi sürülebilmekte. Bu da; insanlığın tek bir topluluktan çoğaldığı gerçeğiyle izah edilmekte…

İnsanlığın tek bir toplum hâlinde değil de, çeşitli kavim, dil ve anlayışlara… bölünmesi de bir hikmete mebnîdir. Cenâb-ı Hak, insanları farklı şartlarda imtihan etmeyi ve böylece ortaya çıkacak rekabet içinde yarışmalarını arzu buyurmakta. (el-Mâide, 48; Ayr. Bkz. Hucurât)

Bugün globalleşme tek bir kültür, tek bir medeniyet kurmaya hizmet ediyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, insanlar arasındaki çeşitliliği Zâtının âyetleri arasında saymıştır. (er-Rûm, 22) Cihanşümul olan dînimizin ahkâmında tek tipleştirici uygulamalar yoktur. Meselâ Arapçanın ibâdet dili olması millî dilleri yok etmemiş, aksine geliştirmiş; yine tesettür emri tek tip bir kıyafet dayatmak yerine prensipler vermiş, her kavim kendi kültür ve iklim şartlarına göre o emri prensiplere uygun şekilde hayata geçirmiştir.

Bu imtihan cilvesinin arka plânında, insanî duyguların devreye sokulması da vardır.

Kulluk sadece, kul ile Rabbi arasında geçmez. Hak katında tek geçer akçe olan kalb-i selîmin mihengi, kulun kendisi dışındakilerle geçimi, uyumu, onlara bakışı, onlara karşı hak ve vazifelerini yerine getirip getirmediğidir. Yani ahlâk ve muâmelât…

Meselâ kıskançlık: Hazret-i Yûsuf’u öz kardeşleri çekemediler. (Yûsuf, 8) Hazret-i Peygamber’e sırf kendi kavminden gelmediği için inanmayanlar vardı. (el-Bakara, 105, 109) Peygamberlik bana veya şuna buna gelmeliydi diyen küstahlar da çıktı. (ez-Zuhruf, 31; Ayr. Arş. Ümeyye bin Ebi’s-Salt)

Efendimiz’e ilk inananların zayıflar, fakirler olmasının da böyle bir hikmeti oldu. (Sâd, 62, 63)

Firavun’un imtihanı da aşağılık köleler olarak gördüğü bir milletin, kendi sarayında büyümüş bir ferdi tarafından Hakk’a davet edilmekti. (el-Kasas, 5)

Günümüzde de İslâm’ı baldırı çıplak Araplar veya azgelişmiş doğuluların dîni olarak küçük görenler de, kibir, kendini beğenme gibi kötü ahlâklarıyla hidâyete giden yolda tökezlerler.

Rabbimiz’in tam dört kere, herkesin tek bir ümmet hâlinde müslüman olmayacağını beyan buyurmasında bir tesellî mânâsı da mevcuttur.

Tebliğ için teşvik, netice hakkında tesellî…

Şûrâ Sûresi’nin 7. âyet-i kerîmesinde; Kur’ân’ın vahyedilmesinin sebep ve hikmeti; “Ümmü’l-Kurâ / Şehirlerin Anası Mekke ve etrafında kim varsa bütün dünyada halka halka herkesi kıyâmet ve mahşer hakkında uyarmak” olarak belirtilmiş; fakat neticede bütün insanlığın iki fırka, biri cennette, diğeri cehennemde iki kısım olacakları beyan edilmiştir. Burada herkesi o tek ümmete, cennet ehli olmaya çağırmak noktasında teşvik vardır. Fakat müteakip âyet, bu teşvikin gerçekçi noktasını, bu noktadaki şiddetli arzunun, netice vermeyen gayretler karşısında yılgınlığa dönüşmemesi için hatırlatır:

“Eğer Allah dileseydi bütün insanları, aynı dine bağlı, tek ümmet yapardı. Ama O, insanların hak etmelerine göre dilediği kimseyi rahmetine dâhil eder. Zalimlerin ise ne hâmileri, ne de yardımcıları vardır.” (eş-Şûrâ, 8)

Hulâsa, şer ve hayır mücadelesi sürecek. İdeal mânâda, bütün dünyayı kapsayan bir hayır toplumunun ancak cennette meydana gelebileceğini akılda tutarak, gerçekçi olarak mümkün mertebe hayrın galebe çaldığı bir cemiyet için gayret edilecek. (Bkz. Yûsuf, 103)

Peygamber Efendimiz, Mekke’de müşriklerin içindeydi. Davetini kabul edenler çoğaldıkça, onlarla şehir içinde bir topluluk, bir cemaat hâlini aldılar. Bu şekilde barış içinde bir davet ile mücadelesini sürdürecekken, O’nun varlığını tehdit ettiler. O da hicret etti. Medine’de bu kez, daha geniş bir mü’min cemaati yanı sıra, kabul etmiş gibi görünenler yani münafıklar ve Yahudiler ile bir aradaydı. Sık sık karşılaşacağı bedevî kabalığı da bir diğer unsurdu.

Yahudiler, müslümanlara karşı kurdukları tuzakların kendilerine dönmesiyle kabîle kabîle ya uzaklaştırıldılar, yahut cezalandırıldılar. Hayber’dekiler ise yerlerinde bırakıldılar.

Kur’ân, Harem bölgelerinden küfür ehlini uzaklaştırdı. Ehl-i kitaba ise cizye vermek şartıyla, boynu bükük şekilde müslümanlarla birlikte yaşama müsaadesi çıktı. (et-Tevbe, 29)

Tarih boyunca, müslümanların yahudi, hıristiyan, dürzî, yezîdî ve sair unsurlara müsamahakâr oluşlarının altında bu yaklaşım vardı. Hidâyet zorla olmaz (el-Bakara, 256; el-Ğâşiye, 22) ve hidâyet vermek, tebliğcinin elinde değildir (el-Kasas, 56), dolayısıyla vaktinin ne zaman geleceğini de bilemez. Gayrimüslimler tamamen uzaklaştırılırsa, hidâyet ihtimalinden, Kur’ân’ın davetini işitmekten de uzak kalmış olurlar. (Bkz. et-Tevbe, 6) Bu sebeplerle, «boynu bükük/zararsız» (et-Tevbe, 29) olma şartıyla gayri müslim unsurlara hoşgörülü yaklaşılır.

Müslümanların hâkim olduğu, Dâru’l-İslâm devirlerinde vaziyet böyleydi. Daha sonra, cemiyette müslümanların ağırlığı azaldı. Küffâra karşı da mağlûbiyetler gelince, birlikte yaşama konusunda yeniden Mekke dönemi şartlarına dönülmüş gibi oldu.

Müslümanların bu noktada dikkat edecekleri husus; sâdıklarla beraberlik prensibine riâyet edip, fısk ehline sabır ve setr yaklaşımlarını, onlarla kaynaşma, onlara göz yumma noktasına getirmemeleridir.

Hazret-i Musa, Tur Dağı’ndan dönüşünde, kavminin buzağıya taptığını gördü ve buna mânî olmayan Hazret-i Harun’a şiddetle müdahale etti. Hazret-i Harun ise onları uyardığını fakat, birlik yapısını bozacak bir hareketten sakındığını söyleyerek kendisini savundu. (Tâhâ, 92-94)

Ashâb-ı Sebt, üzerine düşen vazifeleri yapmadan birlikte yaşarsa kurunun yanında yaşın da yanacağının bir misali oldu. Cumartesi yasağına uymayan kavim cezalandırıldığında, onları uyarmayanlar da cezaya müstehak oldular. «Biz üzerimize düşen tebliğ vazifesini -hiç olmazsa Hakk’a karşı özrümüzü beyan etmek için- yerine getirmeliyiz.» diyenler ise kurtarıldı. (el-Â’râf, 163-166)

“Bir musibet geldiğinde, içinizden sadece zalimlere isabet etmez, hepinizi vurur.” (el-Enfâl, 25) mealindeki ikaz da birlikte yaşamak konusunda, kötülüğe karşı duyarsız olmamanın altını çizer.

Birlikte yaşanan toplum bir gemi ise, o toplumda küfr, fısk ve fücur ile meşgul olanlar gemiyi delmeye çalışanlardır. Gemi delinirse, herkes boğulur. (Buhârî, Şehâdât, 30; Tirmizî, Fiten, 12)

Ashâb-ı Kehf, îmanlarını koruyamayacaklarını düşünerek hicreti, bir mağaraya sığınmayı seçmişlerdi. (el-Kehf, 10) Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarında başlayan fitne döneminde de, tasavvufî müesseselerin temelini atan zâhid kimseler, kargaşadan uzak durmak için inzivâya çekilmeyi tercih ettiler.

Bu da gösteriyor ki, birlikte yaşamanın zıttı, inançsız veya ahlâksızları katletmek değildir. Mü’min; hâlin gerektirdiği duruma göre, fiilî, kavlî ve kalbî olarak kötülükle mücadele eder. Edemediğinde başka tedbirler alır. Gerekirse orayı terk eder.

Birlikte yaşama kavramının düşmanı aslında mü’minler değildir.

Mü’minleri şehirlerden çıkarmak, yok etmek, yok saymak, ezmek düşüncesi her dönemde din düşmanları ve zorbaların zihninde dolaşmıştır. (Âl-i İmrân, 195; el-Bürûc, 4-8 vb.) Haçlı savaşları asırlarca müslümanları hıristiyanların kadîm topraklarından atmak düşüncesiyle gerçekleştirilmiştir.

Buna karşılık, gayrimüslim unsurlar, müslümanlar arasında kültürleriyle, inançlarıyla hep var olmuştur. Isıtılıp ısıtılıp gündemimize getirilen Ermeni problemi; Tanzimat sonrası, yani batılıların, güya azınlıklar lehine uygulamaları bize dayatmasından sonra yaşanmıştır.

Günümüzde imkânlar sayesinde şartlar tek bir topluma doğru gidiyor. Kültür çeşitliliği açısından sakıncalı bulunsa da dünyanın gidişatı bunu durdurabilecek bir güce işaret etmiyor. Bu da tek bir toplum… Fakat bu tek toplumun dümeninde hayır değil, şer var. Kur’ân-ı Kerim bu tehlikeye aynı tabirle işaret eder:

“Eğer, bütün insanların dinsizliğe imrenecek bir tek ümmet hâline gelme mahzuru olmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine kurulacakları koltukları hep gümüşten yapardık. Onları altına, mücevhere boğardık. Fakat bütün bunlar dünya hayatının geçici metâından ibarettir. Âhiret ise Rabbinin nezdinde Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara mahsustur.” (ez-Zuhruf, 33-35)

Bu dünya bu kadar değersiz. Bu dünya kâfirin cenneti…

Bu sebeple onlar, bütün dünya tek bir şer toplumu olsun diye uğraşıyorlar. Kötülükleri sistemleştiriyorlar. Meselâ cinsî sapkınlıkları, kanun koruması altına almaya çalışıyorlar. Tanzimat’ta gâvura gâvur demenin yasaklandığı gibi, günümüzde de sapığa sapık demenin yasaklandığı bir devre gidiyoruz. Bu, tebliğde bulunmayı yasaklamak demek. Camilerde; “Allah katında Hak din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 19) âyetinin okunmasından bile rahatsızlık duyan bir mahalle baskısı… Böyle bir dünyada birlikte yaşamak daha da zor.

Çünkü birlikte yaşamak, müslümanlara daima vazife yükler.

Kâfiri îmâna davet. Münâfığı ihlâsa davet. Fâsığı, ıslaha davet. Kaba bir müslümanı, zarafete davet. Cimriyi cömertliğe, korkağı cesarete, ahlâksızı iffete, vicdansızı şefkate, zalimi merhamete, bencili diğergâmlığa davet… Tabiî sadece sözle değil, fiilen yaşayarak davet…

Davet etmeyen, tavsiyeleşmeyen, iyiliğe çağırmayan, kötülükten sakındırmayan bir müslümanlık yok… (Âl-i İmrân, 104; et-Tevbe, 71; el-Beled, 17; el-Asr, 3) Ilımlı müslümanlık adı altında böyle bir tür icat edilmeye çalışılıyorsa, bilinmeli ki başarıya ulaşılsa bile bu bir bâtıl fırka olur, müslümanlık olmaz.

Bize lâzım olan Light İslâm değil, Light of İslâm… Sahte, muharref bir Ilımlı İslâm değil, gerçek İslâm’ın Gönül Sıcaklığı…

Birlikte yaşamak, kimsenin kimseye ilişmemesi, karışmaması demek olmamalı.

Bakalım:

Pis ile temiz nasıl birlikte yaşar?

1. Temiz, ideal mânâda pisi tamamen temizleştirerek yahut gerçekçi mânâda temizliği hâkim, pisliği zararsız bir sûrette tutarak onunla birlikte yaşayabilir.

2. Yahut da pis, temizi tamamen pisleştirerek veya pisliği hâkim, temizliği etkisiz bir hâlde bırakarak…

Eğer birinci madde gerçekleşmezse, ikincisi gerçekleşir ki, günümüzde gidişat ikinci madde istikametinde. Şimdi diyorlar ki, pis, pisliğini yayacak, temiz ona karışmayacak. Bir başka ifadeyle, temiz temizliğini yaymayacak. Temiz ile pis birlikte yaşasın!

Olmaz ki, bunlar birbirlerini varlıklarıyla ortadan kaldıran, kaldırmaya çalışan vasıflar.

Onlar üfleyerek Allâh’ın nûrunu söndürmeye çalışsalar da, başarılı olamayacaklar. Işık, arttıkça karanlık zâil olacak. Işığın varlığı, birtakım gölgelerin de var olmasına engel olmayacak.

Yeter ki, ışık, karanlığın rüzgârlarından ateşini muhafaza etsin. Yeter ki o ışığı diri tutalım… İslâm’ın güler yüzünü, mümtaz şahsiyetini sergileyebilelim… Usûl ve metotlarda zaten var olan, ılımlı, sıcak, yumuşak ve tesirli üslûbu yeniden geliştirelim…