KOMŞU HAKKI ve TEBLİĞ…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Yurt dışında bir vatandaşımız denk getirir, bir daire satın alır. Standardı belli olduğu için alış veriş öncesi içine girmemiştir. Tabiî anahtar eline geçtiği gün heyecanlıdır, hemen oraya yönelir.

Daire, güzel bir semttedir. Binanın önü ferah. Girişi rahat.

Yeni ev sahibi sıfatıyla bizimkinin memnuniyeti yüzüne de diline de yansımıştır. Yanındakilerle beraber neşeli neşeli binaya girer. Satın aldığı dairenin önüne bir hamlede ulaşır.

“–Güle güle oturmak nasîb olsun!” temennileri arasında anahtarları cebinden çıkarır. Uzun zamandır ilk defa anahtar görmüş olan kapalı kapıyı; «bismillâh» deyip açar.

Kapı, epey vakit açılmamış olduğundan dolayı, yata yata dizleri kireçlenmiş hasta gibi biraz tutukluk yapar. Fakat nihayet hatırını soran birinin çıkması üzerine, hoş geldiniz dercesine kendince keyifli sesler çıkartır. Duyduğu sevinci daha içten göstermek için de; haftalarca, aylarca, belki yıllarca birike birike üst köşesinde katman oluşturmuş tozları, gelenlerin başına sanki inci serpiyormuşçasına cömert bir şekilde yağdırır.

Taranmış temiz saçlar ve ütülü ceketler, bu türlü ilgiden hoşlanmasa da kapının tebessümü içeriye de yansır. İçeride başlayan tatlı bir cereyan esişi ile holdeki tozlar da dirilir ve âdeta; «iyi ki geldiniz» cümbüşüne başlar. Bizimkinin biraz nefesi tıkanır ve alerjik bir öksürük, ciğerini sıkıştırmaya başlar:

“–Herhalde buraya nicedir gelen giden olmamış!”

Her oda, bu cümleyi söyletir. Daire kapısında ne yaşanmışsa, diğer kapılarda da aynısı yaşanır. Bizimki habire üzerini silkeler:

“–İyi bir temizlikten geçmesi gerek!”

Girmedikleri tek oda kalmıştır. Dönüp çıkmak ister. «Nasılsa her taraf aynı.» diye düşünür. Fakat merakı baskın çıkar:

“–Her yere baktık, buraya da bakmalı.”

Kapı üstündeki tozlara dikkat ile son odaya da girer. Girer fakat, bir anda feryadı basar:

–Aman yâRabbî!

İliklerine kadar ürperir. Dehşete kapılır. Korkar. Geriye doğru sıçrar. Yanındakilerin de durumu kendisinden farksızdır. Gördükleri manzara, son derece korkunçtur. Odanın ortasında bir yatak. Yatakta da bedeni iyice erimiş bir ceset. Kafatası kenarında saçılı duran uzun saçlardan kadın olduğu belli, perişan bir ceset.

Hepsi canhıraş bir şekilde dışarı fırlar.

Durumu polise haber verirler.

Ortaya çıkan gerçek, insanlık dramıdır:

Meğer daha önce o daireyi yaşlı bir kadın, banka kredisi ile almış ve yerleşmiş. Her ay, kredi borcunu da muntazam bir şekilde ödüyormuş. Sonra birden ödemeyi kesmiş. Tek kuruş ödemez olmuş. Daha doğrusu ömrünün vadesi yetmemiş. Tabiî bundan habersiz olan banka, gerekli beklemenin ardından daireye el koymuş. Sonra da bizimkine satmış. Geçen zaman 2,5 yıl.

Kapitalist dünya.

Sadece parasının derdinde. Sorduğu da, yaptığı-ettiği de, sadece para odaklı. Kadının hâlini merak edip soran yok. Durumunu öğrenen yok. Böyle olunca öldüğünü kim fark etsin? Kimse fark etmiyor hâliyle. Ama ceset evde çürürken etrafa hiç mi koku yayılmadı? Az veya çok ille bir koku yayılmıştır. Fakat birkaç öfkeli tenkidin dışında ilgi çekecek kadar olmamış demek ki. Komşuları tarafından bu denli dikkat edilmemesi, bizim inanç ve medeniyetimize göre inanılmayacak kadar tuhaf! İşin daha tuhaf tarafı da, kadının üç çocuğa sahip olması. Fakat 2,5 sene hiç sormayan üç çocuğa.

İşte;

“Hayatım, özel dünyamda müstakildir, kimse kimseyi ilgilendirmez!” anlayışını hürriyetmiş gibi pompalayan bir kültürün arka bataklığı ve o bataklıkta yapayalnız can veren bir insanlık.

Acı bir vicdansızlık gerçeği.

Hikâyenin özünü Elazığlı bir öğretmen dostumdan dinledim.

Daha o an içim burkuldu.

Hâdiseye, sadece dış dünyanın iflâsı olarak bakmak, çok basit. Zira o iflâs, artık her yerde. Hemen yanı başımızda ve dairelerin arası ruh itibarıyla iki farklı ülke kadar uzaklaştırılmış apartmanlardaki kapı komşumuzda.

O iflâs yüzünden;

Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler… (NFK)

denilemeyecek noktalara gelindi. Unutulmaz lâhûtî güzelliklerin yaşandığı nice sıcak ev ortamı, şu muzdarip iniltiye dönüştü:

Seni yiyip bitiren kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk, mâna ve ruh, ne varsa heder oldu.

Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden;
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…

Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;
Vuran kimse kalmadı bu dâvâyı mihenge…

Şimdi git mahkemede hesap ver iki büklüm;
Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!

Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim! (NFK)

Bu feryâdın özü;

Hanelerimizi ve komşuluklarımızı, materyalist dünyanın gözüyle değerlendirme hatasından kurtulmak. Çünkü İslâm’da komşuluğun özel bir hukuku var. Vebali büyük. Her yönüyle bir kıyâmetmes’ûliyeti. Onun için Peygamber îkazı çok açık:

“Komşusu aç iken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15/2166a)

Büyük düstur.

Mü’minlik tarifini etkileyen bir ölçü.

Tam mânâsıyla yaşamak için, mutlaka komşunun hâlinden haberdar olmak gerek. Bu noktada tembellik ve gaflet mahsulü sebepler yüzünden komşunun hâlini bilmemek, onu tok ve ihtiyaçsız zannetmek; mazeret değil. Çünkü bir semt kadar küçülen dünyada dikkatli gözler kesinlikle görür, dikkatli kulaklar da kesinlikle işitir. Kaldı ki, Afrika’nın en ücra çölündeki bir feryat bile, artık herkesin tam oturma odasında yankılanıyor. Binlerce kilometre uzaklıktaki bir mazlumun âh u figanı, artık kulağımızın tam dibinde çınlıyor. Tabiî gerektiği gibi duyabilmek, şu hadîs-i şerifleri işitmeye bağlı:

“Cebrâil bana, komşuya iyilik etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki; neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141)

“Kâfir bir komşunun (bile) bir hakkı vardır. Müslüman komşunun ise iki hakkı vardır. Müslüman ve akraba olan komşunun da, üç hakkı vardır.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 146)

Hiç şüphesiz;

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu beyanları, komşu hakkı hususunda çok dikkat çekici. Çok düşündürücü. Bambaşka bir hak. Muhtevâsı son derece dolu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu doluluğun açılımını da şöyle ifade ediyor:

“Komşu hakkının ne olduğunu biliyor musun? Senden yardım dilediğinde yardım etmen, borç istediğinde vermen, muhtaç olduğunda ihtiyacını görmen, hastalandığında ziyaret etmen, bir hayra kavuştuğunda tebrik etmen, musibete uğradığında tâziyede bulunman, öldüğünde cenazesine katılman, izni olmadıkça binanı onun binasından daha yüksek yapıp rüzgârına mânî olmaman, çorbandan az da olsa ona da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemendir. Bir meyve satın aldığında ona da hediye et, eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice getir. Onu çocuğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu özendirmesin.”(Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123)

Bu hasletler, her yönüyle Peygamber ahlâkı.

Bu ahlâkın kazandırılması da, en büyük tebliğ.

Bu tebliğ de yegâne bir komşu hakkı.

Bu komşu hakkı da, İslâm büyüklerinin en titiz şekilde riâyet ettikleri bir hak.

O âbide şahsiyetler;

Maddî veya mânevî komşuluk makamında oldukları her komşuyu, bu sayede irşad ve ihya edici bir hayat yaşamış; nice mahrum gönülleri hidâyete kavuşturmuştur. Davranışları da daima; komşularına hiçbir sıkıntı vermemeye dikkat edici ve onlardan gelen sıkıntılara da ancak ilâhî fazîletleri sergileyici ve her hâliyle cazip bir tebliğ vasfında sabır ve olgunluktan ibaret olmuştur.

Sayısız örneklerden bir nümûne:

Gafil bir delikanlı vardı. İmâm-ı Âzam’ın komşusuydu. Durmadan içki içerdi. Gece-gündüz ayyaştı. Aşırı içtiği zamanlar, sadece kendisine değil, etrafına da zararlı olurdu. Nâralar atar, küfürler savururdu. Sabredilmeyecek kadar rahatsızlık verirdi. Fakat Büyük İmam; ne olursa olsun, buna tahammül gösterirdi. Onun için sadece istiğfar ve duâda bulunurdu.

Gün oldu, o gencin bağırtıları birden kesildi. Bu hâl, İmâm-ı Âzam’ın dikkatini çekti. Merak edip araştırdı. Öğrendi ki zavallı, bir kavgaya karışmış ve hapse düşmüş. O mübârek insan, mahzun oldu. Gencin hâlinden ıstırap duydu. Doğru, hapishaneye koştu. Serbest bırakılması için kefil oldu.

Böylece delikanlı zindandan kurtuldu. Kurtuluşunun, İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin gayretiyle gerçekleştiğini öğrenince de, çekine çekine onun huzûruna çıktı. Mahcuptu. Kalbi uyanmış, edebinden erimeye başlamıştı. Bin bir nedâmet içinde baş büktü. Gözleri ırmak oldu. Özürler dileyerek söz verdi:

–Efendim, tövbe! Bundan sonra içki içmeyeceğim! Artık muradım, size lâyık bir komşu ve gayretli bir talebeniz olabilmek. Şimdiye kadar yaptıklarımdan dolayı da ne olur hakkınızı helâl ediniz!

İlim ve irfan kandili İmam EbûHanîfe Hazretleri, hem sevinçli hem üzüntülü bir tebessümle mukabele etti:

–Evlâdım! Senin değil, asıl bizim helâllik istememiz gerek. Çünkü biz, komşun olarak vazifelerimizi tam yapamadık da seni o hâllere düşürdük.

Ne mânidar bir hassasiyet.

Ne kadar yüksek bir mes’ûliyet duygusu.

Muazzam bir İslâm ahlâkı.

Hazret-i İmâm’ın ilmî ve kalbî büyüklüğüne yakışır bir olgunluk. Mükemmel bir olgunluk…

Zamanımızın yakın ve uzak bütün komşulukları, işte bu hassasiyete muhtaç. Bu mes’ûliyet duygusuna muhtaç. Bu yüce İslâm ahlâkına, bu mükemmel olgunluğa muhtaç!

Kötü gidişatları düzeltecek olan rota bu:

Kıyâmet hesabında yüz akı olacak bir mes’ûliyet duygusu.

Çağın gaflet, isyan, zulüm ve bilgili cehaletinin hem nefsânî hem felsefî ambalâjlarıyla boğulan insanlık için kurtuluş reçetesi de bu:

Beşer rûhuna uygun, yegâne çare olan İslâm ahlâkı.

Yığın yığın biriken ârıza ve mânevî hastalıkları tedavi edecek en tesirli ilâç da bu:

Peygamber terbiyesinde edep âbideleri oluşturmuş bir mâneviyat olgunluğu.

Bunlar;

Komşu hakkı hususunda vazgeçilmez hakikatler.

Afrika’daki komşularımızın da ihtiyacı, bu hakikatler. Avrupa’daki komşularımızın da ihtiyacı, bu hakikatler. Doğu ülkelerindeki komşularımızın da ihtiyacı, bu hakikatler. Mahalle ve sokak komşularımızın da. Apartman komşularımızın da…

Ne yazık ki bu güzîde vasıflar, zamâne komşuluklarında köreldi. Bütün dünya birbirine komşu hâline gelirken; vasıflı komşuluklar, iyice azaldı. Komşuların sayılamayacak kadar çokluk ve genişlik arz etmesine karşılık yalnızlaşmalar ve bencillikler hortladı.

Gözler, birbirlerine karşı âmâ. Kulaklar sağır.

Yalnızlaşan ve bencilleşen tiplerde sadece kulaklar sağır değil. Münasebetler de sağır. Duygular da sağır. Gönüller de sağır. Sağır bir şekilde ortaya konulan fazîletler de, uydurma bir hayatın hayallerinde perişan ve kuru bir gösterişten ibaret. Bomboş rol.

Kimileri bu rolden memnun.

Lâkin sağır bir şekilde feryat dinlemek, ne fayda?

Sağır bir şekilde hakikatle yüzleşmek, ne çare?

Sağır bir şekilde hasta ziyareti, neye yarar?

Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı bir sağırın hasta ziyareti esnasında yaşananlar işte:

Aklı da kulağı da sağır bir kimse vardı.

Bir gün, komşusunun hastalandığını öğrendi. Önce, kendi sağırlığı sebebiyle, hastanın dediklerini anlayamayacağı için onu ziyaret etmek istemedi. Sonra da komşuluk mecburiyeti düşüncesiyle, kınanmamak endişesiyle gitmeye karar verdi. Fakat gitmeden evvel, bu ziyaretinin boş bir gidişe dönüşmemesi için, ince bir plân yaptı:

“Ona; «Nasılsın?» dediğimde, âdettir; «İyiyim komşu.» diyecek. Ben de; «Çok şükür!» derim.

Ona; «Ne ilâçlar kullanıyorsun?» dediğimde; «Şunu şunu.» diyecek. Ben de; «Aman devam!» derim.

Ona; «Doktorun kim?» dediğimde; «Şu meşhur hekim.» diyecek. Ben de; «Çok iyi doktordur.» derim.

Hem moral vermiş olurum, hem ilâçlarını düzenli kullanmasını tavsiye edip iyileşmesine katkı sağlarım, hem de sıhhatin temeli doktora itimat olduğu için, daha çabuk toparlanmasını temin ederim. Neticede böylesi dopdolu bir ziyaret, başkalarına da örnek bir davranış olur.”

Bu plâna; gafil sağırın aklı da, kalbi de, mutmain oldu.

Vakit kaybetmeden koşa koşa komşuya gitti. Yazık ki, komşusunun en acılı ânına denk gelmişti. Fakat, sağır olduğu kadar, gözü de perdeliydi. Vaziyeti göremedi. Tasarladığı cümleleri, karşı tarafın acılı hâlinden habersiz bir papağan gibi mânâsız ve kötü bir ezberle dile getirmeye başladı:

“–Nasılsın komşu?”

“–Sorma komşu; ıstıraptan çatlayacak gibiyim. Ölümden beter acılar çekiyorum.”

“–Oh ne güzel, çok şükür! Pek sevindim. Peki, hangi ilâçları içiyorsun?”

“–Vaay, olmaz olası! Ne içeceğim? Zehir-zıkkım!”

“–Aman ihmal etme! İçmeye devam! Peki, hangi doktor geliyor?”

“–Yeter! Bu gidişle; Azrâil, ancak Azrâil gelecek…”

“–Ooo, çok mükemmel! Ondan daha mahir bir doktor bulamazsın!”

Duydukları karşısında zavallı hasta, öfkeden ve acıdan deli dîvâneye döndü. Gafil sağır ise, ziyaretten ayrılırken hayli keyifliydi. Kendi kendini tebrik ediyordu:

“–Hasta bir garibanı memnun ettim. Komşuluk, işte böyle zamanlar için. Zavallı, iyi bir moral aldı. Artık ilâçlarını da onların acılığına bakmadan iştahla kullanır. Doktoruna olan güvenini de iyice artırdım. Bundan sonra tedavi ve şifâ tamam demektir. Yarına kalmaz, ayağa kalkar.”

Oysa hasta, onun ardından bin bir sancı içinde ağzına geleni söylüyordu:

“–Ne sinsi bir can düşmanı. Beni kahretmek için en zayıf ânımı kollamış. Hastalığımı on kat daha artırmak için meğer o mendebur komşu, en ıstıraplı vaktimi beklemiş. Zalim densiz! Beni değil, kendini sevindirmek için gelmiş. Yazıklar olsun böyle hainlere!”

Bu mânidar hâdise, elbette muhtemel bir temsil.

Fakat, çeşitli şekillerde yaşanan bir gerçek.

Cemiyet hayatımızın;

Bugünkü karmaşık koridorlarında, sokaklarında ve caddelerinde; eğitimden ticarete, meselelerden mesleklere, fikirlerden inançlara kadar bütün komşuluklarda acı acı yaşanan bir gerçek.

Yabancı kültürlerin yabanî ayarları ile komşulukları başkalaştırmış sancılı bir gerçek.

Ama;

Bütün şiddetli ağrıları içinde;

Sıhhatli bir şahsiyet için;

Körlük ve sağırlıktan kurtulmamız gerektiğini hatırlatan bir gerçek.

Çünkü;

Vasıflarımızda ve fazîletlerimizde körlükten ve sağırlıktan kurtuluş, şart.

Bu nasıl olacak?

Yine;

Hakikî komşuluk sayesinde.

Hazret-i Mevlânâ bu hususta hikmetli tavsiyelerde bulunuyor:

“Bilesin ki;

İyi insanlara ve sâlih kimselere, yani hayırlı kişilere dost olmayanlar; hiç şüphesiz, kötülerin yanında yer alır ve sadece onlara komşu olur!

Eğer sen;

Gaflet ve bilgisizlik karanlığı yüzünden bir kişiyi tanıyamazsan, dikkat et, bak; o kişi, kendisine kimi imam edinmiş, kime uymuş? Böylece, onu anlarsın.

Evlâdım!

Her kimi Allâh’a talip görürsen; ancak onun dostu ol, onun önünde saygı ile eğil!

Allâh’ı isteyerek, Hak dostu olanların komşusu olursan; sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun, onların sayesinde sen de nefis savaşını kazanırsın.

Unutma ki;

Hak tarafından seçilmiş irfan sofrasından başka bir sofra seçen kişinin boğazını kemik yırtar ve deler.

Kim Peygamber’in sofrasından başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan onunla bir kâseden yemek yer.

Kim O’nun komşuluğundan kaçarsa; şüphe yok ki, şeytan ona komşu olur.

Kim O’nsuz uzak bir yola giderse, şeytan onun yol arkadaşı olur.

O kimse; asil kanlı bir ata da binmiş olsa, aya haset eder. Çünkü şeytan onun terkisindedir.”

Dolayısıyla;

En faydalı komşuluk, her şeyden önce Hazret-i Peygamber’e gönül komşuluğu. Ona erişmiş olanlar, komşuluk sırları ve tebliği içinde mükemmel bir gönül olurlar. Dergâh olurlar. Âbide olurlar.

Çünkü gönül, iç dünyasında komşusu olabildiği gönüllere göre kıymet kazanır. Eğer güzelliklere komşu ise, gül kesilir. Güle komşuysa, bülbül kesilir. Eğer Âlemler Sultanı’na komşuysa, iki cihan saltanatına nâil olur.

Bütün Peygamber âşıkları, daima böyle bir mazhariyet için çırpınmıştır. Sultanlar bile, böyle bir mazhariyete kurban olmuşlardır.

Tarihî bir misal:

Sultan Abdülaziz hastaydı. Yatağında baygın ve sararmış bir hâldeydi. O vaziyette devlet işleri ile meşguldü. Aldığı malûmatlar arasında sıra ehl-i Medîne’den bir dilekçeye gelince; sıhhatinin müsait olmamasına rağmen, yerinden sıçradı. Yanındakilere emretti:

“–Beni, derhâl ayağa kaldırınız! Ehl-i Medîne olanlar, Peygamberler Sultanı’nınmübârek komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini; yatarak dinlemek, edebe mugāyirdir. Ayakta dinlemek iktizâ eder!”

Bu hürmet çırpınışı;

Tarifsiz bir aşkın muazzam bir edebi. Hastalığın iniltisini, yâre vuslat mûsıkîsi hâline getiren muhterem bir şevk.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ey hasta!

(Zikir ve şükür sayılacak şekilde) inlemeye bak; senin bu iniltilerini mutlaka işiten bir komşu vardır. Bu komşu; sana, şahdamarından yakın olan bir zâttır. İnle ve ağla; çünkü çocuğun ağlaması, dadısının merhametini uyandırır. Her ne kadar ruh çocuğunu terbiye eden büyük terbiyeci, seni sevdiği için istediklerini yerine getirse de; sen yine inle ve ağla! Zira ağlamak, aşkı besler.”

Aşkı besleyen gözyaşı sayesinde; gönül, mahbûbuna komşu olur.

Gerçek yâre, Allâh’a komşu olur.

Peygamber’e komşu olur.

Hak dostlarına komşu olur.

Her hâli vasıf kazanır.

Îmânı, ahlâkı, ilmi, aşkı, ibâdeti, iyilikleri, kısaca her şeyi hayırlı bir vasfa bürünür. Başkalarına komşuluğu rahmetten ibaret olur. Komşuluğu; muhtaçlar, kimsesizler, yalnızlar ve hidâyet mahrumu gönüller için huzur ve çare tevzî eder.

Şu âyeti yaşar:

“…Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere ihsan ile muâmele edin, iyi davranın…” (en-Nisâ, 36)

İhsan ile muamele, hadîs-i şerifte de çok açık bir talimat:

“Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın.” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24)

Bu bakımdan;

Komşuya zarar vermemek, aynı çerçevede bir îmannişânesi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yemin ile ifade buyuruyor:

“–Vallâhiîmân etmiş olmaz, vallâhiîmân etmiş olmaz, vallâhiîmân etmiş olmaz!”

Ashâb-ı kiram soruyor:

“–Kim îmân etmiş olmaz, yâRasûlâllah?”

Cevâb-ı Peygamber şöyle:

“–Yapacağı fenalıklardan, komşusu emniyette olmayan kimse!” (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73; Tirmizî, Kıyâmet, 60)

Demek ki komşu hakkı, Allah hakkı. Komşu hatırı, Allah hatırı.

Tabiî komşunun da iyisi ve kötüsü var.

Onun için;

«Ev alma, komşu al!» denilmiş.

Çünkü komşuluk, mekân yakınlığı yanında mânâ yakınlığı ile kendini gösterir.

Yani;

İnsan, kime yakın olursa ona komşu, kime komşu olursa ona yakın. Maddî olarak da mânevî olarak da.

O hâlde bakmalıyız;

Ruhumuz kime yakın? Gönlümüz kime yakın? Fikirlerimiz kime komşu? Duygularımız kime ve neye komşu?

Ya âzâlarımız?

Onlar kime komşu? Dilimiz kime komşu? Gözlerimiz, kime ve neye komşu? Helâle mi harâma mı?

Gözlerimiz ki;

Şahit olduğu ne varsa, kalben komşuyuz. Görmüşsek mutlaka komşuyuz. Haberdar isek de, komşuyuz. Bu komşuluklardan da haberli bir şekilde yaşamak mecburiyetindeyiz. Kapalı gözlerle gezip de; «Nasılsa bir şey görmedim!» diye kaçmak, mes’uliyetten kurtulmak mümkün değil. Gördüğü hâlde görmemiş gibi davranmak, ilâhî îkaz ve azâba sebep. Yani göz sahamızdaki herkes komşumuz. Gönül sahamızdakiler de.

Bu çerçevede;

Komşuluk, çok geniş bir muhtevâ.

Üzerinde hususiyetle durulan bir vâkıa.

Çünkü;

Komşuluk, her türlü iyiliğe ve kötülüğe imkân sağlayan bir yakınlık. Bu sebeple sorumlulukları büyük, ölçüleri hassas.

Temel yönü de son derecede mühim.

Eğer doğruluk merkezli ise, çok şükür. Değilse eyvah!

Komşulukla ilgili yüce hükümler, sadece kapı komşuları için değil, maddî ve mânevî her türlü komşuluklar için geçerli.

Gönül komşulukları,

Akıl komşulukları,

Fikir komşulukları,

Ticaret komşulukları,

İhtiyaç komşulukları,

İş ve meslek komşulukları,

Eğitim komşulukları,

Sokak ve cadde komşulukları,

Ev ve apartman komşulukları…

Hâsılı;

Komşulukların hepsi, Kur’ân ve Sünnet’te yer alan ölümsüz prensiplere muhtaç.

Ölümsüz komşuluklar için, ölümsüz ölçülere muhtaç.

Bu da,

Hazret-i Peygamber’in hayatı…

Îman hayatı…

İbâdet hayatı…

İnfak hayatı…

Ve;

Tebliğ hayatı…

O’nun;

Her hâli, muhteşem bir destan. Dünyada herkesin muhtaç olduğu müstesnâ bir hayat. Bütün komşularımızın bizim üzerimizdeki komşuluk hakkı.

Dünya, O’nun terbiyesinde yine;

“–Komşum siftah yapmadı. Ondan alınız!” diyenleri bekliyor.

Yoksullar;

“Komşusu açken tok yatamayan” merhametli ve şefkatli mü’minleri bekliyor.

Hidâyet mahrumları;

“–Dolunay üzerimize doğdu!” dedirtecek bir tebliğ nûrunu bekliyor.

Beklenenleri gerçekleştirebilenlere ne mutlu!