CENNET ÇİÇEKLERİ

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Genç, gayretli bir imam-hatipti Yusuf Hoca. Başarılarının bir meyvesi olarak kısa zamanda fark edilmiş, şehir merkezindeki camilerden birine tayin olmuştu.

Mütebessim çehresi, dâvûdî sesi ve yardımseverliği ile kısa sürede kendini sevdirmesini bildi. Cami, bir külliye misali, namaz vakitleri dışında da dolup taşıyordu.

Bu merkezî caminin lojmanı yoktu. Fakat cami derneğinin desteği ile kısacık bir zamanda bu mesele de çözüme kavuşmuştu. Cemaat, hocalarını kiradan kurtarmak için seferber oldu.

Bu ihtiyaç için, zamanında alınmış olan arsaya hemen temel atıldı. Yalnız, inşaatla beraber kendini gösteren başka bir sıkıntı vardı. Lojman için ayrılan arsaya komşu olan Ayten Hanım, bu durumdan hiç de memnun değildi. Her fırsatta memnuniyetsizliğini dile getiriyor; dilini yay, sözlerini ise ok gibi kullanarak bu hayırsever insanların gönüllerini yaralamaktan geri durmuyordu. Yine bir bahar sabahı omzunda şalı, inşaatın başına geldi:

–Zaten bu memlekette bir tek hocalar var! Ne varsa hocalara… Cânım bahçeyi ne hâle getirdiniz!

Bu duruma ilk defa şahit olan Yusuf Hoca, dernek başkanı Mustafa Beye;

“–Ağabey! Bu teyze kimdir?” dedi.

–Senin komşun olacak kişi hoca efendi. Biraz ters bir kadın, maharetinle üstesinden gelirsin umarım. Senin için pek de kolay bir mesele değil ama…

Mustafa Bey; bu hayırlı hizmete gölge düşmesin isteyip, alttan alsa da Ayten Hanımı durdurmak mümkün değildi.

–Ayten Teyze, bak bu aile, senin elin ayağın olacak çok güzel bir aile. Ben sana şeker gibi bir komşu getiriyorum, senin yaptığına bak!

Ayten Hanım, öfkesini kusarcasına konuştu:

–Ben hizmet falan istemiyorum. Lojman da istemiyorum, komşu da istemiyorum, imam da!..

Mustafa Bey, göğsünü derin bir nefesle doldurdu. Belki çok şey söyleyecekti; ama her şeyi zamana bırakmayı tercih etti:

–Teyze, şimdi kızıyorsun; ama yarın bana duâ edeceksin.

–Hıh… Ne demezsin!

Yusuf Hoca, Ayten Hanımın bu tavrına çok üzüldü:

–Mustafa ağabey, bu hanımı bu kadar öfkelendirmeye gerek yok! Varsın olsun, ödediğimiz kirayla kalalım. Bir gönül yıkmaktansa ömür boyu kira ödemeye râzıyım. Hem baksana dili zehir gibi…

–Hocam orada bir dur bakalım. Öncelikle biz kimsenin hakkını gasp etmiyor, arsamız üzerinde inşaat yapıyoruz. Onun bir hak iddiası yok. Bir de onun o sinirli hâline bakıp da hemen pes etme. Onunki canının yangınlığından…

–Nasıl yani? Biz onun canını yakacak ne yaptık ki?

–Sen bir şey yaptın demedim hocam. O, kederli bir kadın. Beyi yıllar önce yurt dışında çalışma dâvâsına bir gitmiş, pir gitmiş. Tek evlâdı olan oğlunu da bin bir zahmet ile okutup üniversiteye yerleştirmiş. O da bir saçı uzun sevdasına kapılmış. Ayten Hanım oğlunun yanında kalmasını istemiş, gelin ile anlaşamayınca oğlu ile de ters düşmüşler. Oğlu da öylece bırakmış gitmiş. Bizim Ayten Teyze o gün bugündür yalnız ve hayata küs. Kimseye eyvallah etmez. Kimseye de faydası olmaz…

–Hakikaten kederi, kedermiş… Kimse imtihansız değilmiş ağabey, kimse…

–Bugüne kadar kullanmadığımız için, arsayı bahçesi gibi kullanıyordu. Yetiştirdiği üç-beş çiçekle teselli buluyordu. Biz de bu lojmanı dikmekle onun damarına basmış olduk.

–Desene, bu teyzenin gönlünü almak kolay olmayacak.

–Orası senin sanatın hocaefendi, ben anlamam! Bana bir şey düşerse de elimden geleni yaparım…

–Allah râzı olsun ağabey…

–Hocam; bu arada ben önümüzdeki günlerde, oğlanın oraya taşınıyorum. Bu mahalle de mahalleli de sana emânet…

–Eyvallah ağabey. Başımla bir…

Yusuf Hocayı ciddî bir sorumluluk bekliyordu. Çünkü o, Peygamber Efendimiz’in komşu hukukuna ne denli ehemmiyet verdiğinin farkında idi.

Lojman inşaatı bitmiş ve Yusuf Hoca lojmana taşınmıştı. Fakat, komşusunun gönlünü nasıl kazanabileceği aklından bir an olsun çıkmıyordu.

Sonunda eşi Sâre Hanımla bir çare buldular. Madem, bu arsaya lojman yaparak, onun çiçeklerini elinden almışlardı; şimdi onun gönlünü yine çiçeklerle fethedebilirlerdi.

Hanımıyla beraber tedirgin bir şekilde Ayten Hanımın kapısındaydılar. Korkuları boşunaydı. Çünkü kapıyı açan Ayten Hanımın aksilik yapmaya mecâli yoktu. Rengi uçmuş, zar zor nefes alır bir hâlde karşılarına çıktı. Nefret ettiği komşularının elindeki menekşelere takılan gözleri bir anda karardı ve yaşlı kadın olduğu yere yığıldı.

Yusuf Hoca hemen bir ambulâns çağırdı ve komşusunu hastahâneye yetiştirdi. Teşhis, kalp krizi idi. Doktor;

“–Belki birkaç dakika daha geç kalınsa Ayten Hanım’ı kaybedebilirdik. Kendisiyle kim ilgilenir?” deyince;

Sâre Hanım hiç sağına soluna bakmadan hemen öne atıldı:

–Buyurun Doktor Bey!

Birkaç gün içinde taburcu olunca Yusuf Hoca ve ailesi Ayten Hanımın etrafında âdeta pervâne oldu. Bu ilgi karşısında Ayten Hanımın o abûs çehresi günden güne nûrânîleşiyor, kendisi hem maddeten hem mânen sıhhate kavuşuyordu. Hastalığın da vermiş olduğu hassas ruh hâli, bambaşka bir kaynaşma vesilesi olmuştu.

Niyet hâlis olunca, Allâh’ın yardımı ile sevgi ve muhabbet tohumları kısa zamanda çiçek açtı. Yusuf Hoca ve eşi; güldü, begonyaydı, menekşeydi derken Ayten Hanımın gönlünü fethettiler. Zor zamanlarında bir an olsun onu yalnız bırakmadılar. Öyle ki bilmeyenler Ayten Hanımı Sâre Hanımın annesi zannediyordu.

Ayten Hanım çırpınırcasına hayata tutunmaya çalışıyordu; lâkin oğlu Davut’un hayali onun o buğulu gözlerinden hiç gitmiyordu. Bu durum Yusuf Hocanın gönlünde bir ukde hâlini aldı. Bir süre araştırdıktan sonra Davut’un izini buldu. Ayten Hanıma hiçbir şey söylemedi. Ama Davut’a ulaştığında karşılaştığı manzara içler acısı idi. Davut; peşinden gittiği kız tarafından terk edilmiş, eve dönmeye de yüz bulamamış, kendini perişan bir hayatın kollarına bırakmıştı. Daha önce fotoğrafını gördüğü o boyu posu yerinde, yakışıklı delikanlı; kalbi kaskatı kesilmiş, çökmüş bir hâlde idi. Ruh dünyasının da yozlaştığından olsa gerek, annesinden söz dahî ettirmedi. Hoca, bu gönül seferinden eli boş dönüyordu…

Yusuf Hoca, girdiği hac imtihanını kazanmıştı. Bu yıl vazifeli olarak mukaddes yolculuğa çıkacaktı. Fakat Davut meselesine üzülen aile, buna gönlünce sevinememişti bile. Konuşurlarken Sâre Hanım eşine az rastlanır bir teklifte bulundu:

-Bey, hani biz bir hayal kuruyorduk ya; eğer imtihanı kazanırsan biriktirdiğimiz para ile beni de yanında götürecektin. Şimdi ricam, benim yerime Ayten Teyzeyi götürmen… Yaşımız genç, biz belki başka bir fırsat daha bulur gideriz, ama o…

Yusuf Bey çok duygulandı. Şükür gözyaşlarıyla nemli bakışlarıyla, hanımına şöyle dedi:

–Hanım, iyi dersin de… Ben senin hacca gitmeyi ne kadar çok istediğini bilirim…

–Eğer benim isteğim hâlisse Allah bir kolaylığını verir…

–Verir elbet ya… Yarın işlemler başlıyor. Müftülüğe gidip gerekli başvuruyu yapayım o zaman.

Yusuf Hoca, ertesi gün müftülüğün önünde dernek başkanı Mustafa Beyle karşılaştı. Mustafa Bey mahalleden taşındı taşınalı pek görüşememişlerdi. Kısa bir hoş-beşten sonra Mustafa Bey:

–Ayten Teyzeyle aran nasıl hocam?.. Çok çektiriyor mu?

–O günler geride kaldı Mustafa Ağabey. Elhamdülillâh aramız çok iyi…

Yusuf Hoca komşusuyla geldikleri durumu bir çırpıda anlattı. Mevzu, eşinin yerine Ayten Hanımı hacca götürme kararına gelince Mustafa Bey;

–Ne yani? Sen yenge hanım yerine komşunu mu götüreceksin?

–Evet ağabey. Şu an kayıtlar için buradayım.

–Olur mu öyle şey canım! Hiç anlamam, Ayten Hanımın hac masrafları bana ait!

Yusuf Hoca itiraz ettiyse de Mustafa Bey kararında samimiydi. Yusuf Hoca da Mustafa Beyin hayrına mânî olmamak için kabul etti ve soluğu Ayten Hanımın kapısında aldı:

–Teyze, oğluna ulaşmanın sağlam bir yolunu buldum!

–Hayırdır hocam, neymiş o sağlam yol?

–Duâların çarçabuk kabul olduğu, yeryüzünün en kutlu mekânına gideceğiz seninle…

–Anlamadım!..

–Beraber hacca gidiyoruz inşâallah Ayten Teyzem. Hemen hazırlıklara başlasan iyi edersin.

–Hocam… Ben senin hakkını nasıl öderim! Çok da kalbini kırdım…

Yusuf Hoca, komşusunu hiç utandırmadan tebessümle müsaade istedi.

Beklenen gün gelmişti.

Mustafa Bey de kafileyi uğurlayanlar arasındaydı. Usulca hocaya sokuldu:

–Hocam, Davut’u ikna etme işini de iznin olursa ben hâlletmek istiyorum.

Yusuf Hoca, Cenâb-ı Hakk’ın kudretine teslimdi:

–Eğer yapabilirsen, ne iyi olur biliyor musun!

–Nasip… En azından şansımı deneyeceğim.

Ayten Hanımın Kâbe-i Muazzama karşısında gözyaşlarıyla duâ ettiği esnada, Mustafa Bey de Davut’un aklını vardırmakla meşguldü. Çocukluğundan beri sevip saydığı Mustafa Amcasının sözleri miydi gönlünü yumuşatan, yoksa mukaddes topraklardaki duâlar mı, bilinmez; fakat Davut, annesinin hacdan döneceği günü iple çekiyordu artık. Ellerinden öpmek ve hakkını helâl ettirmek için…

Havalimanında Ayten Hanım, oğlunu görür görmez şükür secdelerine kapandı. Mutluluğu tarife sığmazdı… Oğlu ile beraber evine dönüşü rüya gibiydi…

Gecenin sabaha yaklaştığı saatleri idi. Ayten Hanım yine sırtında şalı, evinin önünde bekliyordu. Bu sefer yanında yegâne çiçeği Davut’u da vardı. Yusuf Hocanın sabah namazı için evden çıkışını bekliyorlardı. Nihayet lojmanın dış kapı ışığı yandı ve Yusuf Hoca kapıdan göründü. Ayten Hanım, elini oğlunun omzuna koydu ve:

–Ardınızca namaz kılsa olur mu?

–Tabiî ki teyzem… Neden olmasın?

Yusuf Hoca, bir kardeş misali Davut’un koluna girdi ve camiye doğru yürümeye başladılar.

Ayten Hanım, onları böyle görünce gözyaşlarını tutamadı: “Size üç-beş çiçeğim yok oluyor diye etmediğim eziyet kalmadı. Şimdi ise Rabbim bana iki dünyalık çiçeklerimi, cennet çiçeklerimi bağışladı.” diye mırıldandı. Nâzenin çiçeklerinin ardından hafifçe seslendi:

–Yusuf Hocam, Allah senden râzı olsun. Seni ahlâkıyla ahlâklandığın Peygamberler Sultanı’na komşu eylesin…