Bir Saâdet Ölçüsü HAYATA BAKIŞ TARZI

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bir nesne; farklı açılardan ve farklı yerlerden bakıldığında, duruma göre, farklı ölçü ve şekillerde algılanabilir. Bu izâfiyet; mefhumlar için de geçerlidir. Nitekim insanın rûhî keyfiyeti, idrak, zekâ, muhâkeme, müktesebât… gibi zihnî değerleri çerçevesinde; bir mesele hakkındaki kanâati de farklı tarzlarda tezâhür edebilir. İnsanlıkla beraber başlayan, nefsâniyet ve ihtiraslarla körüklenen fikrî ayrılıklar; amansız mücadelelere de sebebiyet verir. Cemiyetler; boş ve kısır ihtilâflar girdabında, buhranlarla can çekişir. İçtimâî hayatı ifsad eden bu fenalıklar; daha Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğulları zamanında başlamıştır. İhtiraslarına esir olan Kābil, akl-ı selîmi temsil eden Hâbil’i öldürerek ilk cinayeti işlemiştir.

Ma‘şerî vicdanda suç olarak kabul edilen bu nevi fiiller kötülüğü temsil eden şahıslar ve zümrelerce devam ettirilmiş; dünya bugünkü hâliyle, kan ve ateşlere dûçâr kalmıştır.

Yıllar öncesinde şahit olduğum iki ibretâmiz tavrı hiç unutamam…

Birisi; dairenin penceresinden, yoldan geçen bir cenazeyi gören bir mühendisin;

“İşte hayatın sonu bu… Onun için, ne kadar eğlenebilirsen eğlen; kârın o.” demesi.

Diğeri de hüzün çağrıştıran bir ikindi vakti; sarmaş-dolaş iki gencin, tarihî Eyüp mezarlığından, şarkı söyleyerek geçip gitmeleri…

Bir mühendis aklından, sadece müşahhas şeyleri ölçüp-biçmek, hesaplamak değil; mücerret meseleleri de doğru olarak muhâkeme edebilmesi beklenir.

Hadîs-i şerifte; «İnsana öğüt verici olarak ölümün yeteceği» buyurulurken; omuzlarda uğurlanan bir cenazeden, bunca tahsil yapmış bir insan, eğlenceye teşvik mi anlar?!..

Bin dört yüz seneden beri İstanbul’a şeref veren, ecdadın baş tâcı ettiği Eyüp Sultan Hazretleri ve diğer ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtının türbeleri, tarihî mezarlıktaki asırlara işaret eden serviler altındaki kabirler, iki genç için niçin bir mânâ ifade etmez?..

Burada sağlam bir düşünce zemininin teşekkül edemeyişinde, eğitim sistemimizin rolü bulunmakla beraber; şahsın kendi iradesi, aile ve çevre âmillerinin de belirli nisbetlerde tesiri vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de;

«Kâinâtın insana âmâde kılındığı» ve «onun başıboş bırakılmadığı» beyan buyurulur. (el-Câsiye, 13; el-Kıyâmet, 36)

Bir hârikalar meşheri olarak yaratılan kâinatta her şey bir ölçü üzere olup; fuzûlî ve tesadüfî bir şey gösterilemez. En basit görünen bir varlığın en küçük birimi olan atom ve hücreye, mesafelerin ışık yılları ile belirtildiği uçsuz-bucaksız bir kâinat yoğunlaştırılıp sıkıştırılmıştır âdeta. Bilindiği kadarıyla canlı varlıkların yaşadığı tek gezegen, içinde bulunduğumuz dünyadır. Her biri idrak üstü ilâhî sanat hârikaları olan varlıklar içerisinde en mütekâmil olanı da insandır. Bu cümleden olarak; Kur’ân-ı Kerim’de, insanın «eşref-i mahlûkat» olarak «en güzel kıvamda yaratıldığı» ve «halîfe» olarak vazifelendirildiği ifade buyuruluyor. (et-Tîn, 1-5; el-Bakara, 30)

Bu sebeple insanın Hak dostları gözünde müstesnâ bir yeri vardır.

«Kavmin efendisinin ona hizmet eden olduğunu» ifade buyuran Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mübârek hayatlarını bir rahmet cemiyetini inşaya adamış ve bu altın devir, tarihe «asr-ı saâdet» olarak geçmiştir. Tarihin bu en mesut devrinde; zulmetten kurtulan insanlık, kendine sunulan değerler manzûmesi ile teçhiz olarak, «gökteki yıldızlar» seviyesine ulaşmış; halîfelik vazifesini bi-hakkın îfâya hazır hâle gelmiştir.

Vahye muhatap olması itibarıyla insan; kâinatın en mümtaz varlığı mesâbesindedir. Şeyh Gālib, bu ulviyeti şöyle terennüm ediyor:

Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Onun mevcûdat içerisindeki müstesnâ yerini, Süleyman Çelebi de şu şekilde belirtiyor:

Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i,

Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi.

Devletin şiârını Osman Gazi’ye telkin eden Şeyh Edebâlî Hazretleri;

“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” diyerek, şanlı Osmanlı asırlarına istikamet verir. İnsanın hâiz olduğu bu yüksek değer sebebiyledir ki; son devir âlimlerinden merhum Celâleddin ÖKTEN Hocaefendi, tavsiyelerinde «insanlarla ilişkilerde, onun halîfe olduğu şuuruyla davranılması gerektiği» üzerinde durmuştur.*

Dünyanın diğer bölgeleri zulüm altında inlerken; bu şanlı medeniyet, hüküm-fermâ olduğu coğrafyada, insanı saâdetle buluşturan âdil bir sistemi kurmuş ve şanla şerefle asırlarca sürdürmüştür. Öyle ki; kendi idarelerinden zulüm gören gayrimüslim halklar, insanı yücelten bu yeni idareyi hasretle bekler hâle gelmişlerdir.

Farz-ı muhâl; mâhir bir sanatkâr, dünyanın en nadide sanat eserini yapmış olsa, hiçbir sebep yokken, onu çöp sepetine atıp yok edebilir mi? Bu hangi mantığa sığar? Bu cümleden olarak; mevcûdat içerisinde en muhteşem bir yere sahip olan insanın, kısa bir dünya hayatı sonunda yok olup gitmesi ihtimal dâhilinde olabilir mi? Böyle bir düşünce; akıl gibi paha biçilemeyen bir nimet ihsan buyurulan insanın, bu cevherini inkâr mânâsına gelmez mi?

Kur’ân-ı Kerim’de; insan, mütemâdiyen tefekkür etmeye, ibret almaya davet edilir. (el-Bakara, 44; el-Mâide, 58; Yûnus, 5) İnsana, bir anlık dünya hayatı ile değer biçilmesi düşünülemez; ona ancak ebedîlik yaraşır. Yoksa bedeli ödenemeyen iyiliklerin ve kötülüklerin ne önemi kalırdı? Zalimler nasıl cezalarını bulur; hakkını dâvâ edemeyen mazlumlar nasıl teselli olurdu? Dünyayı zevklerinin tatmin sofrası olarak görmeye kalkan bir avuç güçlü zorbaya karşı, hangi fazîlet mücadelesi yürütülebilirdi?

Kur’ân-ı Kerim’de; çeşitli vesilelerle, dünyanın bir imtihan yeri olduğu beyan buyurulur. (el-Enbiyâ, 35; el-Mülk, 2)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Size iki nasihatçi bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasihatçi ölüm, konuşan ise Kur’ân-ı Kerim’dir.” buyuruyor. (Fezâil-i Âmâl, s. 383)

İhtidâ eden Meryem WELT Hanım ve diğer birçok bahtiyarların da ifade ettikleri gibi;

“Dünyaya nereden ve niçin geldik? Nereye gidiyoruz?” sorularına cevap aradıkça; hayata, doğru bir bakış tarzı kazanmak mümkün olacaktır. Bu duruş kâinata rahmet nazarıyla bakabilmektir;

«Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sevebilmek» başkalarının dertlerine ve sevinçlerine ortak olabilmektir; nebevî ahlâktan mülhem olarak, «köpek leşinde, inci gibi dişleri görebilmektir.»

Hak dostları sâlih kullar bu fazîletlerle müzeyyendirler; Sâmi Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri’nin kapıya gelen bir köpek için;

“İhtiyaç sahibine bakınız.” buyurması;

Musa Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri’nin hânelerine giren hırsızı polise teslim etmeyip, izzet-ikram gösterip işe yerleştirmesi… gibi.

İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sirruh- Hazretleri, insan ve ötesi ile ilgili şöyle buyuruyor:

“Kâinat, seni cismaniyetin yönüyle içine almış ve kuşatmış ise de, rûhâniyetin itibarıyla asla kuşatmış değildir. İdrak ötesi gayb âlemlerinin meydanları kendisine açılmamış kimseler, hakikatte şu görünen âlemin içinde hapsolmuş mahkûmlardır. Böyleleri kendi beden mülklerinin kalıpları içinde zindanda kalmışlardır.”

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Dünya hayatı kısadır; ancak, ebedî hayatı kazanmak için kâfîdir. Bu cümleden olarak gaye; hayatı tebliğ buyurulan ilâhî değerler manzûmesi çerçevesinde tanzim etmek; «Kesb-i kemâl edip, seyr-i Cemâl’e ermek» olmalıdır.

_______________

* Fikir Adamlarımız 1, Erkam Yay. İst. 2009, s. 167.