Tabiatta Âhengin Sırrı MÜCADELE Mİ, YARDIMLAŞMA MI?

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Allah Teâlâ -celle celâlühû- âlemi tahayyül edilemeyecek derecede ince ölçülerle ve yine fevkalâde hassas bir denge üzere tanzim buyurmuştur. Bu teessüs eden nizamda, bir zincirin halkaları mesâbesinde birbirlerine bağlı olarak yaratılan her varlığın hayat hakkı vardır. Ancak; «ilâhî takdir» muktezâsınca, «fânî»lik bütün yaratılmışların ortak bir hususiyetidir. Aksi takdirde, çevre buna kâfî gelmez; dünya, üreyen bir canlıya bile yetmezdi. Büyük balıklar, küçük balıkları yutmasa, bir yıl içinde denizler dolar taşar; yavru sinekler, diğerleri tarafından yenmese, yeryüzü bir metre sinekle kaplanırdı…

Sistemde; bu «ilâhî rahmet» muvâcehesinde, ömrünü tamamlayanın, kendisine bağlı bir diğerine hayat kaynağı olduğu, nüfusun da dengeyi bozmayacak seviyede tutulduğu muhteşem bir «devr-i dâim» mevcuttur. Bu hayat dairesinin işleyişi; hikmet nazarıyla bakamayanların zannettikleri gibi bir mücadele değil, yardımlaşma, dayanışma esasına dayanır. İnsanın dışındaki her varlık; kendine takdir buyurulan istikamette vazifesini yerine getirip, yaratılış hikmetine uygun tarzda ömrünü tamamlar. Yoksa varlıkların, sadece kendilerine yer açmaya çabaladıkları bir sistemin, harikalar meşheri bir dengeye kavuşması mümkün olamazdı. İnsiyâkî olarak birlikte yaşama duygusundan kopup, bendini yıkan su misâli, kendilerine tayin buyurulan sınırları aşan varlıkları kim durdurabilirdi? Bir canlının vücudunda, âhenk içerisinde hayâtiyetlerini devam ettiren hücrelerden bir kısmının kontrolden çıkması, «kanser» denilen yeni bir durum ortaya çıkarıyor ve vücudun tamamının ölümüne sebep oluyor. Tabiî dengenin de bozulmadan âhenk içerisinde temâdîsi için, ilâhî hususiyet gereği onunla barışık olunması, hoyratça müdahalelerle, fevkalâde hassas yapıya zarar vermekten kaçınılması şart.

Gerek hayvan, gerekse bitki kolonilerinin kendi içlerinde, havsalaya sığmayacak mükemmellikte bir yardımlaşma ve dayanışma faaliyetinin olduğu bilinir. Müesses tabiî dengenin devamı için, farklı türler arasında da değişik tarzlarda bu kaide geçerlidir. Hayatın her safhasında cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar arasında her birinin diğerleriyle karşılıklı yardımlaşma ve faydalanmaları bahis mevzuudur. İnsan; toprağı tımar eder, bitki yetiştirir, hayvancılık yapar, hayatını devam ettirir; ölümü ile toprağa girer, kendinde kalanları iade eder, onlara hayâtiyet verir; bitkiler tozlaşmak için hayvanlara ihtiyaç duyar; onlara besin kaynağı olur; sahrâda ömrü biten bir canlı vücudu, ondan faydalanan çok çeşitli canlılar tarafından kısa zamanda ortadan kaldırılarak atık maddelerin birikmesi de önlenmiş olur; toprağa dönen organik maddeler ve bünyesinde bulunan canlıların faaliyetleri, hayata kaynak sağlayan bir unsur olarak, toprak verimliliğini artırır…

Tabiatta fuzûlî ve tesadüfî bir şey yoktur. Her ne varsa, bir hikmete dayanır; bir hizmet, bir fayda içindir. Tabiî denge içinde, zincirin bir halkasıdır. Bu hususla ilgili, bir müşâhedemi hep hatırlarım. Şöyle ki; yıllar önce, kırda, alımlı bir bitki görmüştüm. Canlı mor renkli ve sürahi şeklinde çiçekleri vardı. Ancak, o câzibesiyle bağdaşmayan kötü bir koku neşrediyordu. Bunun hikmeti ne olabilirdi ki? Aklıma takılan sorunun cevabını, hemen o akşam bir belgesel programdan öğrenmiştim. O çiçek, leş sinekleri içinmiş meğer. Rengi ve kokusu ile o sinekleri cezbeden çiçek, onlar tarafından da tozlanıyormuş aynı zamanda. Bu; dağ başlarında, leş sineklerine kadar hiçbir şeyi kendi hâline bırakmayan Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun, sonsuz rahmetiyle, her yarattığı varlık için en uygun şartları da ihsan buyurduğunun bir deliliydi.

Ancak ne yazık ki «halîfe» olarak takdir buyurulan insan; kendisine emânet edilen tabiata bakışındaki kusur sebebiyle, onunla barışık yaşayamamıştır. Doymak bilmeyen iştihâlarla, «altın yumurtlayan tavuğu kesmek» misâli bir hesapsızlıkla, tabiî servetlerin hoyratça yağmalanması gayretleri, insanoğlunu sukût-ı hayallere dûçâr kılmıştır. Hastalık ve haşerelere karşı, onların ekosistemdeki durumlarını incelemeden yapılan ölçüsüz ilâçlamalar; gerek kazanılan bağışıklık, gerekse avcılarının yok olmaları gibi sebeplerle, onları daha fazla problem hâline getirmiştir. Bu durumun daha yoğun ilâçlamaları gerektirmesi, problemleri daha da ağırlaştırarak meseleyi bir fâsit daireye sokmuştur. Her şeyin ve her yerin ilâç, hormon ve sanayi artıklarıyla kirletildiği günümüzde, birçok canlı türünün yok olduğu veya bu sınıra yaklaştığı ifade ediliyor; bozulan dengenin, yaratılışına uygun tarzda, biyolojik usûllerle tekrar onarılmasına çalışılıyor. Ancak, zincirin halkalarının yer yer koptuğu, artık tabiî dengenin kolay kolay geriye dönüşü mümkün olmayacak tarzda zarar gördüğü bir vâkıa ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Tabiî dengeye zarar veren tatbikatların umulmayan menfî neticelerine dair çeşitli örnekler mevcuttur. Bunlardan birisi de şöyledir: Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, 1950’li yıllarda Endonezya’nın Borneo adasında DDT ilâcı ile sıtma mücadelesi başlatır. Bir müddet sonra köylülerin sazdan yapılmış damlarının çökmeye başladığı ve veba salgının ortaya çıktığı gözlenir. İncelemelerle anlaşılır ki; evlerin duvarlarına sıkılan DDT, tırtılların avcısı olan böcekleri öldürür. Bu yüzden çoğalan tırtıllar, sazları yiyerek tahrip ederler ve damların çökmesine sebep olurlar. Ayrıca, evlerde bulunan hamam böcekleri, bu ilâca karşı bağışıklık kazanırlar. Onlarda biriken DDT, onları yiyen kertenkelelere, onlardan da kedilere geçer. Kedilerin ölmeye başlaması, fareleri çoğaltır; böylece veba salgınları başlar.

Şüphesiz nüfus artışı ve zamanın icabı olan ihtiyaçların karşılanabilmesi için tabiata müracaat edilmesi de gerekiyor. Ancak kâinata rahmet nazarıyla bakabilmek gerekir ki; tabiata müdahale, onunla barışık olma, yardımlaşma çerçevesinde cereyan edebilsin. Aksi takdirde onunla uyum hâlinde olmayan ve mücadele zihniyetiyle yapılan müdahaleler; netice olarak bugün dûçâr kalındığı tarzda, seller, heyelânlar, dünya ölçeğindeki kirlenmeler, yeni yeni hastalıklar, kasırgalar, erozyonlar (toprak aşınmaları), ozon tabakasında delinmeler… gibi felâketleri doğurur. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.” (eş-Şûrâ, 30) buyuruluyor. İlgili araştırmacılar; fevkalâde hassas ölçülerle tanzim buyurulan dünyanın, devam eden menfî faaliyetlere paralel olarak ortalama sıcaklığının birkaç derece daha yükselmesi hâlinde, önlenemeyecek felâketlerle karşılaşılacağını belirtiyorlar.

Kâinata hikmet nazarıyla bakan Anadolu’nun gönül sultanlarından Yûnus Emre; çiçeklerle, kuşlarla konuşuyor:

Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm Sen’i.
Seherlerde kuşlar ile,
Çağırayım Mevlâm Sen’i.

diyerek tabiatla hemhâl oluyor.

“Temizlik îmânın yarısıdır.” buyuran Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yine;

“Kıyâmetin koptuğunu görseniz, elinizde bir fidan varsa onu dikin.” diye emrediyor;

«Bir kimse, ağaç diker veya ekin eker, ondan da bir insan veya hayvan yerse, yenilen şeyin onun için mutlaka sadaka olacağı»nı müjdeliyor. Dünyanın yanıp kavrulduğu, bir enkaza dönmekte olduğu günümüzde, kâinattaki âhengin cemiyetlere de aktarılabilmesi için; ruhların, Yûnusların, Hazret-i Mevlânâların beslendiği kaynaktan esen rahmet meltemleriyle dirilmelerine ne kadar da ihtiyaç var.

___________________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi -1, Erkam Yay. İst. 1997, s. 23.