HİCRET AYDINLIĞINDA BULUŞALIM

Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Hicret; kelime ve ıstılah olarak uzaklaşmak, sakınmak, yönelmek ve bırakıp gitmek anlamına gelir. Kâinatın Sultanı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hicretinde ise sadece Mekke’den Medine’ye göç değil, derin mânâlar ve hayat iksiri mevcuttur. O’nu bahşeden Mevlâ’ya sonsuz hamd ve senâ ederiz.

Çile adamı merhum Necip Fazıl KISAKÜREK şöyle seslenir:

Baktığımız her ufkun öte yanına hasret,
Bir ömür sürüyoruz; nereye varsak hicret…

Hicret, Rabbimize gerçek teslîmiyettir.

Hicret, Allâh’a hakkıyla güvenip dayanmak ve yönelmenin adıdır.

Hicret, nebevî hareket olarak dâvâya hız kazandırmaktır.

Etkili, verimli ve semereli çalışmadır hicret.

Hicret; uzaktan çile, ıstırap ve acıklı terk gibi görünse de muhabbet, sadakat ve zafere giden izzetli yoldur.

Unutmayalım ki her şeyin hâlıkı, sahibi ve mâliki olan yüce Rabbimiz; Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yerinden hiç kımıldatmadan da başarıdan başarıya ulaştırır ve Kureyş’e hâkim kılabilirdi. Tam on üç yıl vahiy mektebinde üstün eğitim görüp pişerek adam gibi yetişen sahâbînin bir imtihanıydı bu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sözünü hatırlayalım:

“Bütün ömrüm şu üç sözden fazla değil; hamdım, piştim, yandım.”

Sadece Efendimiz ve sahâbîler değil bütün peygamberler de çileli fakat o derecede de feyizli ve bereketli olan hicret yolundan geçmişlerdir. Hazret-i Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişi, Hazret-i Nûh’un tufanla yurdundan ayrılışı, Hazret-i İbrahim’in uzun yolculuk sonunda evlâdını ve eşini ıssız çöllerde bırakıp ayrılması, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kuyuya atılmasından sonra köle pazarında bir dirheme satılması, Hazret-i Musa’nın Medyen-Mısır-Filistin seferi ve benzerleri hep hicret dirilişinin güzel örnekleridir.

Zira hicret, tevhîdî îmânın aksiyonlarından biridir. Nitekim Enfâl Sûresi’nin 74. âyetinde Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyurur:

“Îman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler, barındıranlar, yardım edenler; işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır.”

Her işi sadakat örneği olan Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medineli müslümanlarla birinci ve ikinci Akabe biatı ile görüşerek İslâm’ı yaşayıp yaşatacaklarına, kendisini ve beraberindekileri koruyacaklarına dair söz almıştı. Öyle bir sözdü ki bu, ömür boyu itaate ve derûnî muhabbetle kardeşliğe dönüşecekti. Hicret, bunalımı gidererek yepyeni bir şahsiyet ve idrak üstünlüğü sağlayacaktı.

Efendimiz, Akabe heyetine şöyle diyordu:

“Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Harp ettiğinizle harp eder sulh yaptığınızla sulh yaparım.” Allâh’ın rızâsı ve sevgisi onları buram buram sardığı için îman fiilinin en güzel örneğini veriyorlardı. Buna karşılık cennet müjdesi onlara yetiyordu. Bunun içindir ki îmandan dönmek hicretten dönmekle bir sayılmıştır. İkinci Akabe biatında hicret kararlaştırılmıştır. Mekke’nin fethinden sonra Safvan bin Abdurrahman, hicrete katılmamış olan babasını Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna getirerek;

“–Ona hicretten bir pay ayır, mahrum etme!” dediği zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz;

“–Mekke’nin fethinden sonra hicret bitmiştir.” buyurmuştur.

Yine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Bir müşrik, müslüman olduktan sonra müşriklerden ayrılmadıkça Allah onun hiçbir amelini kabul etmez.” Zira çıkış imkânı varken zillete boyun eğmeye ruhsat olmayıp, kulun acziyeti Mevlâ’sına karşıdır. İşte sahâbî, hicretle sâlih amel birliğine kavuşmuştur.

Muhâcirler derece bakımından ensardan ve mücâhidlerden üstün tutulmuştur. Tevbe Sûresi’nin 20-22. âyetlerinin meâli şöyledir:

“Îman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanların derecesi çok büyüktür. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” Bu sebepledir ki muhâcirler sevgide, saygıda, istişârede, görevde, ganimet ve imamlıkta hep öncelik kazanmışlardır. Hattâ hicrette olan engin feyiz ve bereket dolayısıyladır ki, önce Habeşistan ve daha sonra Medine’ye hicret edenler; iki hicret sevabı ile müjdelenmiştir.

Güvenin, sevgi ve muhabbetin çok azaldığı ve sadece mübâdele vasıtası için bahşedilen paranın her şeyin ölçüsü hâline geldiği günümüzde çaremiz, Medine günleri ile hicretin güzelliğinin iyi kavranması ve ona sımsıkı sarılmaktadır. Ruhlarımıza, yüreklerimize niyet ve hareketlerimize o günlerin şevk ve zevkinin dolması gerek. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da sık sık şöyle duâ ederdi:

“Yâ Rab, Rasûlün yolunda şehidlikle rızıklandır beni. Rasûlün beldesinde canımı al.” Bu bakımdan tadımız, tuzumuz, ferahımız ve iki dünya saâdetimiz kalbimize hicretin Medine günlerini yerleştirmekle kābildir. Zira niyet hâlis olduktan sonra, hicret bitmemiştir. Bugün bütün dünya; çatlayan toprağın suya hasreti kadar, bu sese ve nefese muhtaçtır. Hicrette kanayan yaralara merhem, mazlumlara sıcak kucak, ferâgat ve erdemlilik örnekleri vardır.

Âl-i İmrân Sûresi’nin 195. âyeti hicret dolayısıyla bahşedilen engin lütuflarla doludur:

“Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de and olsun günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatların en güzeli Allah katındadır.”

Geçmişe ve geleceğe nur saçan Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizlere de hicretin ölçüsünü koydu. Abdullah İbn-i Amr İbnü’l-Âs’ın rivâyetiyle şöyle buyurdu:

“Hicret iki özellik taşır: Birisi günahları terk etmek diğeri ise Allah ve Rasûlü’ne hicret etmektir. Tevbe kabul olduğu sürece hicret sona ermez. Tevbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbuldür. Güneş batıdan doğunca artık her kalp bulunduğu hâl üzere mühürlenir. İnsan işledikleriyle kalır…” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 192)

Yine şöyle buyuruyor Efendimiz:

“Hicret; gizlisi ve açığı ile bütün fuhşiyatı terk etmen, namaz kılman, zekât vermen demektir. Bunları yaparsan bulunduğu yerde de ölsen sen muhâcirsin.” (Ahmed b. Hanbel, II, 224; Heysemî, Mecmau’z- zevâid, V, 252)