SENİ HAKKIYLA BİLEMEDİK!

Handenur YÜKSEL

“Canım var oldukça Kur’ân’ın kölesiyim. Ahmed-i Muhtâr Efendimiz’in yolunun toprağıyım.” diyen âlim, mutasavvıf ve şair Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 1207’de Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. «Efendimiz» anlamındaki «Mevlânâ» unvânı onu yüceltmek amacıyla söylenmiştir. Küçük yaşta babası Bahâeddin Veled ile birlikte Hicaz’a gitmek üzere Belh’ten ayrılmış; Hicaz dönüşü Şam’a, oradan da Anadolu’ya geçmiş, sonunda Karaman’a yerleşmişlerdir. On dört yaşlarında Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbad’ın daveti üzerine Konya’ya gelen Mevlânâ, 1231’de babasının vefatı üzerine müderrisliğe başlamış, Şems ile tanıştıktan sonra ise halkla tamamen alâkasını kesmiş, medresedeki derslerini terk etmiştir.

17 Aralık 1273’te 66 yaşında iken vefat eden Mevlânâ’nın en tanınmış eserleri Dîvan-ı Kebîr, Mesnevî, Mektûbât ve Fîhi Mâ Fîh’tir.

***

Şems-i Tebrizî, ilk karşılaşmalarında Hazret-i Mevlânâ’ya sordu:

“–Yâ Mevlânâ! Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi büyüktür, yoksa Bâyezîd-i Bestâmî mi?”

Hazret-i Mevlânâ; cevabı açık olmasına rağmen, sualin içinde saklı sırrı keşfe çalışmanın gayretiyle bir anlık duraklamadan sonra:

“–Elbette Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-… O, bütün enbiyâ ve evliyânın büyüğüdür.”

Şems’in gözlerinde parlak bir ışık yandı söndü:

“–Öyle ama Hazret-i Muhammed;

«Yâ Rabbi! Sen’i tenzih ederim, Biz Sen’i hakkıyla bilemedik. Sana günde yetmiş kere istiğfar ederim.» buyurdukları hâlde; Bestâmî; «Makamım o kadar büyük ki, cübbemin içinde Allah’tan gayrı varlık yok!» demektedir. Buna ne diyorsunuz?”

Hazret-i Mevlânâ’nın yüzünde samimî bir tebessüm belirdi:

“–Bu çok tabiî… Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın mahbûbu Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, günde yetmiş bin makam aşıyor ve yükseldiği her makamda önceki bildiklerinden tövbe istiğfar ediyor;

«Ey bizim idrâkimizden üstün olan Allah, biz Sen’i hakkıyla bilemedik.» diyordu. Bâyezîd-i Bestâmî ise; bir makam aştı, bir tecellî ile kendinden geçti. Daha fazlasına eremediği için taştı ve böyle sözler ağzından çıktı…” diye cevap verdi.1

Şems, işte bu cevabı araya araya sonunda Mevlânâ’ya ulaşmış, maksadını onda bulmuştu…

TARİKTEN MURAD, ALLÂH’I BİLMEKTİR!

Halvetî tarîkatının Karabâşiyye kolunun kurucusu, büyük mutasavvıf Karabaş Velî 1611’de Arapkir’de doğdu. Asıl adı Alâeddin Ali’dir. Siyah Halvetî tâcı sardığı için Karabaş, halk tarafından kerâmetlerine inanıldığı için Velî lâkabını almıştı. Tahsiline Arapkir’de başlayan, daha sonra İstanbul Fatih Sahn-ı Seman medreselerinde devam eden tanınmış sûfî, 1674 yılında Üsküdar Rûmî Mehmed Paşa Camii’nde sürdürdüğü dört yıllık inzivânın ardından, ısrarlara dayanamayarak; Üsküdar Atik Vâlide Camii Zâviyesi postnişinliğiyle caminin vaizliğini kabul etti. Yüzlerce halîfe yetiştirdiği kaydedilen Karabaş Velî; vaaz ve irşadlarıyla avamdan saraya, ta Sultan IV. Mehmed’e kadar uzanan geniş bir kitleyi etkiledi.

Vaazları o kadar tesirliydi ki, dönemin padişahı Avcı Mehmed dahî, Cuma selâmlığı kurdurduğu Atik Vâlide Camii’nde;

“Bu şeyh efendinin vaazı bana o kadar tesir ediyor ki, İbrahim Edhem gibi tacı tahtı bırakıp dağlara düşesim gelir.” diyerek etkilendiğini açıkça söylemek zorunda kalmıştı. Karabaş Velî, 1686’da bir hac dönüşü Medine’den Mısır’a geçerken yolda hastalandı ve 76 yaşında iken Kahire yakınlarında vefat etti.

***

Karabaş Velî Hazretleri’ne göre; tarîkattan murad onun sûreti değil «mârifetullah»tı, Allâh’ı bilmekti. Kapısına gelen insanlar hangi tarîkattan olursa olsun onlarla görüşür, irşadlarıyla meşgul olur; tarîkatını değiştirmek isteyenlerin isteklerine ise olumlu cevap vermezdi.

Karabaş Velî Hazretleri’ni çok ziyaret edenlerden birisi de Mevlevî şeyhlerinden Sîneçâk Mustafa Efendi’ydi. Bu zât, sık sık Karabaş Velî’ye gelir, görüşür ve sohbetlerinden istifade ederdi. Bir gün;

“–Sultanım; ben Mevlevîliği bırakmak, sizin hizmetinizde olmak, size intisap etmek istiyorum.” dedi. Bu söz üzerine Karabaş Velî;

“–Sen Mevlevî’sin, sana Mevlevîliği bıraktırmak olmaz. Hem tarîkten murad, sûret-i tarîk değildir, Allâh’ı bilmektir. Hangi tarîkten olursan ol, bizimle görüşürsen sana irşad mümkündür.” dedi.

Sîneçâk Mustafa Efendi bundan sonra şeyhin sohbetlerine katılmaya devam etmiş, feyiz ve istifadesini sürdürmüştü. Karabaş Velî kendisine;

“–Sen Allah kullarını, yine Mevlevî tarîki üzere irşad eyle.” diyerek, ona Mevlevîlik üzerine irşad görevi vermişti.2

ARTIK AYAKLARIMI UZATABİLİRİM!

Milli şairimiz Mehmed Âkif ERSOY, 1873’te Fatih’te doğdu. Halkalı Baytar Mektebi’nden birincilikle mezun olduktan sonra bir süre memurluk yapan Ersoy, İzmir’in işgali üzerine millî mücadeleyi desteklemek ve halkın direniş gücünü artırmak için vaazlar verdi. Cumhuriyetten sonra yapılan reform hareketlerine muhalefet ederek, Sebilü’r-Reşad mecmûasında sert tenkidler yazdı. 1925’te Mısır’a yerleşen şair, oradaki üniversitelerde Türk edebiyatı okuttu. Mısır’da hastalanan şair, yurda dönüşünden kısa süre sonra 27 Aralık 1936’da vefat etti.

***

İstiklâl şairimiz ağır hastaydı, külçe gibi yatıyordu. Bir sabah kapısı çalındı… İyi giyimli, gösterişli bir ziyaretçi kendisine «geçmiş olsun»a gelmişti. Şairin yakınları ziyaretçiye bir sandalye gösterdiler. Mehmed Âkif Bey, hastalığının şiddetine rağmen, misafire saygı gösterilmesi gerektiğini düşünerek, büyük bir incelik gösterip ayaklarını topladı.

Misafir, hâl-hatır sorup, geçmiş olsun temennîlerini ilettikten sonra söz aldı:

“–Üstâdım bir müşkülüm var, sizin çözebileceğinizi düşünüyorum. Lutfedip yardımcı olur musunuz?” Meşhur şair hiç düşünmeden;

“–Ne demek, elbette… Derdinize derman olabilirsem ne mutlu, kendimi mesut addederim.” diye cevap verdi.

“–Hocam, sualim şu… Gökkuşağının altından erkek geçerse kadın, kadın geçerse erkek olurmuş, diyorlar… Sizce doğru mudur?”

Alçakgönüllü şair, bu saçma suâli işittikten sonra; sadece çok yakınındakilerin duyabileceği bir sesle mırıldandı:

“–Şimdi ayaklarımı uzatabilirim!”

TOPRAĞA GÖMÜLEN ESER!

Tanınmış hattatlarımızdan Beşiktaşlı Nuri Efendi, 1868’de Ortaköy’de doğdu. Sinan Paşa Medresesinde müderris İlhami Efendi’den talim gördü. Zekâi Dede’den tâlik yazı öğrendi. Kastamonu’daki Şâbân-ı Velî Dergâhındaki yazılar, Bakırköy Kartaltepe Camii kubbesindeki İhlâs-ı Şerîf onun eseridir. Hattatlığı kadar mûsıkîşinaslığı ile de meşhur olan Nuri Efendi, Yahya Efendi Dergâhında tam kırk yıl zâkirlik ve zâkirbaşılık yapmıştı. 1951’de vefat eden ünlü hattat, Yahya Efendi hazîresine defnedildi.

***

Hattat Nuri Efendi, bir gün dostlarına şu hâtırayı anlatmıştı:

Eserlerimin içinde biri vardır ki toprağa gömülmüştür. Bir sabah; «Gazi Osman Paşa’nın eşi sizi istiyor.» dediler. Paşa, yatsı namazını sarayda kıldıktan sonra konağına dönmüş ve orada vefat etmiş, hemen gittim. Hanımı şöyle demiş:

“Paşa, Nuri Beyin yazılarını pek severdi. Paşanın yazı takımından bir kalem alsın, yıkandıktan sonra alnına Besmele-i şerîfe, göğsüne ise «Şehidallâhü ennehû lâilâhe illâ hû…» âyet-i kerîmesini yazsın.”

Gözlerimden yaşlar dökülüp, ellerim titreyerek bu yazıları yazdım; öylece de kefenlendi.

___________________

1 Ahmed KABAKLI, Mevlânâ, İstanbul, 1976, s. 31.
2 Kerim KARA, Karabaş Velî, İstanbul, 2003, s.104-105.