SEVGİYİ İKTİDARA GETİREBİLMEK

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Ekim ve Kasım ayları, içimize akıttığımız gözyaşlarıyla dolup taştı. Vatan uğruna verdiğimiz şehidler ve sonra Van depremi… Aynı anda her şeyi unutup, birlik içinde yaralarımızı sarmaya çalışmamız. Van ve civar köylerin yardımına ayırım yapmadan koşmamız… Türk milletinin çağlar içinde destanlaşan rûhunun aynı anda ayırım yapmadan birleşmesi…

Geçen zaman içinde bazı kareler hâfızalardan silinmezse, yapacağımız projeleri hayata geçirmek daha kolay olacaktır. Yardım konvoyları yoldadır ve yağmacılar çadırları, yiyecekleri yağmalamaktadırlar… Yağmacıların kimler olduğu daha sonra resmî makamlarca açıklanmıştır. Yöre halkı, bu açıklamaların ne anlama geldiğini anlamıştır. Yardım konvoylarının, o bölgeye tedbirsiz gönderilmesinin neticesi, bizim daha sonraki yardımlarda dikkatli olmamızı sağlamıştır.

Çadırlara sevinerek giren halkın görüntülerinin yanında bir resim karesi hepimizi şaşırtmıştır. Yıkılmayan bir ev bahçesinde «lâzım olur» diye kurulmuş bir çadır… Yıkılan binaların sahibi olan müteahhitin evi yıkılmamıştır, buna rağmen bir çadır almıştır.

1999 depreminden sonra geçen zaman içinde yapılan evler yıkılmışsa, suçlu kimdir? Anlayabilirsek «suçlu hepimiziz» demek isterim. Kanunlar yeterli miydi? Değilse, «tedbir almayan bütün yetkililer»; yeterliyse, «kanunları uygulamayanlar» diyerek işin içinden sıyrılabilir miyiz? «Hepimiz suçluyuz!» diyerek düşünmeye çalışalım…

Müteahhitler, mühendisler, yapıya imza atanlar, onları kontrol etmekle vazifeli olanlar, bu gerçekleri bildikleri hâlde bu konuları gündeme getirmeyen basın mensupları, televizyoncular… Bitmedi. Bu konuyu bilen ve kamuoyu oluşturmak için devamlı mücadele etmeyen öğretim üyeleri, son olarak, denetleme görevini üstlenmeyen bizler…

Sermayeyi biriktirenler, gelecek tehlikeyi gördükleri için, bu süre içinde depreme dayanıklı binaların olduğu siteler yaptılar. O sitelerde aynı gelir durumunda olan insanlar oturmaya başladı. Asırların içinde gelir durumundan dolayı ayrılmayan insanların yaşadığı ülke değişiyordu. Bu; ülkenin değil, İslâmî medeniyetin farkına varılmadan değiştirilmesiydi.

Yüzyılların içinde, Yûnus’un mısraları ile gözyaşı döken müslüman Türk halkının bir kısmı Yûnus’un dünyasından uzaklaşıyordu. Bu uzaklaşmanın sonunda kaçınılmaz bir sonu unutmuştuk. Ne yaparsak yapalım; ilâhî adalete karşı koyamayacak, aynı sonda birleşecektik. Yaşadığımız hayatın şiiri bizi kendimize getirebilir diye duâ ederken, sözü söz ustasına bırakalım:

Sana ibret gerek ise,
Gel göresin bu sinleri…
Ger taş isen eriyesin,
Bakıp göricek bunları…

Şunlar ki çoktur malları,
Gör nice oldu hâlleri,
Sonucu bir gömlek giymiş,
Onun da yoktur yenleri…

Hani mülke «benim» diyen,
Köşk ü saray beğenmeyen,
Şimdi bir evde yatarlar,
Taşlar olmuş üstünleri…

Bunlar eve girmeyeler,
Zühd ü tâat kılmayalar,
Bu beyliği bulmayalar,
Zira geçti devranları…

Hani ol şirin sözlüler,
Hani ol güneş yüzlüler,
Şöyle gaip olmuş bunlar,
Hiç belirmez nişanları…

Bunlar bir vakt beğler idi,
Kapıcılar korlar idi,
Gel şimdi gör bilmeyesin,
Beğ kangıdır, ya kulları…

Ne kapı vardır giresi,
Ne yemek vardır yiyesi,
Ne ışık vardır göresi,
Dün olmuştur gündüzleri…

Bir gün senin dahî Yûnus,
Benim dediklerin kala,
Seni dahî böyle ede,
Nitekim etti bunları…

Bir müteahhit, bir mühendis, bir belediye başkanı, bir mimar ve kontrol mekanizmasını elinde tutanlar Yûnus’u duyarsa, hissederse hayatı değişebilir. Sermayedar Yûnus’u anlarsa; «Siteler değişmeli, zenginle, az gelirli, orta gelirli aynı yerde gösterişten uzak, buluşmalı.» diyecektir. Bu ortak hayat, bütün kesimlerin eğitilmesini sağlayacaktır. Hayatta maddî olan her şey yıkılabilir, sevgi kalesini kimse yıkamaz. Yangınlar, depremler tabiî âfetler, tabiî bütün felâketler; sevgiyle kenetlenen insanların gücüyle aşılacaktır.

“Gel, gel aramıza katıl; biz Hakk’a gönül vermiş aşk insanlarıyız!

Gel, gel bize katıl da sevgi kapısından içeriye giriver, giriver ve evimizde bizimle beraber otur.

Gel birbirimizle içten konuşalım… (Gönüllerimizle sarmaş-dolaş olalım da) kulaklardan, gözlerden gizli konuşalım… Güller gibi dudaksız ve sessiz gülüşelim… Tıpkı düşünce gibi dudaksız-dilsiz görüşelim… Mademki hepimiz biriz, birbirimize dilsiz-dudaksız gönülden seslenelim…

Mademki ellerimiz kenetli, gel bu hâlden bahisler açalım; el-ayak, gönül hareketlerini daha iyi anlar, öyle ise gel dilimizi tutalım, titreyen gönüllerimizle konuşalım.” (Hazret-i Mevlânâ)

Haberlerde her gün Van’da yaşayanların hayatını bir film gibi seyrederken, hâlden hâle geçiyoruz. Sonra bomba gibi bir haberle sarsılıyoruz.

Bedelli askerlik, vicdanî ret… Şehid haberini alan annelerin, babaların, eşlerin, kardeşlerin haykırışları kulaklarımızda… Hepsinin son sözleri: «Evlâtlarımız vatana fedâ olsun.»

Yaşadıkları evlere ve hayatlarına bakıyoruz. Mütevâzı bir hayat yaşayan; malda, mülkte gözü olmayan insanlar… Nedense bir villâda yaşayan, bir işadamı, bürokrat, üst düzey şehid ailesini göremiyoruz. Muhakkak, onların feryatları da aynı olacaktır. Onlar da; «Çocuklarımız vatana fedâ olsun.» diyeceklerdir. Ne yazık ki, şehidlik mertebesine onların evlâtları yükselemiyor. O anneler, babalar, eşler; vatan uğruna şehid olanlar için ağlarken, kendi yakınları için ağlayamıyorlar.

Ben, bu yazıyı yazarken; bedelli askerlik haberleri, vicdanî ret haberleri bütün yurtta yankılanıyor ve resmî açıklama bekleniyor. Bankalar, kredi musluklarını açtı. Bedelli askerlik için hazır olduklarını müjdeliyor. “Bedel, neyin bedeli?” sorusunun cevabını bilen var mı?

Cesur, bedel ödemeyi istemeyen annelerin sesini duymak içimizi ferahlatacaktır. Çünkü dînimizde, bütün evlâtlar bizimdir. Onları nasıl ayırabiliriz? Bu sesi duyuncaya kadar sessizliğe bürünmek, bir cümle bile duymak istemiyorum.

Necip Fazıl’ın sesi kulaklarımda, huzur bulacağım bir âna hazır etmek istiyorum. İki ezan arasında uyanmak, onun dışındaki zamanlarda duymak istediğim sesi duyuncaya kadar uyumak…

İki yıldız arası göğe asılı hamak…
Uyku, uyku… Zamansız ve mekânsız, uyumak.
Uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı;
Harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradan’ı.
İlgisizlik, her şeyden kesilmiş ilgisizlik;
Bilmeyiş ki, en büyük ilme denk bilgisizlik.
Usandım boş yere hep gitmeler, gelmelerden;
Bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden!
Göz kapaklarımda gün, kapkara bir kızıllık;
Kulağımda tarihin çıkrık sesi, bin yıllık.
Bir yurt ki bu, diriler ölü, ölüler diri;
Raflarda toza batmış peygamberden bildiri.
Her gün yalnız namazdan namaza uyanayım;
Bir dilim kuru ekmek; acı suya banayım!
Ve tekrar uyuyayım ve kalkayım ezanla!
Yaşaya dursun insan, hayat dediği zanla…