Hakk’a ve Rasûlü’ne Hicrette AŞKIN BAYRAMI: ŞEB-İ ARÛS…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Muhammed İkbal’in bir şiirinden şerh ile:

Bir gece vakti.

Kütüphanede güve ile pervâne (kelebek) konuşmakta. Güve dertli ve ıstıraplı:

‒Ey pervâne! Şu raflarda kimlerin eserlerini sayfa sayfa hatmetmedim ki! İbn-i Sînâ’dan Fârâbî’ye nice kitapları harf harf dolaştım. Lâkin âh şu hayat felsefesi! Onu bir türlü kavrayamadım. Günlerimi aydınlatacak bir güneşim de yok. Türlü endişeler içinde kıvranıp durmaktayım. Muzdaribim. Perişanım.

Kanatları yanık pervâne, aşkın hayat sırrına dikkat çekti:

‒Güneş istiyorsan, kanatlarını yak!

Güve şaşırdı:

‒Niye?

‒Gerçek hasret bu. Bu hasretle zâhirî kanatlar yanar, yandıkça candaki muhabbet çırpınışları rûhu kanatlandırır. Nihayet ruh kanadıyla gönüller vuslat mîrâcına ulaşır.

Bu da, aşkın bayramıdır.

Şeb-i arûstur, düğün gecesidir.

Kanatları, aşkıyla yakacak güneş ise, sevgilinin nûru. Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in kandili.

O kandilde kanatları yakmak;

Varlık ve benliği yakıp yok etmek.

O kandilde kanatları yakmak;

Hasret içinde Allâh’a ve Rasûlü’ne hicret.

Bu hicret;

Gönül hicreti.

Aşk hicreti.

Hidâyet hicreti.

Îman hicreti.

Fikir hicreti.

İrfan hicreti.

Basîret hicreti.

İnsanlık hicreti.

Hakikat hicreti.

Vuslat hicreti.

Her şeyde ve her meselede hicret.

Bunlar olmadan; gerçek yakınlık, doğru istikamet ve vuslat mümkün değil. Çünkü önce gönüllerdeki aşk, Hazret-i Peygamber’deki aşka hicret etmeli ki; gerçek bir aşk hüviyetini kazansın. Hidâyet ve îmânımız, O’ndaki hidâyet ve îmâna hicret etmeli ki; başkalığın benceleri ve pençelerinde boğulmaktan kurtulup sırât-ı müstakîm üzere olsun. Fikrimiz, irfanımız, basîretimiz, insanlığımız, hakikatimiz, vuslatımız, her şeyimiz ve her meselemiz, O’na hicret etmeli ki, O’ndaki hâle bürünsün ve huzûr-i ilâhîde kabûle lâyık görülsün.

Kirlenmiş, çamurlanmış ve bozulmuş sular, göklere hicret edince nasıl saf, tertemiz ve billûr bir hâle gelip şifâya, rahmete dönüşüyorsa, âhirzamanda bozuk fikir, felsefe, kirli mantık ve sakat heveslerle perişan olan insanlık da yerlerin ve göklerin habîbine hicret edince pırıl pırıl bir şahsiyete, müstesnâ bir âbideye dönüşür.

Başka türlü;

Gönüllerin ve ruhların tezkiyesi imkânsız. Vicdanın tahâreti mümkün değil.

Çünkü;

Kalbinde ve amellerinde Habîb’e hicret etmeyenin ahlâkı, O’nun ahlâkı olmaz. Îman ve fikrini çıkmaz sokaklardan kurtarıp O’na hicret ettirmeyenin yaşayışı, Nebevî mühürden mahrum kalır. O’na vuslat hicreti gerçekleştirmeyenin nasîbi, O’nun cemâli değildir.

Cenâb-ı Peygamber, bu mânevî hicretlerin ehemmiyetini bizzat ifade buyurur:

“…Kimin hicreti Allâh’a ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allâh’a ve Rasûlü’nedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî, Nikâh, 5; Müslim, İmâret, 155)

Niye hicret?

Hasretin ifadesi.

Niye hasret?

Hicretin / vuslat ve şeb-i arûsun enerjisi.

Dolayısıyla;

Muhabbet vâdisinde; kim, neye karşı hasret ateşiyle yanarsa ona hicret eder. Allâh’a ve Rasûlü’ne hasret ateşiyle yananlar; her nefeste, her şeyde, her meselede, sadece Allâh’a ve Rasûlü’ne hicret ederler. O hicrette bütün fânî alâkaları ve kanatları yakarlar, sonsuzluk nasibine ve kanatlarına nâil olurlar. Onlar için her şey, gönülleri sadece o hicrete sevk eden birer ateşten ibarettir. Her şey, habîbe / yüce sevgiliye aşkın hasretiyle alev alevdir. Her şey, hem bağrını hem kanatlarını habîbe kavuşmak için yakmış, çırpınmaktadır.

Bu hâli Şeyh Gālib, şöyle dile getirir:

Gül âteş, gülbün âteş, gülşen âteş, cûybâr âteş…
Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâlezâr âteş…

“(Şu hasret ikliminde) gül ateş, gül fidanı ateş, gül bahçesi ateş, ırmak da ateş. (Böyle olunca) aşka dair ancak ateşle yaşayabilen yaratılıştaki kimseler için lâle bahçesi de, fazla fazla ateş.”

Hayâl-i hasret-i hâlinle âh ettikçe uşşâkın;
Şeb-i firkatte her dem ahterân eyler nisâr âteş!..

“Ey habîbim! Senin benine olan hasret hayâliyle âşıkların âh ettikçe, yıldızlar da bu ayrılık gecesinde durmadan ateş saçmaktadırlar.”

Bana dûzahtan, ey meh, dem urur gülzârlar sensiz,
Dıraht âteş, nihâl âteş, gül âteş, berk ü bâr âteş!..

“Ey Ay! Sensizse bana gül bahçeleri cehennemden bahseder. Çünkü sensiz ağaç da ateş, fidan da ateş, gül de ateş, yaprak ve meyve de ateş…”

Meğer kilk-i sebük-cevlânın olmuş germ-rev Gālib;
Zemîn âteş, zamân âteş, bütün nakş u nigâr âteş!..

“Ey Gālib! Belki de kalemin çok hızlı hareket edip tutuştu da bu yüzden zemin ateş, zaman ateş, bütün nakışlar ve tasvirler de ateş!..”

Muhammed Erbilî Hazretleri de, aynı hâli nefis bir nazîre ile nazma döker:

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş…
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş…

“Ey habîbim, Sen’in zâhir ve bâtın güzelliğinin tecellîsinden beri (o yüce aşkınla) ilkbahar ateş, gül ateş, sümbül ateş, toprak ateş, diken de ateş…”

Ben el çektim safâ-yı hâtır u ârâm-ı cânımdan,
Safâ âteş, cefâ âteş, firâr âteş, karâr âteş!..

“Ben artık canımın konaklayıp istirahat etmesinden ve gönlümün rahatlığından el çektim. (Çünkü) rahatlık da ateş, sıkıntı da ateş, kaçmak da ateş, durmak da ateş…”

Ne yapsam bu dil-i mahzûnu mesrûr eylemem şâhım;
Gam âteş, gam-küsâr âteş, temennâ-yı mesâr âteş!..

“Ey Sultanım! Artık ne yapsam bu hüzünlü gönlümü neşeli hâle getiremem. (Çünkü) üzüntü de ateş, üzüntüyü gideren de ateş, (hattâ) sevinçlere selâm vermek bile ateş!..”

Fuzûlî, meşhur Su Kasîdesi’ni işte bu ateşler içinde yazmıştır:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su
Kim bu denlû dutuşan odlâre kılmaz çâre su

“Ey göz! (Hazret-i Peygamber’e sevda ile tutuşan) gönlümdeki ateşlere gözyaşından (boşuna) su saçma. Bilesin ki (gönlümde) bu denli tutuşmuş ateşlere, su çare değildir.”

Yaman Dede’nin kalbi de aynı ateşten nasibdardır:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlâllah!
Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım yâ Rasûlâllah!
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlâllah!
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Böylesine;

Hem canları, hem gönülleri, hem de kanatları yakan bir sevdadan içenin her hasreti; hicret dolu bir mânâya, yangına, iştiyâka, aşka temsil olur ve sönmeyen bir ateşe bürünür.

Bir ateş ki ilmin içine düştüğü an, onu irfana çevirmekte. İrfanın içine düşünce de, hikmet hazinesi hâline getirmekte. Bu ateş, kupkuru dallara sulardan daha tesirli; odunu bile yemyeşil etmekte. Bu ateş, gafili âşık yapmakta. Taşı altın eylemekte. Bu ateş, boş sazı, ney-i kâmile döndürmekte. Hazret-i Mevlânâ’nın tesbitiyle;

Neyde ses, kordur, hevâ zannetme sen,
Hiç bu kordan tatmayan giysin kefen!
(nazmen terc. Seyrî)

Neydeki kor, hasret ateşi.

Şems’in yaktığı ateş.

İnsanın canlı olup olmadığını gösteren ateş.

Vuslat iştiyâkını şiddetlendiren ateş. Kimini Mevlânâ, kimini Yûnus eyleyen ateş. Kimini Şâh-ı Nakşibend, kimini Şâh-ı Geylânî, kimini Hüdâyî eyleyen ateş.

Onunla yanınca Hazret-i Mevlânâ, bir ömür Şems’i aradı. Şems gibilerini aradı. Hasrette kavrula kavrula olgunlaştı. Söz bülbülü kesildi. Mânâ sultanı oldu. Her nefes aşk ve hasret fırınında pişe pişe yandı. Yanık gönülleri aradı:

Söylerim hasret nedir, lâkin gerek,
Ayrılıktan göz göz olmuş bir yürek…

Oldu hep kendince dost, âlem bana,
Bakmıyor hiç kimse sırrımdan yana…
Sanmayın sırrım, figānımdan uzak,
Her gözün yok nûru, duymaz her kulak!
(nazmen terc. Seyrî)

Her kulak duymayınca;

Hazret-i Mevlânâ; bir gece, aldı başını kırlara vurdu. Tefekkür ede ede dolaşmaya başladı. Karanlığın bağrında, elinde titrek bir fener, kendi gibi dolaşan bir adamcağıza rastladı. Sordu:

‒Hayrola, bir şey arıyor gibisin!

‒Evet, adam arıyorum.

‒Gece gece olacak iş mi?

‒Adam dediğim dolunay gibidir. Geceleyin daha net görünür.

‒Ben de yıllardır arıyorum, fakat ne mümkün! Vazgeç, boş yere yorulma!

‒Asla! Benim kazancım, bulmak değil ki, aramak! Aradıkça bulmaktan daha kârlıyım.

Sürekli bir çırpınış.

Kanatları, hasretle yakacak bir iştiyak ile.

Bulmak, zaten böyle bir hâlin neticesi.

O zaman son nefes, aşkın bayramı.

Şeb-i arûs.

O hâlde aramak gerek. Hasretle, pişe pişe.

Aradaki vasıtalar ne olursa olsun, nihâî arayış, Rabbe ve Habîb’e, yani Allah ve Rasûlü’ne kavuşmak. Bütün sevgiler, bu ilâhî sevginin ancak basamağı hükmünde. Çünkü vuslat sarayına giden kimsenin arzusu ve sevgisi, saray merdivenlerine değil; o merdivenlerden çıkılıp varılan tâc-ı muhabbete, huzûr-i cemâledir.

Şeb-i arûsadır.

Ölüm, bu noktada son hicret merdiveni.

Eğer o hicret, Allah ve Rasûlü’ne vuslat ise, muhteşem bir an, değilse fecî bir ziyan.

Hazret-i Mevlânâ, bu hakikat etrafında ölüm ânına şeb-i arûs / düğün gecesi demiştir. İyice idrak için örnekler vererek izahtan izaha dalar:

“Padişahın adamlarından biri; zindanın burcunu yıksa, zindanda bulunan kişinin gönlü, bu yıkılıştan incinir mi?

Hiç şöyle der mi:

«Yazıklar olsun, adam; mermer taşı kırdı da canımızı, rûhumuzu hapisten kurtardı.

O güzelim mermer, o muhteşem taş; zindanın burcuna pek de yakışıyordu, ne de güzel uymuştu!

Nasıl oldu da kırdı? Zindandakini de hapisten kurtardı. Bu suça karşılık onun elini kırmalı!»

Bunu;

Zindandan kurtulan bir kimse demez. Sadece hapisten darağacına götürülen biri böyle feryat eder.

Düşünün;

Birisini, yılanların zehrinden kurtarıp, şekerin bulunduğu yere götürseler; bu hâl o adama acı verir mi hiç?

Bilâkis o an;

Can, şu beden kavgasından kurtulur ve ayağı olmaksızın, gönül kanadı ile uçmaya başlar.

Bu hâl;

Zindanın eşiğinde hapsedilen adamın, geceleyin uyuyup da rüyasında gül bahçesi görmesine de benzer.

O adam der ki:

«Allâh’ım, beni tekrar bedene gönderme; tene döndürme de şu gül bahçesinde gezip durayım.»

Cenâb-ı Hak da;

«Duan kabul edildi, artık bedene dönme.» der.

Hikmeti gör.

Bak; bu çeşit rüya, ne kadar hoştur! İnsan, ölümü görmeden cennete gidiyor.

Böyle bir insanın, artık uyandığına içi yanar mı? Hasret çeker mi? Tutup da kapının dibinde zincirlere vurulmuş olarak yaşamayı arzular mı?

Eğer mü’min isen, gerçekten inanmış bir kişi isen; nefis savaşı safına gir. Çünkü senin meclisin, senin bulunacağın yer; gökyüzündedir.

Ey Hakk’ın kulu! Göklere giden yolu bulmak ümidi ile kalk, mihrabın önünde bir mum gibi ayakta dur. İbâdete başla!

Başı kesilmiş mum gibi, bütün gece ağla; arayış, istek uğrunda sıcak gözyaşları dök; yan, yakıl!

Fazla yemekten, içmekten ağzını kapa, dudağını yum, gökyüzü sofrasına koş.

Her an ümidini gökyüzüne bağla. Oraya yükselmeyi düşün, söğüt ağacı gibi göklerin hevâsına kapıl da oyna dur.

Zaman zaman mânâ göklerinden sana, rûhânî yağmurlar, ilâhî aşk ve şevk harareti gelmede, senin gönül rızkın arttıkça, artmadadır.

Seni de oraya götürseler, bu işe şaşılmaz. Sen aczine, âcizliğine bakma; isteğine bak!

Çalış, gayret et de, bu istek artsın. Artsın da gönlün şu beden kuyusundan çıksın, kurtulsun.

Halk;

«Filân zavallı öldü.» der.

Hâlbuki sen;

«Ey gafiller, ben ölmedim, diriyim.» dersin.

Bu vuslat (şeb-i arûs);

Ölümsüzlük içinde ölümsüzlük, varlık içinde varlıktır. Fakat önce yokluk içinde tecellî eder.

Çünkü;

Nur arayan gölgeler; nur zuhur edince, yok olurlar.

Âşık, başını verince; akıl kalır mı? Ancak onun hakikati, zâtı kalır.

Hakk’ın zâtı huzûrunda, var da yok olur, yok da. Yokluk da varlık.”

İşte;

İnsanı böyle bir şeb-i arûsa kavuşturacak olan;

“Aşk hastalığı, sağlığın canıdır! Rahatlık ve mutluluk; aşkın getirdiği zahmetlere, acılara ve eziyetlere hasretle bakmakta ve aşkın ıstıraplarını özlemektedir.

Ey ten! Sen, artık şu candan, şu hayvanî ruhtan vazgeç! Eğer ondan vazgeçmiyorsan; git, kendine başka bir can, başka bir ruh ara! Yani, ey talip; sen, nefsâniyetinden, hayvanî ruhtan kurtulmaya çalış! İnsân-ı kâmile başvur da, o büyük varlık, sana insanî rûhu, gerçeği tanıtsın; bu sûretle hakikî rûha kavuş!”

Hâsılı;

Şeb-i arûs için fânîlik zindanından vazgeçmek, nefsâniyetten kurtulmak gerek. Yani hicret gerek.

Canlar yandıran hasret ateşi, hep bunun için.

O hâlde;

Maksûda ulaşmak isteyen, hasretle yanmalı ve yanarak hicret etmeli.

Muazzam bir metot.

Eğitimde, ailede, ticarette.

Doğru bir gayenin oluşturduğu hasret ile çalışmaları hedefe hicret ettirmek, başarının şeb-i arûsu. Dağılan fikirleri toparlayıp yola koymak ve neticeye hicret, aklın şeb-i arûsu. Sokak aralarında, sağda-solda, boş heveslerin peşinde kaybolan hisleri, teker teker arayıp bulmak ve aşka hicret ettirmek; gönlün şeb-i arûsu. Haramdan helâle hicret, kötülükten iyiliklere hicret, tembellikten gayrete hicret, hayâsızlıktan iffete hicret; en güzel ahlâkın şeb-i arûsu.

Bir sürü insan profili arasında paramparça olmuş bir şahsiyetin şuura erip de kendine gelerek Hazret-i Peygamber’e hicreti, insâniyetin şeb-i arûsu.

Nihayet;

Refîk-ı Âlâ’ya / en yüce dosta hicret, ebedî seyrânın şeb-i arûsu…

Ne mutlu fânî ömrünü;

“Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Beni, Refîk-ı Âlâ’ya kavuştur!” (Buhârî, Meğâzî, 83; Ahmed, VI, 126) hasreti içinde bir hicret ile ebedîliğe dönüştürebilenlere!

Bunun için:

Her vakti ebed kılmaya gayret edelim,
Hicrî senenin sırrına hürmet edelim,
Cennet ki bizim, yatmayalım gurbette,
Allâh’a ve Peygamber’e hicret edelim… (Seyrî)