ÖMÜR, ÖLÜM VE ÖTESİ…
İrfan ÖZTÜRK
Bir cenazenin başında dikilen kişiye yaklaşıp, sormuşlar:
“–Neden öldü?”
Cevap çok kısa olmuş:
“–Doğduğu için…”
Demek ki doğmak, ölmenin habercisi…
Kim ki doğdu dünyaya geldi… Bir müddet sonra ölecek demektir…
Hepimiz dünyaya geldik. Bir gün vatanımıza döneceğiz…
Dönüşün günü, saati belli değil… Ama bir gün mutlaka döneceğiz…
Geliş ve dönüş arasına ömür diyoruz. Bize pek uzunmuş gibi gelse de aslında ömür Yûnus Emre Hazretleri’nin dediği gibi, bir rüzgâr esintisi, hattâ bir göz yumup açmak kadar kısa… Bu kısa ömrü çok uzun görmemeli.
Bazen bir kardeşimize güzel bir amelden bahsediyoruz…
“–Ne kadar devam edeceğim?” diye soruyor.
“–Ömür boyu devam edeceksin.” deyince;
“–Ooo…” diyor…
Hâlbuki bize o uzun gelen ömür belki de bir dakika sonra bitecek… Belki bir saat, belki birkaç gün, birkaç ay veya yıl… Bilmiyoruz. Fakat uzun zannetmemiz bizi aldatıyor. Bize düşen az veya çok, kalan ömrü değerlendirmek.
İnsanoğlu yaşamayı çok seviyor. Ölmeyi istemiyor. Yatalak, felçli bir hasta bile ölmek istemiyor. Hâlbuki, insanın asıl yurdu âhiret…
Uzun ömür istemek, dünya muhabbeti için olursa felâket…
Ancak uzun ömür talebi; dünyada biraz daha yaşayayım da, Rabbimin rızâsına uygun amellerle meşgul olayım; günahlarıma tevbe edeyim, kazalarımı edâ edeyim niyetiyle ise güzel…
Çünkü sâlih amellerle ve dîne hizmet ile meşgul olan kişilerin biraz daha fazla yaşamaları onların lehine. Ama hayırlı faaliyetlerle değil de; Allâh’ın râzı olmadığı işlerle meşgul olanların daha fazla yaşamaları, yüklerini artırmaktan, hesaplarını zorlaştırmaktan başka neye yarar?!.
Dolayısıyla ömrün uzunluğu, kısalığından ziyade, onu neyle doldurduğumuz önemli. Bir de bizi o ömrün sonunda nelerin beklediği…
Bir kere ölümün dehşeti var…
Sonra da kabrin dehşeti var.
Sahâbî Amr bin Âs Hazretleri diyor ki:
“Ben vefat ettiğim zaman kabrimin başında bekleyin; bir deve kesilip, eti dağıtılacak kadar zaman benden ayrılmayın ki, sizin ünsiyetinizle Rabbimin elçilerine yani melâikeye ne cevap vereceğime bakayım.” (Müslim, Îman, 192)
Demek ki kabir, bambaşka bir âlem. O gördüğünüz kara toprak değil, anlayamayacağımız mânâda çok derin bir âlem.
Bir başka sahâbî… Sa‘d bin Muâz… İslâm’a yapılması gereken en büyük hizmeti geçenlerden birisi… Çok cömert… Bin kişiyi doyurduğu sofraları var. Fakirlere daima ikram eder.
Hendek Harbi’nde aldığı bir yara sebebiyle ağır yaralı vaziyetteydi. Efendimiz; Mescid-i Nebevî’ye çadır kurdurup, bizzat ilgilendi. Sonunda teslîm-i rûh eyledi.
Peygamber Efendimiz, Sa‘d -radıyallâhu anh-’ın cenaze namazını kıldırıp onu kabrine koydu. Üzerini toprakla örttükten sonra da başında uzun müddet tesbîhatta bulundu. Ashâb-ı kiram da Allah Rasûlü’yle birlikte tesbîhatta bulundu. Sonra Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- tekbir getirdi. Ashab da tekbir getirdi. Daha sonra sahâbîler;
“–Yâ Rasûlâllah! Niçin tesbih ettiniz ve tekbir getirdiniz?” diye sual ettiler. Fahr-i Âlem Efendimiz;
“–Allah ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” buyurdu. (Ahmed, III, 360)
Ardından sözlerine şöyle devam etti:
“–Şayet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki Sa‘d kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allah ona genişlik verdi.” (Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, X, 334)
İşte kabir böyle bir âlem…
Âlimler; sâlih kimseleri de toprağın sıkmasını, bir annenin hasret kaldığı yavrusuna kavuşunca onu bağrına basıp, şiddetle kucaklamasına benzetmişler. Sâlih bir kişi bundan eziyet duymaz. Çünkü toprak, bedenimizin aslı olması cihetiyle anamız gibidir. Allah dostlarına, kâmil insanlara toprak âşıktır. «Nerdesin ey mübârek seni bekliyordum.» dercesine birbirine âşık, uzun zamandır birbirini görmeyen iki dostun kucaklaşması gibi; sâlih kişilerle toprak kucaklaşırmış. Allah hepimize kabirle böyle kucaklaşmayı nasip eylesin.
Fakat fâsık kimseleri, toprak öyle bir sıkar ki, kemikleri birbirine geçer… Kıyâmete kadar da azabı devam eder.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:
“Kabir, (amellere göre) ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Acaba bizimki hangisinden olacak? Bunu ömür boyu tefekkür etmemiz lâzım.
Allâh’ın rızâsına uygun amellerimiz mi çok, yoksa Allâh’ın rızâsına uymayan işlerimiz mi çok? Bunları kendi kendimize hesap etmemiz lâzım. Kabrimiz cennet bahçelerinden bir bahçe olsun istiyorsak ona göre yaşayacağız.
Ömrün ötesinde ölüm var. Ölümün ötesinde kabir var, kabrin ötesinde haşir var, hesap var, mîzan var, sırat var…
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Kabirden daha korkunç bir manzara görmedim!” (Tirmizî, Zühd, 5) buyuruyor.
O korkunç manzarayı; îman, sâlih ameller, hizmetler cennet manzarasına çevirir. Başka hiçbir tedbir kabrin azabını ve korkunçluğunu gideremez.
Sefer hâlindeki bir kafileden bir kişi vefat etmiş. Vefat eden kişiyi defne hazırlamışlar, müsait bir yer bulup kabir kazmaya başlamışlar. Bakmışlar ki kazılan toprağın altından yılanlar çıkıyor.
“Burada yılan çıktı.” demişler, başka bir yer bulup, kazmışlar. Oradan da yılan çıkmış.. Orayı bırakmışlar, başka bir yer, yine yılan… Yine yine…
Çaresiz kalmışlar. Bir mânevî hâl var… Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, devrin en büyük âlimlerinden… Hak dostu bir zât… Ona müracaat etmişler.
Dinlemiş dinlemiş ve demiş ki:
“–O kişiyi ilk kazma vurup da açtığınız yere defnedin. Çünkü dünyanın hangi tarafında onun için mezar açsanız aynı şey olacak.”
“–Efendim, sebep nedir?”
“–Çünkü; bu adam koğucu, lâf taşıyıp insanları birbirine düşüren bir insandı. Koğucuların kabirdeki âkıbeti böyledir.”
Bu kıssa üzerine düşünelim… Biz insanların hatalarını arayarak, insanları birbirlerine düşürmeye mi çalışıyoruz, yoksa dargınları barıştırmak, insanların arasını düzeltmek yarışında mıyız?
Berzah âlemi bizim müşâhedemize açık bir dünya değil. Fakat Cenâb-ı Hak; zaman zaman yaşayanların ibret alması için, gayb âleminin perdesini aralayıveriyor.
Yine Câbir isminde sâlih bir zâtın kardeşi vefat etmiş, defnetmişler. Definden sonra iki arkadaşı Câbir’i ziyarete gelmişler… Câbir’i çok kederli ve ağlar vaziyette bulmuşlar. Devamlı endişeli bir şekilde, perişan bir vaziyette ağlıyormuş. Onun kardeşinin ölümüne dayanamadığını sanıp, teselli etmeye çalışmışlar:
“–Câbir; bu, Allâh’ın takdiri. Sen bunları bilen bir insansın. Neden böyle ağlıyorsun?”
“–Ben kardeşimin öldüğüne ağlamıyorum.”
“–Peki ya niçin ağlıyorsun?”
“–Kardeşimi defnettikten sonra eve döndüm. Baktım ki kesem yerinde değil. Dedim ki herhâlde keseyi defin esnasında düşürdüm. İçinde de hatırı sayılır miktarda para vardı. Kazma-küreği aldım keseyi çıkarmak için kabre gittim. Biraz kazdıktan sonra kesemi buldum.
Bu kadar açmışken, bir de kardeşime bakayım dedim. Açıp bakınca ne göreyim! Ateşten bir halka kardeşimin boynuna geçmiş cayır cayır yanıyor… Kardeşim dayanılmaz bir azap içinde… Halkayı alıp kurtarabilir miyim, diye elimi uzatınca elim de yandı, işte elime bakın yanık. Yani hayal görmüş değilim! Çaresiz kaldım, mezarı kapattım eve geldim. Ben kardeşimin öldüğüne değil, onun kabirdeki hâline ağlıyorum!”
Bu azabın sebebini huzûruna varıp Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden sormuşlar. O mübârek zât demiş ki:
“Âyet-i kerîmede buyurulur:
«Allâh’ın kendilerine verdiği bol nimetiyle cimrilik edenler, sakın onu kendileri için hayırlı sanmasınlar; bilâkis bu onlar için şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır.» (Âl-i İmrân, 180)
Zengin oldukları hâlde zekâtlarını vermeyenlerin malları, ateşten bir halka sûretinde o kişilerin boynuna geçirilir. Demek ki kabir âleminde de o azaptan bir parça mevcuttur. Allâhu âlem kardeşin zekâtını vermeyen biri idi.”
Kabir azabından kurtuluş için, çeşitli hususî duâ ve ibâdetler de tarif edilmiştir.
Mevtâ defnolunduktan sonra şu duâ okunursa, kıyâmete kadar kabir azabı kaldırılır diye tavsiye etmişler. Biz de nakledelim:
“Allâhümme innî es’elüke bi hakkı Muhammedin ve âl-i Muhammed ellâ tuazzibe haze’l-meyyit.”
“Ey Allâh’ım! Habîbin Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem ve ehl-i beytinin yüzü suyu hürmetine, bu mevtâya kabir azabı göstermemeni niyaz ediyorum.”
Ölünün kabrine ulaşan en güzel hediyelerden biri de, arkasından 70 bin «kelime-i tevhîd»i okuyup ölüye bağışlamaktır. Kelime-i tevhid «Lâ ilâhe illâllah muhammedü’r-Rasûlullah» demektir. Bunu bir kişi okur yahut cemaat hâlinde 70.000 defa okurlar da sevabını mevtânın rûhuna bağışlarlarsa Cenâb-ı Hak, o mevtânın kabir azabını inşâallah kaldırır diye temennî etmişler. Molla Hüsrev, Kemalpaşazâde, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâmlar dahî bunu vasiyet etmişler. Bir kişi hayattayken de kendi rûhunun makamı için okuyabilir, demişler.
Bu duâlar konusunda unutulmaması lâzım gelen şey şudur:
Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için yapılan şeyler. Bunlara güvenip de, nasıl olsa oğlum, kızım bana kelime-i tevhid okur, okutur diye Hakk’ın emirlerine muhalif bir hayat yaşayan kişi; bu gibi rahmetlere erişemez. Çünkü her şey Rabbimiz’in kabulüne bağlı… İnsanın hayattayken kıldığı namazlar, hayırlar da Allâh’ın râzı olmasına, makbul saymasına bağlı. Bu sebeple bu gibi duâlar, çaresiz şekilde geride kalanlara gösterilmiş birtakım çarelerdir.
Kabre karşı asıl tedbir, son nefesten önce alınır. Güzel bir ölümün çaresi, definden sonra değil, ölümden önce ömrün içinde bulunmalıdır.
Fakat ilâhî rahmeti galeyana getirmek, O’ndan ümit kesmemek için duâ silâhını da hiç elimizden bırakmayacağız. Çünkü evlâtlar, torunlar babalarını, annelerini, dedelerini, nenelerini hoşnut etmek isterler. Onların kabirlerini pür nûr etmek isterler. Ellerinden ne gelirse yapma gayretinde olurlar.
Efendimiz de mevtâya hediye göndermeye teşvik buyurmuşlardır:
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut 1986, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)
“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)
“Sizden biri vefat ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz; başucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
Şimdi birtakım adamlar; “Ölüye Kur’ân okunmaz!..” diye diye insanları Kur’ân meclislerinden mahrum bırakmaya çalışıyorlar. Bırakın insanlar; geçmişleri için, anneleri-babaları için duâ etsinler, hayır yapsınlar, Kur’ân okusunlar, okutsunlar.
Bunda ne zarar var?!.
Hiç zarar olmadığı gibi binlerce hayır var.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:
“Bir topluluk Allâh’ı zikretmek (Kur’ân okumak, duâ etmek) üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını kuşatır. Allâh’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allâh Tealâ onları yanında bulunanlar arasında zikreder.” (Müslim, Zikir, 39)
Onun için aziz kardeşlerim, Kur’ân okunan yerlere rağbet edelim, sohbetlere, vaazlara rağbet edelim; fakat en önemlisi, anlatılanları tatbik sahasına koyalım, dinlediklerimizle amel edelim. En çok fayda o zaman olacaktır.
Eğer biz vazifelerimizi yaparsak, kabir korkulacak bir yer değil.
Bir asker vazifesini yaparsa, komutan ne yapar? Onu takdir eder. Bir memur vazifesini doğru yaparsa, âmiri tebrik eder. Dolayısıyla, kul da Allâh’a karşı vazifelerini yaparsa, takdir görür, tebrik edilir. Âmel-i sâlih ve hizmet dolu bir ömürde koşturur, kabrinde istirahat eder.
Ölülerimiz için, sadakalar verelim, nâfile veya farz hac, nâfile umre ve tavaflar yapıp sevabını onlara hediye edelim. Yetim, fakir öğrencilerin kitap, defter, kalem, elbise gibi ihtiyaçlarını gidermek şeklindeki yardımlar da ölülerimize ulaşır. Ölü adına bir çeşme yahut cami yaptırmak veyahut da böyle eserlerin yapımına katkıda bulunup sevabını bağışlamak da yine ölülerimizin rûhuna ulaşan sevaplardandır.
Sadece kırkında, elli ikisinde değil, ömür boyu onlara duâ hâlinde olalım.
Ne mutlu o kişiye ki; arkasından böyle güzel hayır-hasenat yapacak, arkasından Kur’an okutacak, sâlih amellerle kendisini yâd ettirecek, duâlarla rûhuna hediyeler gönderecek sâlih evlâtlar bırakmıştır.
Rabbimiz rızâsını tahsil edecek güzel amellerle meşgul olanlardan eylesin. Şeytanın şerrinden, nefs-i emmârenin şerrinden bizi ve evlâtlarımızı, bütün yakınlarımızı, bütün ümmet-i Muhammedi muhafaza eylesin…
Cenâb-ı Hak; huzûr-i ilâhîye kul haklarından kurtulmuş olarak gitmeyi, günahlarımıza tevbe ederek, arınmış olarak Rabbimiz’in dîvânına tertemiz çıkmayı hepimize nasip eylesin…