İHLÂS OLMAZSA!..
Hüdâyî ÜSKÜDARLI
Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…
Yûnus Dede’nin tavsiyelerinden aldığı ilhamla Orhan, üniversite tercihini ilâhiyattan yana yapmıştı. Güzel bir derece ile kazandı.
Heyecanla derslere başladı.
İlâhî kelâmın, sünnet-i seniyyenin, lisanının ve ahkâmının işlendiği bir ilim yuvasında gönlü İslâmî ilimlere daha bir teşne hâle geliyordu.
Ancak buna rağmen;
Zaman zaman içi de daralıyordu.
Çünkü barındırdığı güzelliklerin dikenli tarafları da olan farklı bir ortamdı. Bir yandan ilmin harmanı, bir yandan o harmana paralel olmayan çalkantılar iç içeydi. Asırların tahtında muhteşem İslâm âlimlerini beğenmeyenler, müteverrim felsefeler ve olmaması gereken ihtilât. Bulunduğu mübârek ortama göre burası Orhan’a hafif gelmişti. Hele ilim nâmına kopuk değerlendirmeler, onu çok daha üzüyordu. Acaba Yûnus Dede, niye buraya yönlendirircesine tavsiyelerde bulunmuştu?
Bir gün sınıf ortasında bir tartışma çıktı. Aslında okuldaki talebeler, ekseriyetle seçkin, istikametli ve pırıl pırıl gençlerdi. Yarınları inşa edecek müstesna bir nesildi. Fakat aralarında her yerde olduğu gibi birtakım kendini bilmez nâdanlar da vardı. Biri diyordu ki:
“–Peygamber’i fazla yüceltmeyin. Putlaştırmış olursunuz.”
Diğeri de;
“–Doğru, bir de kafamızı eski âlimlere kiraya vermek olmaz. Günün gerçekleri var.” diyordu.
Bir diğeri;
“–Onlar da adam biz de.” diyerek tasdik ediyordu.
Kılığı bozuk bir başkası daha ileri gitti:
“–Dinde reform gerekli arkadaşlar!”
Orhan, itiraz dolu birkaç cümle söyleyecek oldu. Kahkaha atarak dalga geçtiler:
“–Sen bu kafayla; dediler: ancak miskin olursun…”
Orhan, dayanamadı:
“–Ya siz, ya siz? Bu kafayla ne olursunuz?”
Sonra büyük bir üzüntü ile sınıftan çıktı. Karmaşık fikirlerin ıstırabı, çözemediği suallerin çilesi, anlayamadığı ortamın gailesi, onu tahrip etmişti. Tekrar aklına geldi:
Acaba Yûnus Dede, niye buraya yönlendirici şekilde tavsiyede bulunmuştu?
O gün son dersten sonra soluğu doğru Doktor Selim Beyin yanında aldı. Yaşadıklarını ona tek tek anlattı. O da sâkin bir şekilde bazı cevaplar verdikten sonra dedi ki:
“–İstersen bunu doğrudan Yûnus Dede’ye soralım. Yarın sohbet günü.”
Orhan, yarını iple çekti. Vakit gelince Yûnus Dede’nin sohbetinde en ön saftaydı. Baktı yanında amcası Turgut Bey vardı. Kendisinden önce gelmişti. Sevindi. Safın diğer ucunda da Nasipli Şevket’i gördü. Nasıl da huzurla oturuyordu. Bir daha sevindi. Sohbet başlamadan gönlüne şu cümle düştü:
“–İşte gerçek ilim bu hakikat! İlmin gayesi bu olmazsa, neye yarar? Tilki Şevket’i, Nasipli Şevket hâline getirmeyince ilim, boş bir hamallık değil mi?”
O sıra Yûnus Dede, her zamanki gibi vakûr bir edâ ile kürsüye çıktı. Üç İhlâs, bir Fâtiha’dan sonra huzur ile sohbete başladı:
“Muhterem kardeşlerim,
İlim tek başına kuru bir tohum gibidir. Onun yeşermesi takvâ enerjisi ile ihlâs ile mümkündür. Nasıl ki insanın içinde can olmazsa bu beden mülkü hiçbir şeye yaramaz. İlmimizde ve amellerimizde de ihlâs denilen can olmazsa, onlar da hiçbir şeye yaramaz. İnsan; kuru lâkırdı ve boş saplantıların arasında boş dedikodudan, şeytanca çene çalmaktan başka bir şey yapmaz.
İllâ ihlâs, illâ takvâ.
Çünkü İslâm, takvâ dînidir. Takvâ, ilm-i nâfîi koruyan yegâne zırhtır. Takvâ zırhı olmayan her ilim, eninde sonunda şeytanın okları ile delik deşik olur.
Bu bakımdan İslâm’ı önce takvâ ile idrâk gerekir. Yoksa lügat kuruluğunda bir din anlayışı ortaya çıkar ve gönülleri girdaptan girdaba savurur.
İhlâs ve takvâ şart. Çünkü İslâm;
İlim ve hikmet dînidir. Cahiller dîni değildir. Hele bilgili cehâlet dîni hiç değildir. Bilâkis İslâm, her türlü cahilliği ve devr-i cehâleti kaldırmak için gönderilmiş en son ve en mükemmel bir dindir. Nitekim Allah’tan hakkıyla korkup takvâ üzere yaşayabilme şartının ilim olduğu sadedinde;
“Allah’tan (hakkıyla) ancak âlim kulları korkar!” (Fâtır, 28) buyurulmuştur.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in;
“Âlimin âbide üstünlüğü, benim, içinizden en alt seviyede olana üstünlüğüm gibidir…” (Ebû Dâvûd, İlim, 1) beyânındaki âlim, Allah’tan korkan, ihlâs ve takvâ âbidesi olan âlimdir.
Bu bakımdan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- yine buyurmuşlardır ki:
“Kim dünyada ilmini artırır da zühd ü takvâsını artırmazsa, o kimse ancak Allah’tan uzaklığını artırır.” (Kenzü’l-İrfân, 62)
Çünkü ihlâs ve takvâ olmayınca ilim yolcusu, şeytanın tuzaklarına müsait hâle gelir. Hele şeytan sağdan yaklaşırsa, takvâsız kimsenin o tuzağa düşmemesi mümkün değildir. Çünkü iblis, Hazret-i Âdem’e secdeye davet edilip de, azıtınca, Hakk’ın huzûrunda küstahça şöyle konuşmuştu:
“And içerim ki, onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” (el-‘râf, 16-17) Şeytanın sağdan yaklaşması, iyi, güzel bir şey tavsiye edecekmiş gibi bir hileye başvurmasıdır.
Şairin dediği gibi:
Veremez vesvese zâlim olacaksın diyerek,
Başlar iblis söze, âlim olacaksın diyerek.
Sandırıp zulmeti nîmet, düşürür cennetten,
Yem eder fâniye, dâim olacaksın diyerek… (Seyrî)
Yani her hâlükârda ihlâs ve takvâ şart. Çünkü İslâm bu eksende;
Ruhları besleyen bir ibâdet dînidir.
Yine ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
Bir rahmet dînidir. Beşeriyet nice günah ve gaflet çukurlarında bocalarken onlara yaptıklarının karşılığı olarak helâk ve hüsrandan ziyade rahmet ve af kanatlarını açarak saâdet iklimine çekmeye gayret eder.
Yine ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
Bir merhamet dînidir. Rahmetle hemen hemen aynı mânâya gelen merhamet, İslâm dîninin en mühim temel husûsiyetlerindendir. Öyle ki, Kitâbullâh’ın serlevhası olan «Besmele»de Cenâb-ı Allah, lâfza-i celâlinin yanında merhamet husûsiyetini ifade eden Rahmân ve Rahîm kelimelerini zikretmiş, ardından ilk sûre olan Fâtiha-i Şerîfe’nin ikinci âyetinde de aynı esmâ-yı ilâhiyyesini tekrar eylemiştir.
Yine ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
Mantık dînidir. İslâm; akıl ve mantık mahsûlü değildir, ancak onları da yaratan yüce Mevlâ tarafından gönderildiği için akıl ve mantığı en güzel ve doğru şekilde yönlendirip insan muvâzenesini mükemmel bir sûrette temin eder.
Yine ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
Muhabbet ve aşk dînidir. İslâm, sadece akıl ile gönle yol aldırmaz. Zira akıl, nice faydasına rağmen bazen de vuslata uzaktan tercüman olmaya kalkarak insanı hedefe götürmez ve vesveseler girdabında bocalatır. Dolayısıyla onu muhabbet ve aşkın emrine vermek, aşk parlaklığı ile parlatmak zarureti vardır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Bahtı yâver ve tâlihli kul bilir ki, kuru kuruya akıl ve zekâ taslamak iblisten, onu aşk ile yoğurarak muhabbet ile Hakk’a yürümek ise Âdem’dendir! Aşk gemiye benzer. Gemiye binen kişinin âfete uğraması nâdirdir. Çok defa kurtulur.”
Filozoflar gibi aklı aşksız olarak kendilerine kılavuz edenler, zamanın esiri, kuru aklın putperesti olurlar. Oysa akıl, Hakk’ı aşk sayesinde tanıyabilir. Aşka gelince, aklı o, sadece bir vasıta olarak kullanır.
Ashâb-ı kiram, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in her arzusuna;
“Anam, babam ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek hayatı, aşk ve heyecan dolu mânevî ve müstesnâ bir iklim içinde yaşadılar.
Çünkü ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
Bir gönül dînidir. İnsanların gönül âlemlerini tezyîn eder.
Yine ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
Bir denge dînidir. Hiç şüphesiz İslâm’ın en büyük husûsiyetlerinden biri onun yapısındaki ulvî dengedir. Cenâb-ı Hak, şu kâinâta nasıl müthiş ve mükemmel bir denge koymuşsa, aynı dengeyi beşeriyyete gönderdiği dîn-i mübîne de koymuştur. Bu bakımdan İslâm’ın hangi tarafı ele alınırsa alınsın, müstesnâ, mûtenâ ve ulvî bir ilâhî denge karşımıza çıkar.
Yine ihlâs ve takvâ ekseninde İslâm;
En yüce ahlâk dînidir. Mahlûkât arasında zirve varlık insandır. İnsan Allâh’ın halîfesidir. Cesedi topraktan yaratılmış, içine Rabbin kudretinden bir sır üflenmiştir. Kur’ân-ı Kerim, insana hitâb ederken o cevhere dikkat çeker. O cevherin nefs engeli ile kirlenmemesini arzu eder. Yani kulun, nefsin menfîliklerinden sıyrılıp yüce bir ahlâka bürünerek kalb-i selîm ile Cenâb-ı Hakk’ın davetine icâbet etmesini ister.
İslâm’ı bu gerçekler etrafında anlamayanın; ilmi ve îmanı yaralıdır, aklı ve kalbi hastadır. Ona lâzım olan ilâcı şu kıssa ne güzel anlatır:
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ilâç yaparken rastladığı bir hekime:
«–Ey tabip! Sende benim hastalığıma da ilâç var mı?» dedi.
Hekim sordu:
«–Hastalığın nedir?»
Bâyezid Hazretleri;
«–Günah ve gaflet hastalığı…» cevabını verdi.
Hekim ellerini iki yana açarak;
«–Ben o hastalıkların ilâcını bilmem.» dedi.
O esnada orada bulunmakta olan meczub bir genç söze karışıp;
«–Baba, senin hastalığının ilâcını ben biliyorum.» dedi.
Bâyezid Hazretleri de sevinçle;
«–Söyle ey delikanlı!» dedi.
Halkın meczub gördüğü, ancak hakikatte bir ârif olan genç, günah ilâcını şöyle tarif etti:
«–On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhid tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..»
Bunları dinleyen Bâyezîd-i Bistâmî, içini çekti ve;
«–Senin gibi âriflere mecnun diyerek kendilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!..» dedi.
Velhâsıl kardeşler,
Bütün mesele bu ilâcı da ihlâs ile içebilmek.
Yani;
İlimde, irfanda, akılda ve ruhta en lâzım hakikat, ille takvâ ille ihlâs…
Hulâsa;
İhlâs olmazsa, hiçbir şey tam olmaz.”
Sohbet bittiğinde Orhan, gönlündeki fırtınaların çoğunu bertarâf etmişti. Aldığı cevaplar karşısında aklı da kalbi de ferahlamıştı. Şükür hâlinde Yûnus Dede’nin huzûruna çıktı. Edeple derdini anlattı. Yaşadıklarını anlattı. Bulunduğu ortamı anlattı. Aklından geçen «acaba»yı sordu.
Yûnus Dede, yine bir dolunay gibi tebessüm ederek baktı, sonra tane tane şunları söyledi:
“–Evlâdım! Allah; insanları irşad için onların en akıllı olanlarını, en ihlâslı ve takvâlı olanlarını seçmiştir. Peygamberler, toplumlarının zekâdan türlü kabiliyete kadar her bakımdan en üstünü idiler. Çünkü ilâhî ilimler yücedir. Yüce ruhlar ancak onları taşıyabilir, onların hakkını verebilir. Ehli olmayanların elinde hazineler ziyân olduğu gibi, ehli olmayanların elinde ilim de irfan da ziyan olur, zarara dönüşür. Halk ağzında bunun tesbiti şöyledir:
«Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder.»
Dolayısıyla;
Zamanımız insanları bunu tam idrâk etmeli. Maalesef bu idrak günümüzde çok zayıf. Ebeveynler ve eğitimciler, ekseriyetle, çocuk çok zeki ve çaplı ise hemen popüler ve menfaat eksenli yerlere gönderiyorlar, fakat seviyesi düşükse dînî sahalara yönlendiriyorlar. Böyle olunca iki tarafta da tıkanma yaşanıyor. Hâlbuki tam tersini yapmak lâzım. Çünkü İslâm’ı temsil, yüksek ruhların işi. İhlâs ve takvâ erbabının mutlak vazifesi. Peygamber emânetini güçlü ve ehliyetli omuzlar yüklenmeli.
Orhan evlâdım,
İblis, meleklerin hocası iken ihlâssız ve takvâsızlığı sebebiyle kahroldu gitti. İlmi ona ancak ziyanlık verdi.
Rabbim seni bu hususta muhafaza eylesin. İlmin tuzaklarından uzak tutsun. Bilginin âfetlerine karşı ihlâs zırhı ile yaşatsın.”
Orhan, aklındaki son kilidi de çözmüştü. Bir yandan «acaba»sının mahcûbiyeti, bir yandan kendisine verilen değerin mahfiyeti, bir yandan da böyle bir vazifeye mazhar olmanın şükür ve memnûniyeti içinde cân u gönülden;
“–Âmîn efendim…” dedi.
Anlamıştı ki, vazifesi sadece diploma almak değildi. Gönüldeki tezkiyeyi, eğitimde de yapmalıydı. İlimde de tezkiye yapacak kıvâma gelmeliydi. İrşad mektebini ihlâs ile tezkiye ve tezyîn etmeliydi. Kalbinin derinliklerinden tekrarladı:
“–Âmîn…”
Şuur tazeledi:
“–İlim mi, ihlâs olmazsa, asla!”