ŞEB-İ ARÛS (Düğün Gecesi) VARLIĞIN SIRRI: MUHABBET

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Varlığın temelinde muhabbet vardır. Cenâb-ı Hak, kâinâtı muhabbetle donatmıştır. Bu muhabbet; istîdatları nisbetinde her şeye, her varlığa intikal etmiş, hayatın medârı olmuştur.

Muhabbet olmasaydı; hiçbir mahlûk arkasından gelecek nesle bakamazdı, yetiştiremezdi. Ancak muhabbet sayesinde bir anne kedi; kendisi aç da kalsa yavrularına sütünü verir, onları temizler, muhafazalı bir yere taşır, canı pahasına tehlikelerden korur.

Bizlere kahr-ı ilâhîyi ihtar eden yılan, akrep gibi mahlûkat bile muhabbet sırrından mahrum değildir. Bir yılan dahî yavrusunu bakarak büyütür. Akrep, yavrularını sırtında taşır.

İbret nazarıyla bakıldığında; zerreden kürreye, nebâtattan cemâdata, her şeyde muhabbet ve bu uğurda fedâkârlıktan ibaret bin bir tecellî temâşâ edilir.

Çekirdeğin etrafında pervâne olan elektron, nötron ve protonlar… Güneşlerin, yıldızların etrafında Mevlevî dervişleri gibi semâ eden gezegenler…

Çiçek açmak, meyve vermek, cemal tecellîlerine mâkes olmak muhabbetiyle; bir ömür kıyamda duran, kışın duâ hâlinde üryan bir yapı, yazın cömert, ehl-i hizmet bir hayrat âbidesi hâlinde ağaçlar…

Çağlayarak deryaya koşan ve geçtikleri her yerde baharlar bırakan nehirler… Hiç görmedikleri vatanlarına, kıtalar aşarak hicret eden göçmen kuşlar… Her an, mes’ûlü bulunduğu mahlûkatın gıdasıyla, ısınmasıyla, aydınlatılmasıyla meşgul güneş… Vücudun hayâtiyetini sürdürmek için; bir ömür hiç mola vermeden, dinlenmeden çalışan kalp…

Bütün bunlar; Cenâb-ı Hakk’ın, varlığın mayasına ikram ettiği muhabbetin tecellîleridir. Tabiat kanunu, sevk-i tabiî (içgüdü) deyip geçmek, bütün bu muazzam sistemlerin müşterek noktası olan muhabbete âmâ kalmak demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın ahsen-i takvîm üzere, tekrîm buyurarak, yeryüzünde halîfe kılmak, Zâtının şâhidi olmak üzere yarattığı insanın muhabbet ile imtihanı ise; çok daha yüksek ölçüler içerisindedir.

MUHABBET İMTİHANI…

Ünsiyet vasfıyla öne çıkan insan varlığında, arzu ve iştihâların merkezi hükmünde bir nefis; ilâhî nefhanın hâtırası, ulvî âlemlere hasret ve iştiyak merkezi vasfında bir ruh; bir de ülfet ve muhabbetlerin merkezi mâhiyetinde bir kalp mevcuttur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Nefsânî arzulara; (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara câzibeli kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

İnsanın fânî cihanda birtakım varlıklara meyyal yaratılması, onun en mühim imtihanıdır.

Allah Teâlâ; varlığı, bilinmeye muhabbet ettiği için yaratmıştır. Zâtını tanıma istîdâdını ise en yüksek seviyede insana lutfetmiştir. Bir başka ifadeyle insanın hilkat sebebi, mârifet ve «muhabbetullah»tır.

Bezm-i Elest’ten, kıyâmet meydanına bir yolculuk hâlindeki insanın; dünya durağında, fânî muhabbetlere kapılması ne acı, ne fecî bir israftır!

Mevlânâ Hazretleri, kulun bu gafletini ne kadar ibretli bir misalle ifade eder:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır!..”

Muhabbetin lâyıkından başka yerlere sarf edilmesi; pırıl pırıl bir pınarın bir bataklığa, bir mezbeleliğe dökülmesi kadar fecîdir.

Nihayeti Hakk’a varmayan, sonu O’na ulaşmayan; yanlış adreslerde aranıp, çıkmaz sokaklarda hebâ edilen bütün fânî muhabbetler, ruh için beyhûde bir yorgunluk ve sıklet sebebidir.

Fânî muhabbetlerin yegâne bâkî sevgi olan «muhabbetullâh»a birer vasıta, birer basamak hükmünde olduğu idrâk edilerek, hepsi gönülden çıkarılmalıdır. Bütün sevgi ve alâkalar hakikî adresine tevcih edilmelidir. Kalp; alelâde bir cam iken, ancak bu tezkiye ve tasfiye neticesinde, kristalleşmeye başlar. Ancak bu şekilde ilâhî nûrun tecellîsine lâyık bir elmas; hem bozulmamış, lekelenmemiş asil cevheri, hem titiz bir takvâ işçiliğiyle, mükemmel bir pırlanta hâline gelir. Vuslat pırıltıları, ancak bu pırlanta kıvâma gelebilmiş bir kalpte ışıldar. Yani;

SELÎM BİR KALP…

Kur’ân-ı Kerim’de bu vasfa kalb-i selîm; arınmış, selâmet bulmuş, temiz bir kalp adı verilmekte ve şu âyet-i kerîmede uhrevî kurtuluşun yegâne çaresi olarak bu kıvam gösterilmektedir:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلٖ۪يمٍ

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

Bu kıvâmı elde edebilmek için; nefsin tezkiyesi, yani imtihan sırrı olarak nefse ilhâm olunmuş fücûrun bertarâf edilip, rûhânî istîdâtların inkişâf ettirilmesi zarurîdir ki, bunun bir adı da takvâdır.

Takvânın ana malzemesi muhabbettir. Muhabbeti lâyıkına kullanabilme kabiliyeti ve gayretidir.

İnsanın fânî muhabbetlerden tamamen uzak durması, onlara tamamen sırt çevirmesi; meselâ hiç evlenmemesi, devamlı oruç tutması, dünya maîşetini kazanmak yolunda hiçbir gayret göstermemesi gibi hâller; muhabbette de bizler için en zirve örnek olan Allah Rasûlü’nün müsaade etmediği hususlardır. Bunlar bu konuda kolay yolu seçmektir. Hâlbuki, doğru olan, Allah Rasûlü’nün yaşayarak öğrettiği usûldür:

MUHABBETLERİ AŞK-I İLÂHÎYE BASAMAK EYLEMEK…

Kalbin, fânîye meyletmesi israftır. Bu meyli müsbet yönde değerlendirmenin yolu, kalbin bu israfları bertarâf etmesi; onları aslî muhabbete, yani «muhabbetullâh»a götüren bir basamak hâline getirmesidir.

Bütün muhabbetler, çift taraflıdır. İki tarafı da keskin bir bıçağa gösterilmesi gereken ihtimamı ve dikkati gerektirir.

İnsan; fıtrî ve tabiî olarak aile efrâdına, evlâtlarına muhabbet besler. Ancak bu muhabbetin iki tarafı vardır.

Nice bedbaht, aile efrâdını memnun etmek için uhrevî hayatını mahveder. Onları daha müreffeh yaşatmak için fâize, haram kazanca ve irtikâba dalar. Onların rahatına kıyamadığı için; onların dînî, ahlâkî terbiyelerine cesaret edemez. Onlar çile yaşamasın diye, hem kendisini hem de onları; uhrevî, ebedî çilelere dûçâr eder.

Bu, aile ve evlâda beslenecek muhabbetin menfî tarafıdır.

Hâlbuki, kişi aile ve efrâdına beslediği muhabbeti, âhiret ufuklarına taşırsa; «Bu dünyada beraber olduğum aile efrâdımla, ukbâda da birlikte olayım, ne ben ne de onlar kabirde de mahşer yerinde de tenhâda kalmayalım, perişan olmayalım…» arzu ve endişesiyle hareket ederse, bu teşvik ile; onlara helâl lokma yedirme gayretine gayret katarsa, onların terbiye ve ahlâkına dikkat ederse, yani Kur’ân ve Sünnet muhtevası içinde yaşar ve yaşatırsa, özü itibarıyla fânî bir muhabbet, ebedî bir neşve kazanmış olur. Aslı itibarıyla tabiî, fıtrî bir muhabbet; ulvî bir gayeye teşvik eden muharrik bir kuvvet hâline gelir.

Zaten ailenin özü de bu kıvâmı elde etmek içindir. Çünkü aile yapısı ile İslâm, nefsânî bir hayatı rûhânîleştirerek ilâhî muhabbete bir basamak hâline getirir. Zinâ ile nikâh arasındaki fark budur. Biri nefsi cehennem zebûnu eyler, diğeri cennet tûbâsı eyler.

Maddiyat da öyledir:

Meselâ para; bütün maddî arzuları temin vasıtası olarak nefsin çok sevdiği, istediği bir şeydir. Bu niyetle sevilirse insanı felâkete götürür. Niceleri, fakir iken, yasakları işleyecek imkânı yokken mazbut bir hayat sürer; fakat maddî varlığa erişince iradeleri elden çıkar. Tıpkı Kārun gibi.

Hâlbuki, maddî güce sahip olmayı, hâlis bir şekilde; Allah için, mahrumların gönlüne gireceğim, mazlumlara hidâyet götüreceğim diye arzu ederse; bu temâyül ilâhî muhabbete vasıta olur. «Garipler, yalnızlar, kimsesizler, benim durumumdan aşağıda bulunanlar bana zimmetlidir. Helâlinden bol kazanarak, onlara olan hizmetimi artırayım.» düşüncesiyle kazancın peşinden koşan; hakikatte, maddiyatı gönlüne sokmayan, onu sadece bir malzeme gören bir şahıs hâline gelir. Sahâbeden Hazret-i Ebûbekir, Osman, Abdurrahman bin Avf Hazerâtının hâllerinden hisse alır.

Dikkat edilmesi gereken husus, bu niyetin bir bahane değil, hâlis-muhlis olmasıdır.

Makam ve mansıb iştiyâkı da böyle iki taraflıdır:

Nefsin kibir ve ucub (kendini beğenme) gibi çirkin ve Hakk’ın gazabını davet eden sâiklarıyla makam ve mevkî isteyen kişi; fânî girdaplarda, firavunların, hâmânların peşinde boğulur.

Liyâkat ve emniyetlerinden halkın emîn olduğu kişilerin; Hakk’ın halîfesi, hak ve adâletin tesis edilmesinin mes’ûlü, mazlumların imdadı olmak şuuruyla, vazife aşkıyla birtakım vazifelere talip olmaları ise, «halka hizmet, Hakk’a hizmet» düstûruyla, fânî bir sevki, bâkî bir şevke çevirir.

Bu hususta fıtrî farklar da mühimdir. İbrahim bin Edhem -kaddesallâhu sirrahû- gibi zâtlar; tâcı, tahtı, sarayı terk ederek «muhabbetullâh»a vâsıl olurken; enbiyâdan Hazret-i Süleyman eşsiz bir hükümranlık için Hakk’a duâ etmiş; Hazret-i Yûsuf, mâliye nâzırlığını talep etmiş; Ömer bin Abdülaziz, Fatih Sultan Mehmed Han gibi zâtlar da ümmetin maslahatı için tahtlarından ferâgat etmemek fedâkârlığını göstermişlerdir. Onlar makam ve mevki sahibi olma arzusunun insana verebileceği, kibir, ucub (kendini beğenme), zulüm, sefâhat gibi fecâatlerden korunmuş; hattâ devirlerinde yaşayan insanlara, tevâzu, adâlet ve takvâ nümûnesi olmuşlardır.

Misaller çoğaltılabilir. Meselenin özü, kişinin kalbinin hissiyâtını murâkabe altında tutması, esas itibarıyla kalbinde Hak aşkından başka hiçbir fânî sevgi ve alâka bırakmaması, birtakım temâyülleri de, «muhabbetullah»ta derece kazanmaya bir basamak hâline getirmesidir. Bu kalbin en zor işidir. Muhabbeti lâyıkına kullanmak;

KALBİN EN BÜYÜK SANATI

Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi, kalp; insanın maddî ve mânevî varlığının en mühim, en temel merkezidir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de dâimâ kalbe dikkatleri çevirir.

Kur’ân-ı Kerim; günaha bulanmış, fânî meyiller peşinde fısk u fücûra dadanmış bedbahtların kalplerinde hastalık ve eğrilik olduğunu; böyle kalplerin şeytanın vesveselerine, yalancı süslemelerine açık hâle gelerek, küfür ve günahı âdetâ içtiğini; sonunda böyle kalplerin, fıtratlarında bulunan hassâsiyeti kaybederek paslandığını, mühürlendiğini, perdelendiğini, kilitlendiğini, gaflette ısrar ile taşlardan daha ziyade katılaştığını; neticede bu kalplerin anlayışsız, idraksiz, cahil, zalim, tarafgir, korkak, kibirli, nifak, riyâ ve tefrika içinde çatallanmış, hakikate karşı alaycı, şüpheci ve kör hâle gelerek ahmaklaştığını beyan buyurur.

Bütün bu rezil, alçak vasıflardan temizlenmeden Hakk’a vuslat mümkün değildir. Kalbi bu uçurumlara sevk eden, fânî ülfet ve ünsiyetleridir. Fânî ve süflî arzuları ve sevgileridir.

Cenâb-ı Hak, râzı olduğu kalb-i selîm ve kalb-i münîb vasıflarıyla zikrettiği gönlü tarif ederken; Cenâb-ı Hakk’ın adı zikredildiğinde ürperen, titreyen, müttakî, hassas, rakîk, eğilip bükülmeyen, Hak’tan gayrısına meyletmeyen, bağlı, sağlam, sebatkâr ve Allâh’ı zikretmekle mutmain, huzur dolu kalpleri metheder.

Böyle kalplere Cenâb-ı Hak, îmânı sevdirmiş ve bu kalpleri îmânî hakikatlerle tezyîn etmiştir. O kalplere; inkâr, fısk ve isyana karşı bir nefret vermiştir.

Böyle bir kalp kıvâmına erişen insan; rûhânîleşen varlığıyla melekût âlemine, Hakk’ın vuslatına kanatlanıp uçmak ister. Ölüm artık, bu vuslatın mecburî bir kapısı hâlindedir. Bu seviyeye vâsıl olan Hak dostları ölüme; vuslat ânı, düğün gecesi demişlerdir. Hazret-i Mevlânâ’nın tabiriyle;

ŞEB-İ ARÛS

Hazret-i Mevlânâ; Selçuklu medreselerinde ikinci bir İmâm-ı Gazâlî seviyesine ulaşmış, sâkin bir âlim, zühd içinde yaşayan bir müderris idi. Hâlbuki onun rûhunda meknûz bir okyanus vardı. O ummânı harekete geçirme, coşturma vazifesi, Şems-i Tebrizî’ye verilmişti.

Hazret-i Mevlânâ’yı; «Hamdım, piştim, yandım!..» diye hulâsa ettiği bu yolculuğa, Hazret-i Şems’in dostluğu, muhabbeti ve sohbeti eriştirdi.

Hazret-i Şems;

Hazret-i Mevlânâ’nın ummanlar hâlindeki gönlünü bir aşk kibritiyle tutuşturdu. Meknuz bir irfan okyanusunu, aşk aleviyle coşkun ve mâruf bir hâle getirdi.

Dostluğuyla, fânîden Bâkî olana ulaştırdı.

Kayboluşuyla da; vuslatı zıddıyla, yani firkatle anlattı, yaşattı.

Böylece Hazret-i Mevlânâ;

Rûhunun dilinden anlayan yegâne dostun, yani Şems’in hasretiyle yanıp kavrulurken; artık çekiç sesinde bile Hakk’ın zikrini duyuyor ve vecd ile kendinden geçiyordu. Eriştiği hâl ve makamı;

“Ölü idim; dirildim… Gözyaşı idim; tebessüm oldum… Aşk deryasına daldım; nihayet bâkî olan devlete eriştim…” sözleriyle ifade eden Hazret-i Mevlânâ; Hüsâmeddin Çelebi’nin dostluğuyla ise, Mesnevî ile bülbüller gibi aşkı ve hikmeti dile getirdi. Âşık gönüllerin rehberi olan müstesnâ bir rehber vücuda geldi.

Kalbi bu muhabbet sanatında zirveye ulaşan Hazret-i Mevlânâ, eserleriyle de bu hakikatleri öğretti.

MEVLÂNÂ’DAN MUHABBET ÎKAZLARI:

Bedenî iştihâların pençesine düşenlere:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da; gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”

Mal ve mülk muhabbetine kapılanlara:

“İnsana ne oluyor da altının ve dünya malının kölesi oluyor? Hak yolunda harcanmayanlar nedir? Neyi ifade eder? Dünya malının esiri olarak onun kapısında yılan gibi kıvrılıp yerlerde sürünmek zilleti, insanı göklere eli boş gönderen bir sefâlet sebebi değil de nedir!..”

“Mala, mülke fazla sarılma ki; vakti gelince kolayca bırakabilesin! Hem kolayca verip gidesin, hem de sevap kazanasın! Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki; evvel de O’dur, âhir de O’dur. O’nu bulmak istiyorsan, gönül gemini batıracak ne kadar nefsânî sıkletler varsa içinden çıkarıp at ki, murâdına nâil olasın.”

Makam-mevkî muhabbetine kapılanlara:

“Hazret-i Musa’ya îmân ettikleri için Firavun tarafından işkenceyle ölüm cezasına çarptırılan sihirbazlar şöyle dediler:

Ey Firavun! Allâh’ın lutfu bize öyle bir sultanlık verdi ki, senin saltanatın bizimkinin yanında hiç kalır. Çünkü bu sultanlık, seninki gibi gelip geçici değildir. Bunun için bizler de Habîb-i Neccâr gibi; «Keşke kavmimiz bunu bilseydi!» diyoruz.”

“Ey Firavun! Mısır ülkesinden el çek; gönül Mısır’ında yüzlerce Mısır var!”

Bir muhabbet çağlayanı olan Hazret-i Mevlânâ’nın terennüm ettiği aşkın; İslâm’ın, Kur’ân’ın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in davet ettiği ilâhî aşktan başka bir şey olmadığını iyi bilmek gerekir. Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’nin girişinde şikâyet ettiği gibi, onun içli sadâsını dinleyen herkes, onun gayesini idrâk edememekte; kimileri nefislerine hoş görünecek şekilde, onu; hümanist bir filozof, sadece insan sevgisini dile getiren bir şair, bir mütefekkir olarak göstermeye gayret etmektedirler. Hazret-i Mevlânâ, bu tahrif gayretkeşliklerine de asrından şöyle cevap vermiştir:

“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed Muhtâr -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikametin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa; o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”

Bu mısralar, aynı zamanda bir hakikatin de tercümanıdır: İlâhî aşkın, «muhabbetullâh»ın şartı:

PEYGAMBER SEVGİSİ

İlâhî muhabbete götüren en doğru ve kestirme yol; Allâh’ın Habîbi, Efendimiz Muhtâr -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetten geçmektedir. Bu muhabbetin tezâhürü ise O’na itaat etmektir. “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” düsturu ve; «Kişi sevdiği beraberdir.» hadîsi muktezâsınca, Peygamber Efendimiz’e her bakımından bağlılık ve itaat şarttır. Zira bu bağlılık ve itaat, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini teşkil eder. Muhabbetin ölçüsü, o sevginin kişiye yaptırabildiği fedâkârlık ve gayret ile mîzân edilir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan muhabbet; ibâdetlere huzur, beşerî davranışlara nezâket, ahlâka incelik, gönüllere rikkat, sîmâlara nûrâniyet, lisanlara rûhâniyet, nazarlara derinlik olarak akseder. Zira bütün bu güzelliklerin tahsil edileceği en feyizli menbâ, Peygamber Efendimiz Muhtâr -sallallâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Hakikaten gönüller; ancak o Varlık Nûru’nun rûhâniyeti etrafında aşk ile yanan bir pervâne hâline geldiğinde, O’nun gönül ikliminden ilâhî aşk dersini kâmil mânâda tahsil edebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz’e olan muhabbetimizin derecesini mîzân etmemiz için Mevlânâ Hazretleri, kâinattaki muhabbet tecellîlerinden birkaçını şöyle misal verir:

“Aşk uğrunda nice pervâne (kelebek) ateşe atıldı. Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp kavruluyordu da hâl lisânıyla; «Sen de benim gibi ol!» diyordu.”

“Mum, hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ızdırâba vermişti. Fakat gözleri yaş dökerken etrafa ışık saçıyordu. Yine o mum; «Bu dünyada kazanç elde etmek için altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan, benim gibi yanmaya, erimeye bak!» diyordu.”

Sahâbe-i kiram, Allah ve Rasûlü’ne muhabbette pervâneleri kıskandıran fedâkârlıklarda bulundular. Mumlar gibi eridiler, yıldızlar gibi parladılar. İşte onlardan biri:

SEVBÂN -radiyallâhu anh-

Sevbân -radiyallâhu anh-; Yemen taraflarından esir olarak getirildiği Medine’de, Efendimiz sayesinde hürriyetine kavuşmuş, memleketine dönmesine izin verildiği hâlde Efendimiz’den ayrılmayarak, suffe ashâbı arasında kalmıştı. Hayatı, Efendimiz’in hizmetlerinde pervâne olmak, O’nun sohbetinde bulunmak, hadislerini ezberlemek, yaşamak ve nakletmekle geçti. Onun dünyada bir dikili ağacı bile yoktu. Hiçbir zaman başka bir muhabbet, başka bir alâka onu cezbetmedi. Vuslatın, ilâhî muhabbetin zevki onda her şeyi sıfırladı.

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bir sohbetinde Sevbân -radiyallâhu anh-, Habîbullâh’a pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Pek ıstıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun bu hâli, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in dikkatini çekti. Merhametle sordular:

“–Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”

Sevbân -radiyallâhu anh-, bu iltifat ile daha bir çağıldayan sevdalı gönlüyle şöyle dedi:

“–Anam, babam ve bu canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!

Sen’in hasretin beni öyle yakıp kavurmakta ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an, bana bir başka hicran… Ayrılığın acısı dünyada böyle olursa ya âhirette nice olur!..

Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız.

Benim ise ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, Sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Sevbân ile birlikte ashâb-ı kirâmdan da zaman zaman vâkî olan bu ve benzeri hicranlı sözlere ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin muhabbet ve aşk kervanının yanık gönüllerine sürûr dolu bir müjde sadedinde şöyle buyurdular:

اَلْمَرْءُ مَع مَنْ اَحَبَّ َ

“Kişi sevdiği ile beraberdir…” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)

Ashâbının ve kıyâmete kadar gelen Hak dostlarının gönlünde böyle muhabbet kandilleri tutuşturan Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- de, ilâhî muhabbetin en zirve tecellîsidir. Efendimiz son nefeslerinde «Refîk-ı Âlâ’ya / Yüce Dost’a» buyurarak; Mevlânâlar gibi nice Hak dostlarının Şeb-i Arûs çerâğını tutuşturmuşlardır.

Hak dostlarının büyüklerinden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de; ilâhî muhabbete, fânî muhabbeti basamak eyleyebilen, bu sanatın üstadlarındandır. Onun muhabbeti hizmettir:

MAHLÛKATA ŞEFKAT VE MUHABBET…

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; hocası Emir Külâl Hazretleri’nin şu muhabbet telkinleriyle, hizmet yolunda terakkî etmiştir:

“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçokları; tam bir kalp huzûru, tevâzû ve eziklik içinde yaşayıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”

Bu hakikati veciz bir şekilde bir başka Hak dostu olan İsmail Atâ -kaddesallâhu sirrahû- şöyle dile getirir:

“Güneşte gölge ol, soğukta kaftan ol, açlıkta ekmek ol.”

Nitekim Şâh-ı Nakşibend; intisâbının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan «hiçlik» hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hattâ insanların gelip geçtiği yolları temizleyerek tam yedi sene kâbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır.

Muhabbetin önündeki en büyük engel; kişinin nefsidir, benliğidir. Benliğinden geçmeden, sevdiğinde fânî olmadan, gerçek sevgiye ulaşılamaz. Hak dostlarının ömürleri, fenâ-fillâh ve bekā-billâh yolculuğudur.

Bu hiçlik makamının güzîde misâli Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir gün talebelerine sohbette bulunuyor ve şu kıssayı anlatıyordu:

“Nakledildiğine göre Şeyh Ebu’l-Abbas Kassâb Hazretleri’ne;

«–Sizin cenazeniz götürülürken önünüzde hangi âyeti okuyalım.» diye sorulmuş. Hazret de;

«–Âyet okumak büyüklere mahsustur, bizim için şu şiiri söyleyiniz.» demiş:

«Âlemde, dostun, Sevdiği’nin katına ulaşmasından (yani şeb-i arûs vasfında bir ölümden) daha güzel ne vardır?!.»”

Velîler kutbu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu kıssayı naklettikten sonra, tevâzu ve mahviyet içerisinde şöyle buyururlar:

“–Bu beyti okumak da büyüklerin kârıdır. Benim cenazemin önünde şu beyti okuyunuz:

«Müflis dilencileriz, Sen’in katına geldik. Allah aşkına bize Cemâl’inin güzelliğinden bir katre ihsân eyle!»”

Son nefese Hakk’a kulluk ve mahlûkata hizmet şuuruyla hazırlanan o hiçlik ve tevâzu âbidesi Şâh-ı Nakşibend Hazretleri son nefes hakkında şöyle buyurmuştur:

“Son nefeste ne ile olmak isterseniz, onunla meşgul olunuz.”

Yani son nefesimiz nasıl olsun istiyorsak, hayatımızın tamamını ona göre tanzim etmemiz elzemdir. Son nefesin vuslat olabilmesi için hayatımızın da bir vuslat iştiyâkı içerisinde geçmesi îcâb eder.

Son nefeste bize lâzım olan, şehâdettir; îmân üzere Hakk’ı zikredebilmektir. Bu sebeple bir ömür, zikir hâlinde, Hakk’ı hiç unutmayarak, ilâhî kameraların altında olduğumuzun idrâkinde olmak zarurîdir.

Bu idrâk içerisinde bir ömür geçiren Hak âşıkları, ilâhî aşka vesile olan üstadlarına da büyük bir muhabbet içinde olmuşlardır. Başta Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- olmak üzere, ilâhî muhabbetin ulvî rehberlerine muhabbet, iştiyak ve vefâ dolu mısralar yazmışlardır.

YANIK MUHABBET TERENNÜMLERİ…

Aslen hıristiyan olduğu hâlde, Hakîkat-i Muhammediye’yi idrâkin hazzına ulaşınca, gözü yaşlı bir mü’min ve yanık bir Peygamber âşığı hâline gelen Yaman Dede’ye talebeleri sordular:

“–Siz, niye Mevlânâ ve Mesnevî’den bu kadar çok bahsediyorsunuz?”

Cevabı şu vefâlı cümleler oldu:

“–Oğlum, benim elimden Hazret-i Mevlânâ tuttu. O, beni Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam az bile!”

Yaman Dede, Allah Rasûlü’ne kavuşmanın heyecanı içerisindeydi. Bu heyecanı şu yanık mısralarla dile getirdi:

Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..

İlâhî aşkı ve o aşkın mihmandârı olan Rasûlullâh’a muhabbeti, daha birçok yanık yürek dile getirdi. Rasûlullâh’ı rüyada görmek, mahşer yerinde şefâatine nâil olmak, O’nun havz-ı Kevserinden nûş edebilmek, cennette O’nunla beraber olabilen bahtiyarlar zümresine iltihak etmek hasretleriyle yanan, yandıkça kavrulan bu dertli sîneler, aşkın en güzel terennümlerini ifade ettiler.

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetiyle dopdolu, şeb-i arûsa müştâk içli bir şair olan Fuzûlî, bir gazelinde şöyle der:

Gül-î ruhsâruna karşu gözümden kanlu akar su,
Habîbüm fasl-ı güldür bu; akarsular bulanmaz mı?

“Yâ Rasûlallâh! Gül mevsiminde akan suların bulandığı gibi; Sen’in aşkından, Sana kavuşup kavuşamayacağımın derdinden, gül yüzüne karşı yalvarmaktan, gözümden kanlı yaşlar akıyor…”

Son devrin büyük meşâyıhından Muhammed Es‘ad Efendi -kaddesallâhu sirrahû- Hazretleri de Rasûlullâh’a duyduğu aşkın her ciheti saran ateşini, ne güzel ifade eder:

Tecellâ-yı cemâlinden, Habîbim nev-bahâr âteş!
Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“Habîbim, Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!..”

Onların yana yana vuslatı özleyişlerini, bu mısraları okuyuvererek anlamak mümkün değildir. Onların hakikî mânâsı, ancak onlar gibi aşk-ı ilâhî ummânına girmek ve o huzûrun derinliklerine süzülmekle mümkündür. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;

“Beni tam anlamak istersen benim gibi ol!”

Bu zevki; hissetmeyenin bilemeyeceğini, İbrahim bin Edhem Hazretleri ne güzel ifade ediyor:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek, o zevki tadabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Cenâb-ı Hak, fânî muhabbetleri kalpten tasfiye ederek, «muhabbetullâh»a birer basamak eyleyebilen Hak âşıklarının hâllerinden bizlere nasipler ikrâm eylesin.

Rabbimiz bizleri de, son nefeste;

“Ey huzûra ermiş nefs! Rabbinden hoşnut olmuş ve Hak rızâsına kavuşmuş olarak Rabbine dön! Hâlis ve sâdık kullarımın arasına, cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30) hitâbını işiterek, ölümünü bir vuslat ânı olarak yaşayan kullarından eylesin.

Âmîn!..