YAKIN AKRABALARI DAVET -1-

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

İslâm güneşinin doğuşundan bu yana üç yıl geçmişti. Bu üç yıl boyunca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başta olmak üzere ashâb-ı kirâmın münferit gayretleriyle îman halkası bir hayli genişlemişti. Bir yakınının daha İslâm’ı tercih edişine şahit olan yahut kendi kapısı çalınıp da îmâna davet edilen veya Kureyş’in şaşkınlık dolu bakışıyla ve yerli yersiz tepkisiyle karşılaşan birçok insan, Mekke’deki bu değişimin farkına varmış; artık mesele çoğu insan tarafından konuşulur hâle gelmişti. Nerede ise bütün herkes haberdar olmaya başlamıştı. İslâm, üçüncü yılını bitirip dördüncü yıla girince Allah Teâlâ Hazretleri yeni bir kapı açtı…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üç yıl boyunca bütün gayret ve çabasıyla birçok kişiye ulaşmış, yüzün üzerinde insan İslâm gülistanının nazlı gülleri olmuşlardı.1 Ancak kitle anlamında çok ciddî bir sonuç elde edilememişti. Sonucun istenilen seviyede olup olmaması; atılacak adımları belirlemede önemli bir kıstas olmakla birlikte, davet faaliyetine Allâh’ın istediği şekilde teşebbüs edilir ve adımlar bunun için atılırdı.

“Önce en yakın akrabalarını uyar! Mü’minlerden Sana tâbî olanların üzerine şefkatle, merhametle eğil! Sana isyan ederlerse; «Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.» de!”2

Bu ilâhî emir ile artık davet ve tebliğ, münferit ve gizliden gizliye değil; bundan sonra açıktan ve büyük kitleler hedeflenerek yapılacaktı.

Bu yüce ferman ile harekete geçen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hemşehrileri başta olmak üzere, bütün insanlığı cahiliyye bataklığından İslâm gülistanına, maddî ve mânevî saâdet yoluna davet edecekti.

Hayatı boyunca her yerde olduğu gibi, burada da hanımlar ve anneler sultanı Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- Annemiz devreye giriyordu. İslâm davetinin ana merkezi olan o sımsıcak ve samimî evini herkese açıyor ve bu kutlu evde davet yemeği tertip ediyordu. Üstelik bu ve benzeri davetlerin ardı arkası kesilmeyecek; gönülden gelen ikramlarla açılmaya çalışılan kapıdan, Allah dâvâsı adına girilmeye çalışılacaktı. Bundan dolayı Hazret-i Hatice Annemiz sürekli yemekler tertip edecek, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd de bu yemeğe insanları davet edip, onların hizmetlerine koşacaklardı.3

Kutlu evde kutlu hazırlık yapıldı. Peygamberler ve Gönüller Sultanı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yemek daveti için Hazret-i Ali’yi görevlendirdi. O günlerde 13’ünü bitirip 14’üne girmek üzere olan bu yiğit genç, kendisine verilen vazifeyi büyük bir incelik ve başarıyla yerine getirdi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her ne olursa olsun kendisine vahyolunan emri yerine getirmekle mükellefti. Bundan dolayı, fazla gecikmeden verilen talimatın gereğini yerine getirmeye koyuldu. Kendi evinde yemek ziyafeti verdi. Akrabalarına İslâm’ı tebliğ etmeyi ve davetini gerçekleştirmeyi bu ziyafet sırasında yapacaktı. Dostça bir ortamda gerçekleşen davette, göreceği tepkinin sert olmayacağını düşünüyordu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Mekke halkının hepsini bir yere toplayamayacağına göre, en yakınları başta olmak üzere Mekke’nin en önde gelenlerini davet etmişti.

İdarî, malî, siyasî, ekonomik, askerî her yönüyle Mekke’yi ellerinde bulunduran yönetici kadro, Peygamber daveti ile bir araya gelmişlerdi.

Amcaları başta olmak üzere yaklaşık kırk kişilik bir davetli topluluğu vardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sofraya Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd’in koyduğu etleri, kendi elleriyle parçalayıp paylaştırıyor ve misafirlerine bizzat ikram ediyordu. Yemek ile beraber içecekler de ikram edildi. Her şey, hiç görmedikleri şekilde bir izzet ve ikramla tamamlanmıştı.4 Gelenler, böyle bir yemeğin niçin tertip edildiğini ve sonunda nasıl bir sürprizle karşılaşacaklarını düşünmeye başlamışlardı. İşte tam bu sırada Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sözü alıp maksadını ifade edecekti ki, öz amcası Ebû Leheb ileri atılarak ortalığı bulandırdı:

–Görüyorum da, adamınız sizi iyi büyülemiş!

Böylesine nasipsiz bir girişin ardından, kendisini ebedî uçuruma yuvarlayacak cümleler kurmaya başladı…

–İşte bunlar, senin amcaların ve amcalarının çocukları! Sâbiîliği (sapıklığı) bir kenara bırak! Bil ki artık, kavminin sabrı taşmak üzere! Seni durdurmak da bana düşüyor! Sen sadece babanın oğullarıyla yetin! Şayet, üzerinde bulunduğun hâlde devam etmekte ısrar edersen; bil ki, Kureyş’in gençleri üzerine üşüşecek; Araplar da onlara destek verecektir. Akrabalarına senden daha kötü bir belâ musallat eden kimse görmedim ben!5

Bir anda ortalık buz gibi oluvermişti. Onca gayret ve incelik karşısında yapılan bu nasipsiz çıkış sebebiyle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birkaç kelime konuşma fırsatı bile bulamamıştı. Ebû Leheb, üstüne üstlük bir de hakaret üstüne hakaret etmiş, herkesin içinde Allâh’ın en sevgili kuluna ağza alınmadık sözler sarf etmişti. Öz amcaydı, ama bu çirkin hareketi ile «gayretullâh»a dokunacak bir çıkış yapmıştı…

Görüldüğü gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; İslâm’ı tebliğ etmek için akrabaları başta olmak üzere, Mekke’nin önde gelenlerini evine davet etmiş ve ev, davetlilerle dolup taşmıştı. Rasûlullah fırsatını bulup da İslâm davetini gerçekleştireceği bir an kollayıp durmuştu. Ancak göreceği tepkilerden çekiniyordu. Ebû Leheb’in yersiz çıkışı ile Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- davetini gerçekleştiremedi. Kendisine vahyolunan mutlak hakikatleri açıklayamadı. Karınları doyan davetliler bir müddet sonra kalkıp evlerine gittiler.

Rasûlullâh’ın Dâru’l-Erkam merkezli yürüttüğü davet faaliyeti ile yüzü aşkın insan İslâm ile şereflenmişti. Ancak davetin hedefi sadece Mekke halkına ulaşmak değildi. Daha ilk vahyolunan âyetlerle, İslâm’ın bütün insanlara hitap eden bir kapsayıcılığa sahip olduğu Rasûlullah ve mü’minler tarafından açıkça anlaşılmıştı. Bu sebeple, daveti canları pahasına devam ettirmeye ve birbirlerine destek olmaya kararlı bu küçük kitle, asıl hedefleri tüm insanlık olmakla birlikte; öncelikle Mekke’deki herkese ulaşmaya çalışmışlar, bire bir görüşme ve sohbetlerinde Mekkelileri İslâm’a davet etmişlerdi.6

Risâletin üçüncü yılının sonlarında davetin yeni bir safhası başlamıştı. “Önce en yakın akrabalarını uyar!” âyeti ile o güne kadar kısmen gizli yürütülen ve ferdî olarak gerçekleştirilen davetin, kitlelere yönelik davete dönüştürülmesi talimatı geliyordu. Yakın akrabaları uyarmak, diğer insanları uyarmaktan daha kolaydı. Davet ise zordan kolaya doğru değil, kolaydan zora doğru ilerlerdi. İşte bu yemek daveti bu amaçla tertip edilmişti. Ama nasipsiz amca, başkalarının nasiplenmesine de karşı çıkmış, güzelim ortamı berbat etmişti.

Peygamberler ve Gönüller Sultanı bu duruma çok içerlemiş olmasına rağmen, ümidini asla yitirmemiş, hemen yeni bir hazırlığa başlamıştı.

Hayatımızın hangi sahnesinde olursa olsun, plânladığımız ve ardından da başladığımız çok iyi bir faaliyette ilk etapta umulmadık bir olumsuzlukla karşılaşabiliriz. Bu durumda asla ümitsizliğe düşmeyecek, en olumsuz anlarda bile yeni çalışma plânları yapacak ve yeni yöntemler geliştirmeye çalışacağız. Peygamber Efendimiz böyle yapmıştı çünkü.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
______________________

1 İbn-i İshak, İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 257; İbn-i İshak, Kitâbu’l-Mübtedâ ve’l-Meb‘as, c. 3, s. 118; İbn-i Kuteybe, Kitâbu’l-Maârif, s. 73; İbn-i Abdilberr, İstiâb, c. 4, s. 1820-1821; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. 7, s. 82; İbn-i Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 91; Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 24; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, c.1, s. 426, 432; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 286; İbn Sa‘d, Tabakātü’l-Kübrâ, c. 8, s. 36, 37, Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 2, s. 177; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 112; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 135; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c. 1, s. 563.
2 eş-Şuarâ, 26/214-216.
3 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 217; Tefsîr, c. 19, s. 121-122; Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 425; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve ve Ma‘rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 179-180; Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 184; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 62; Ya‘kûbî, Târîhu’l-Ya‘kûbî, c. 2, s. 27.
4 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 1, s. 159; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 8, s. 302.
5 İbn-i İshak, İbn-i Hişam, Sîre, c. 3, s. 127; Halebî, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 1, s. 460.
6 Celâlettin VATANDAŞ, Hazret-i Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti; c. 1, s. 345.