MÜ’MİN VE DÜNYA -2-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

AMELLER NİYETLERLE…

İnsanoğlu, dünya hayatında kendisine sermaye olarak verilen ömrü; hem dünyasına hem âhiretine faydalı, rûhuna huzur verici gayretlerle, çalışmalarla geçirmeli; yegâne sermayesini mâlâyânî ile, âtıl ve tembel bir şekilde, eğlence ile geçirmemelidir.

Dünyada işlenen her fiilin hesabı olduğu gibi, her fiil hayırlı bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Cenâb-ı Hakk’a kulluk; hem namaz, oruç, hac, umre gibi dînimiz tarafından belirlenmiş ibâdetlerle hem de, bütün beşerî, içtimâî faaliyetlerle edâ edilir.

Bu minvalde, hâlis niyetlerle yapıldığında kişinin ailesini geçindirmek için helâl rızık arayışı da ibâdettir. Çoluk-çocuğuna yedirdiği lokma da tasadduktur. «Halka hizmet Hakk’a hizmettir.», «İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.» düsturlarıyla hareket ettiğinde, yerine getirdiği amme hizmetleri de büyük sevap vesilesidir.

Ancak hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere, ameller niyetlerle kıymetlendirilir. Allah rızâsının hedeflendiği her türlü gayret ve faaliyet, ibâdet feyiz ve bereketini hâizdir. Başka niyet ve kasıtlarla yapılan işler de, niyetleriyle karşılık bulur.

Bu sebeple, kazanç vesileleriyle meşguliyette niyet, dünyalık yığmak olursa yapılanlar, kişiyi mes’ul kılarken; maksat helâlinden kazanarak ibâdet, hizmet, infak hususlarında kuvvetlenmek olursa rızâ-yı ilâhîye muvâfık eyler.

Öyleyse dünya hayatındaki, ticaret, sanayi, ziraat gibi zâhiri dünyevî görünen faaliyetlerimizde niyetimiz, ileri ufuklara bakmalı, âhireti hedeflemeli;

NİYET UHREVÎ OLMALI…

Kazanç vesileleriyle meşgul olunurken, niyet; nefsânî arzu ve dünyevî hırs olmamalı, helâlinden geniş bir rızık elde edilerek, vakıf, infak ve hizmet içinde daha fazla imkân bulmak arzu edilmelidir. Kifâyet ve ihtiyaç miktarını aşan kazanç gayretlerinde, maksat; elde edilecek imkânları âhiret sermayesi yapmak olmazsa, bu gayretlere ayrılan zamanlar da, elde edilip nefse harcanan imkânlar da vebâle sebep olur. Hesabını vermek zorlaşır.

Unutmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak; rızkı kullar arasında muhtelif bir şekilde taksim eder. Kimisine bol, kimisine az verir. Bol ihsan ettiği kimse, ağır bir imtihan içindedir. Rızkı aşağı durumda olanlar, rızkı bol olana zimmetlidir. Bu itibarla bol rızka nâil olan kişi; o nimetleri nefsine hasrederse, başkasının hakkını gasp etmiş olur.

Yine İslâm’a, Kur’ân’a hizmet müesseselerini kurmak, yaşatmak gibi farz-ı kifâye olan vazifeler de imkânları nisbetinde bütün ümmetin boynunun borcudur. İmkânı nisbetinde bu mükellefiyetini ödemeyen, mes’ul olur.

Helâl rızık kazanmanın ehemmiyeti sadedinde, çalışmayı teşvik mâhiyetinde söylenen emir ve tavsiyeler yanında, dünya malına tamah ve hırs göstermemenin de dînimizin ikazları arasında bulunduğunu hatırlamak gerekir. Kalbin dünyaya, mâsivâya muhabbet ve bağlılık duyması, âhiretten uzaklaşmasına sebep olur. Dünya, Cenâb-ı Hakk’ın asla kıymet vermediği, süflî bir âlemdir. Onun yegâne kıymeti, âhireti kazanmak husûsunda malzeme, vasıta ve zemin olmasından neş’et eder. Bundan dolayı, bir mü’min; ne kadar zengin olursa olsun Kārûn’un düştüğü; “Ben kazandım!” aldanışına düşmemeli, malı âhiret için bir malzeme, cömertlik ve ihsanın bir vasıtası görmekten öteye geçmemelidir.

Unutmamalıdır ki; bu dünya geçici… Bu dünyada;

HER ŞEY FÂNÎ

Bir devirde hükümdarın biri muhteşem bir saray yaptırır. «Evliyâullah»tan bir zâtı da davet edip her tarafını gezdirir. Ardından sorar:

“–Efendim, sarayı nasıl buldunuz?”

Allah dostu şu mânidar cevabı verir:

“–Sarayın ihtişamı gerçekten de göz kamaştırıcı. Her şey mükemmel, fakat mühim bir eksiği var.”

Hükümdar şaşırıp hayretle sorar:

“–Nedir o eksik?”

Cevap fânî cihanın mutlak hakikatidir:

“–Bekāsı yok!”

Behlül Dânâ Hazretleri de, bir gün Harun Reşid’in yaptırdığı ihtişamlı bir sarayı görünce dayanamamış, onu îkaz mahiyetinde sarayın duvarına şu veciz ve şiirî ifadeleri yazmıştı:

يَا هَارُونُ! رَفَعْتَ الطّ۪ينَ وَوَضَعْتَ الدّ۪يْنَ، رَفَعْتَ الْجِصَّ وَوَضَعْتَ النَّصَّ. اِنْ كَانَ مِنْ مَالِكَ فَقَدْ اَسْرَفْتَ، اِنَّ اللّٰهَ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَ وَاِنْ كَانَ مِنْ مَالِ غَيْرِكَ فَقَدْ ظَلَمْتَ اِنْ اللّٰهَ لاَ يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ.

“Ey Hârun! Çamuru yücelttin, fakat dîni alçalttın, ona hizmet etmedin; kireci yücelttin, fakat nassı yani Kur’ân ve Sünnet’i alçalttın, onlara gereken değeri vermedin. Eğer bu sarayı kendi malından yaptıysan israf ettin demektir, Allah ise israf edenleri sevmez. Yok, beytülmalden alıp yaptıysan, o zaman da ümmete zulmettin demektir, Allah zulmedenleri de sevmez.”

Kazanç konusunda dikkat edilecek en mühim hususlardan biri de meşrûiyet…

HELÂLİYET…

Fahr-i Kâinât Efendimiz, Medîne-i Münevvere’yi teşrif buyurduktan sonra yaptıkları ilk işlerden biri de Medine çarşısını belirlemek ve teftiş etmek olmuştu.

Tartı ve ölçüde dürüstlüğün sergilenmesi, alışverişe yalan ve yemin karıştırılmaması, satılan malların üstlerine iyileri, kalitelileri konularak müşterilerin aldatılmaması gibi hususlarda pazar ehlini îkaz buyurdu. Kur’ân-ı Kerim’de «Mutaffifîn Sûresi», alışverişte hak ve hukuku gözetmeyenlere acıklı bir azâbı haber verdi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde de, hak ve hukuka riâyetin üzerinde durdu;

«Fâizin her çeşidi ayaklarımın altındadır!» buyurdu ve dünya malı husûsunda îkaz etti.

Bu îkazlara gönül veren İslâm medeniyetinde yüksek İslâm ahlâkı; sadece mâbedde değil, çarşıda da, sokakta da sergilendi. İşte onlardan müstesnâ bir örnek:

İMÂM-I ÂZAM…

Mezheb imâmımız Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle geçinen hayli servet sahibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticarî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin şer‘-i şerîfe muvâfık olup olmadığını takip ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahmân’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona;

“Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.

Hafs da, malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs’a kumaşı alan müşteriyi tanıyıp tanımadığını sordu. Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmam, satılan maldan elde edilen otuz bin dirhemlik kazancın tamamını tasadduk etti ve ortaklığına son verdi. (Şehâbettin Ahmed bin Hacer el-Heytemî, İmâm-ı Âzam’ın Menkıbeleri, trc. Abdulvehhab ÖZTÜRK, Ankara 1978, s. 82)

“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyuran Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’ne bir gün bir şahıs şöyle dedi:

“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?”

Cevap daha hayatî bir noktaya temas ediyordu:

“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur. Elbette namazı ön safta kılmak daha fazîletlidir, lâkin aslolan helâl lokma ile kılmaktır.”

Dînimizin kazanç vesileleriyle ilgili bütün emir ve yasakları ticaret ve iş âlemi erbabınca iyice bilinmeli, yetişilemediği noktalarda sağlam fıkhî bilgisi olan kişilere danışılmalıdır. Bilgisizlik mazeret değildir.

Kazançların helâliyeti husûsunda âzamî hassâsiyet şarttır.

Bilhassa helâl-haram hassâsiyetinin azaldığı, ihtiyaçların çoğaldığı, karışıklıkların arttığı günümüzde;

ÂHİRZAMANDA…

Günümüzde helâl hassâsiyetini gözetmek, haram ve şüphelilerden kaçınmak hususlarında daha hassas olmak mecburiyeti vardır.

Borsa ve benzeri yeni ticarî usuller konusunda İslâm âlimlerinin hangi şartlarla, nasıl fetvâlar verdikleri dikkatle takip edilmelidir.

Cenâb-ı Hakk’ın; şeytanın pisliği olarak vasfettiği kumar ve kendisiyle muameleyi «Allah ve Rasûlü’ne harp açmak» olarak beyan buyurduğu fâiz, alanın da verenin de cehenneme dûçâr olacağı rüşvet ve benzerî malî günahlar; âhirzamanın karışıklıkları içinde, türlü isimler ve kılıklar içinde, müslümanların yolunu kesmektedir.

Şeytanın sağdan yaklaşarak verdiği vesveseyle, kimileri, haram ve şüpheli yollardan kazandıkları mânen kapkara paraları; bir kısmıyla hayır-hasenatta bulunarak aklayacaklarını zannederler. Bu hazin bir aldanıştır.

Helâl olmayan, şüpheli yollardan elde edilen gelirlerin, tamamı hayır-hasenâta harcansa bile, kişiye hiçbir mânevî kazanç getirmeyeceği gibi, taalluk eden kul haklarının hesabının ayrıca sorulacağı akıldan ve gönülden çıkarılmamalıdır. Nitekim hadîs-i şerifte, haram para ile gelinen hacda, hacı «Lebbeyk!» dedikçe, kendisine semâdan bir münâdînin şöyle sesleneceği haber verilmiştir:

«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! (Sen huzura kabul edilmiyorsun) Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da kahrol!» (Heysemî, III, 209-210)

Çoğu haram olan bir şeyin, azı da haramdır. İtibar miktara değil mâhiyetedir. İçkinin damlasından olduğu gibi fâizin en ufak tozundan da, fersah fersah uzak durmak, mü’mine farzdır. Ya bugün, fâize bulaştıran ve alıştıran kredi kartları, kulaktan dolma sözde fetvâlarla girişilen banka kredileri maalesef, kendisinden beklenmeyecek nice müslümanı maddî-mânevî fâiz batağına sürüklemektedir.

Günümüzde sık sık karşılaşılan bir husus da; zâhiren helâl olan işlerde, İslâmî hassâsiyetlerin gözetilmemesi sebebiyle kazanca haram ve şüphe bulaşmasıdır. Çünkü ana hatlarıyla helâl ve haramın ötesinde, birçok incelik ve hassâsiyet için, işin bâtınına bakmak îcâb eder;

SADECE ZÂHİRDE DEĞİL…

Meselâ, bir ticarî-sınaî faaliyetin özü helâldir; fakat onun takdimine ve satışına mânevî veballer bulaştırılırsa, o kazanç ârızalanır, mâneviyâta zarar verir.

Günümüzde kazanma hırsı körüklendikçe körükleniyor. Herhangi bir meşrûiyet aramaksızın her şey, bu hırsa vasıta ediliyor.

Fakir-fukarânın mahzun bakışlarına aldırılmadan, en leziz gıdalar, sokaklarda teşhir ediliyor. Satan helâlinden de satsa, alan helâl parasıyla da alsa, üzerinde yetim bakışların, mahrum nazarların yanık tesirlerinin kaldığı bu gıda ve bu kazanç mânen yaralıdır, yaralayıcıdır. Göz hakkını, bir kul hakkı gören müstesnâ medeniyetimizden bugün geriye ne kalmıştır?

Reklâmlarda mamuller iddialı ve abartılı bir şekilde methediliyor, müşteriyi ikna etmenin türlü yolları kullanılıyor. Eğer olduğundan daha iyi, daha güzel gösteriliyorsa, bir aldatma meydana geliyorsa elbette bunda da vebal vardır.

Yine israfı, hizmet mîâdını doldurmamış bir eşyayı atıp yenisini almayı, lüksü, başkalarına üstün görünmeyi körükleyen reklâmlarla yapılan satış ne kadar temizdir?

Sokakta giyileceği besbelli olan açık-saçık kıyafetlerin, örtülüymüş gibi görünse de vücut hatlarını belli ettiği için dînen tesettür kabul edilmeyen elbiselerin üretilmesi, geliştirilmesi ve satılması günaha vesile olmak, haramı teşvik etmek sûretinde, mes’ullerini günaha ortak etmez mi?..

Bunlar fıkhın, ilmihâlin zâhirine bakıp kimi gafillerce helâl addedilebilir, fakat işin mânevî cephesinde, fetvâ kalpten istendiğinde vicdanlar sızlar, hassas bir kalp bunlara izin vermez.

Bu hususlarda hassâsiyet göstermek, kişinin mânevî hayatı için de zarûrîdir. Nitekim Hak dostları, insanın mânevî hayatına tesir eden iki büyük âmil görmüşlerdir:

İKİ BÜYÜK ÂMİL

Rızık,

Arkadaş…

Sohbet, sâlih ve sâdıklarla beraber olmak, gaflet ehliyle oturup kalkmaktan sakınmak sûretiyle ikinci tesirden lehte istifade ettikleri gibi; vücuda girecek her lokma üzerinde müthiş bir hassâsiyet gözetmişlerdir. Çünkü alınan gıda helâliyeti nisbetinde kalbe zindelik verir. Haram gıda ise kalbi hantallaştırır, kasvete gark eder.

Hak dostları sadece gıdanın helâl dairesi içinde olup olmamasını değil, pişirilen yemeğin ateşinde kullanılan odunun teminindeki mânevî hâli dahî gözetmişlerdir.

Şâh-ı Nakşibend ç yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzûrunu sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurlardı. Müridleriyle birlikte yemek yedikleri esnâda, onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu şefkatle ve yumuşak bir lisanla îkaz eder ve bir lokmayı dahî gafletle yemelerine gönlü râzı olmazdı. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz olarak ve zorla pişirilmişse, onu yemezler ve talebelerinden birinin yemesine de râzı olmazlardı:

“Bu yemekte zulümât (karanlıklar) var, bizim ondan yememiz münâsip değildir!” derlerdi.

Bir gün, Gadîvet isimli yere gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri;

“Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve onu pişiren kişi öfkeli ve gafil idi.” buyurdular.

Eğer bir kevgiri öfkeyle ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar, Nakşibend Hazretleri o yemeği de yemezlerdi. Şöyle buyururlardı:

“Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. O işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır.

Sâlih ameller ve güzel davranışlar helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle yenmeyip kalp huzûru ile uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vukûf-i kalbîye1 riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir mümârese olacağından, nihayetinde bu durum namazda huzûr-ı kalbin hâsıl olmasına sebep olur.” (Buhârî, Enîsü’t-tâlibîn, s. 64-65; Reşahât, s. 513)

Bir defasında, müridlerin abdest ve temizlik işlerinde kullanacağı suyu ısıtmak için ocağa koyarken boş sözlerle meşgul olan talebelerine şu îkazda bulunmuştu:

“Bu kadarcık da mı bilmiyorsunuz? Yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü hazır eylemek ve lisânı mâlâyâniden muhafaza etmek gerekir. Bu durumda o su ile abdest alan ve o yemekten yiyenin gönlünde huzur ve âgâhlık meydana gelir. Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kişinin gönlünde ise zulmet ve gaflet meydana gelir.” (Reşahât, s. 513)

Buhârâ’nın âlimlerinden birisi Nakşibend Hazretleri’ne;

“–Namazda kalp huzûru ne ile hâsıl olur?” diye sordu. Hazret ona şu cevabı verdi:

“–Helâl yemek yemeli ve yerken uyanık olmalıdır. Namaz dışındaki zamanlarda, abdest alırken ve iftitah tekbirini getirirken de uyanık olunursa namazda kalp huzûru sağlanabilir.” (Buhârî, Enîsü’t-tâlibîn, s. 84)

Bu hassâsiyet; sahibinden izin alınmadan kesilen koyunun etinden yemeyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hassâsiyetiydi.

Bu hassâsiyet; kölesinin getirdiği ikramdan yedikten sonra, haram yoldan kazanıldığını öğrenince, parmağını boğazına atıp bütün zahmetine rağmen istifrâğ eden Hazret-i Ebûbekir-radiyâllâhu anh-ın hassâsiyetiydi.

Bu hassâsiyet, Abdulhâlık Gucdüvânî’nin ikram ettiği yemeği; “Helâl fakat öfkeyle pişirilmiş!” diyerek yemeyen Hızır u’ın ve nice Hak dostunun hassâsiyetiydi.

Yenilen lokmaya gösterilen bu titizlik neticesinde; o büyük zâtların kalplerinde huşû, huzur, feyiz ve rûhâniyet, zirvesini bulmuştur. Bilhassa merhamet, şefkat ve rikkat, gönüllerinin ayrılmaz vasfı olmuştur. Mü’minlerin derdiyle dertlenmiş, kardeşlerinin ızdırabını kalplerinde hissetmişlerdir. Onların hâli;

FEDÂKÂRLIKTA ZİRVELEŞMEK…

Merhamet, bir mü’min şiârıdır. Merhamet sahibi insan; fedâkâr olur, cömert olur, infak ve ihsan sahibi olur. Nefsinin cimriliğini, açgözlülüğünü, hoyratlığını bertarâf eder, hodgâmlıktan yani bencillikten kurtulur, diğergâmlığı kazanır, yani kendini değil başkasını tercih eder, nefsinden koparıp verir. Bu sûretle Merhametlilerin En Merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk’a dostluk ve yakınlık hâsıl eder. Bunun güzel bir misâli Ali bin Muvaffak’ın kıssasıdır.

Tabiîn ulemâ ve asfiyâsından Abdullah bin Mübârek g hacca gitmişti. Hac vazifelerini edâ etmiş, Mescid-i Haram’da ibâdetle meşgul olurken, yakaza hâlinde semâdan iki meleğin indiğini müşâhede etti. Meleklerden biri diğerine;

“–Bu sene 600 bin kişi haccetti. Lâkin hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı hayırlı amel hürmetine makbul oldu. Hâlbuki bu kişi hacca gitmeye niyet etmişse de gidememişti.” diyordu.

Yakaza hâli geçince Abdullah bin Mübârek, merak ve hayret içinde kaldı. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanan bu zât ile tanışmak, yüz binlerce hacının ibâdetinden daha makbul olan o sâlih ameli öğrenmek istiyordu. Bir kervan ile Şam’a gitti. Sora sora Ali bin Muvaffak’ı buldu. Ona hacca niyetlendiği hâlde niye gitmediğini, bunun yerine hangi hayrı işlediğini sordu.

Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübârek gibi büyük bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırdı. Heyecanından kendinden geçti. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı:

“–Otuz senedir hacca gitmek iştiyâkıyla yanmaktaydım. Bunun için ayakkabı tamirciliği yaparak geçindiğim hâlde, dişimden tırnağımdan artırıp 300 dirhem para biriktirdim. Karar vermiştim. Bu sene hacca gidecektim.

Fakat bir gün hamile olan hanımım;

«–Komşudan et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister misin?» dedi. Komşuma gittim. Vaziyeti anlattım. Komşum başladı ağlamaya:

«–Çocuklarım tam yedi gündür aç… Elde yok, avuçta yok. Çaresiz kaldım, yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp çocukları avutuyorum. Helâl bir gıda bulamazsam, zaruretten dolayı bu etten yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.» dedi.

Dinlediklerim üzerine içim parçalandı. Hacca gitmek ümidiyle yıllardır bin bir zahmetle biriktirdiğim 300 dirhemi o muhtaç komşuma verdim ve; «Yâ Rabbî, hac niyetimi kabûl eyle!..» diye Rabbime niyaz ettim.”

İşte Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına mazhar olan haslet:

Fedâkârlık, diğergâmlık, îsâr…

Helâl rızık peşinde alın teri dökerek, mütevekkil, kanaatkâr bir hayat sürerek, yıllarca hac masârifi biriktiren bir kul… Bir mü’min kardeşinin fakr u zarûreti karşısında, kendi ibâdetini değil, kardeşinin derdini düşünüyor…

Fakat bu fedâkârlık, Allah katında öyle bir makbuliyete ulaşıyor ki; o kişi hacca gidemezken, o yılın bütün hacılarının ibâdetleri onun sayesinde kabul oluyor.

Bizlere büyük bir mesaj…

Bizim de hem civarımızda, hem İslâm âleminin her bir köşesinde nice mâtemler var. Nice aç, bîçâre, mazlum, sahipsiz, kimsesiz müslüman var.

Biz de Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına, hoşnutluğuna, rahmetine ve kurbiyetine talip isek sormalıyız:

Gönlümüz, mü’min kardeşlerimizin derdiyle ne kadar dertleniyor?

Bize emânet olarak verilen imkânlarımızdan nefsimize ne kadar, muhtaçlara, yoksullara, mahrumlara ne kadar sarf ediyoruz?

Yoksa, Kārun gibi, Sâlebe gibi; «Ben kazandım!» küstahlığına mı düşüyoruz?

Mâtemlerin civarında mıyız? Onlardan köşe bucak kaçıyor muyuz, yoksa onları aramanın, bulmanın, ferahlatmanın derdinde miyiz?

Nefsimizden koparıp verebiliyor muyuz?

İnfâkın en yüksek derecesi olan îsârdan nasîbimiz ne kadar?

HAKK’A YAKINLIĞIMIZ NE KADAR?

Her yıl feyiz ve rûhâniyetiyle feyizlendiğimiz hac ve kurban iklimi, kardeşlik şuurumuza dair bu sualleri kendimize sormamız ve müsbet cevapları verme yolunda gayret içinde bulunmamız için Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği ne güzel bir fırsattır.

Elhamdülillâh, günümüzde kurban ibâdeti infak gayretlerinin bir tezâhürü… İslâm coğrafyasının her yanına ulaşmaya, açlara gıda, yoksullara yardım ulaştırmaya bir vesile…

İhlâs ve samimiyetimizi, fedâkârlık ve diğergâmlığımızı Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna arz etmek için bir imkân…

Sürur ve saâdet günleri olan bayramlarda; maddî ve mânevî mânâlarıyla aç, yoksul ve kimsesizleri sevindirmek, hakikî mânâsı «Cenâb-ı Hakk’a yakınlık» olan kurban ibâdetinin en güzel şekilde edâsıdır.

Cenâb-ı Hak; bizleri yolunda fedâkârâne hizmet edenlerden, verdiği imkânları mü’min kullarına infak ve îsâr şuuruyla istihdam edebilen Zâtına yakın kullarından eylesin…

Bizleri; günahın, kötülüğün, haramın ve fahşânın gizlisinden de, açığından da, zâhirinden de bâtınından da muhafaza buyursun. Kalplerimizi temiz ve helâl rızıklarla feyizlendirsin ve nurlandırsın.

Âmîn!..

_____________________

1 Vukûf-i kalbî: Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgûl olması ve zikirde kalbe yönelmek. Bu, ihsan duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir. Sâlik her fırsatta kalbini yoklamalı, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zira zikirde asıl matlûb, kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır.