HANGİ TERCİH?

YAZAR : Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Turgut Bey’in şuurlanıp düzelmesinden sonra, Orhan’ın aile ortamı artık rahmet esintileri ile dolmaya başlamıştı. Yılların çilesi ve ıstırabı, yerini lütuf ve huzura bırakmıştı. Hiç şüphesiz ki; bir-iki günlük değil, yıllarca süren olgun bir sabrın neticesiydi bu.

Bu sebeple Orhan, devamlı şükür hâlindeydi. Derslerine daha bir gayretle ve azimle çalıştı. Başarılı bir talebe idi. Bir yandan açık lise derslerini liyâkatli bir şekilde tamamlarken diğer yandan hâfızlığını da ikmâl etmişti. İki kanatlı bir eğitimin her iki kanadında da muvaffak olmuş ve yarınlara daha güçlü hazırlanmıştı. Daha evvel hayal bile edemeyeceği basamakları Allâh’ın izniyle birer birer aşmıştı.

Nereden nereye?

Dün, sokakların sahipsiz bir garibi, kaldırımların çocuğu ve kötülüğe batmış bir zebûnu iken; şimdi rahmet iklimlerinin huzurlu bir kalbi ve bir cennet çınarı gibi yetişmiş değerli bir şahsiyetiydi.

Dün, İslâm’dan mahrumiyet sebebiyle zulüm, haksızlık ve kavgaların girdabı bir ortamda iken; şimdi İslâm’ın güleryüzüyle nurlanmış, bereketlenmiş bir cennet iklimi içindeydi.

Şükrediyordu.

Üzerine düşen vazifeleri her gün daha bir idrâk ile yerine getiriyordu.

Tarihten bugüne temsil ettiği îman ve irfan içinde hakkıyla hem ilim hem de hizmet erbabı olmanın gayretine kendini adamıştı.

Bu yıl, üniversiteye girecekti.

İmtihan hazırlıkları herkeste bir yarış hâlindeydi.

Orhan, hangi bölüme gidip gitmemek hususunda tam karar vermemişti. Ancak kendisi için en hayırlısı ve faydalısını arzu ediyordu. Aslında herkes böyle arzu ediyordu. Ancak herkesin hayırlı ve faydalı olanla alâkalı olarak düşünce ve değerlendirmesi farklıydı.

Doktor Selim Bey’le pek çok alternatif üzerinde konuştular. En sonunda bir de Yûnus Dede’ye sormaya karar verdiler. Onun tecrübesi, hayata bakışı, yakını ve uzağı bir terazi hassâsiyetiyle ölçmesi, ilerisine, çok daha ilerisine göre basîretli kılavuzluğu; onlar için ilâhî bir lütuftu, ayrı bir mazhariyetti.

Sohbet sabahı, Turgut Bey, erkenden Orhan’ı ziyarete gelmişti. Dedi ki:

“–Orhan evlâdım, ilk defa sohbete en ön safta oturabilecek bir ruhla gidiyorum. Hele seninle beraber gidebilmek, yılların kasvetini daha hızlı silip süpürecek. Onun için erken geldim.”

Orhan sevindi:

“–Ne demek amcacığım! Memnuniyetle. Bugün Doktor Selim Amca’yla beraber gitmeye karar vermiştik. Hep birlikte gideriz. Nasipli Şevket’i de alırız.”

Vakti gelince hep birlikte yola koyuldular.

O gün, Yûnus Dede; ilimden, ilm-i nâfîden bahsetti. Yani faydalı ilmin mahiyetini anlattı. Uzun uzadıya bu mevzu üzerinde durdu. Bilhassa şu cümleleri tane tane vurguladı:

“Hazret-i Mevlânâ anlatır:

Bir nahivci (dilbilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnâsında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif sualler sordu ve muhâtabından «bilmem» cevabını alınca da ona karşı ilmiyle iftihâr etmek üzere:

“–Yazık! Cehâletin sebebiyle ömrünün yarısını hebâ ve ziyân etmişsin.” diyerek onunla istihzâ etti.

Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de; olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telâşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve:

“–Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu.

Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle kekeleyerek;

“–Hayır bilmem!..” dedi.

Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile şu mukabelede bulundu:

“–Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin bütün ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryada nahivden ziyade yüzme ilminin daha faydalı ve zarûrî olduğunu bilmiyor muydun?..”

Bu kıssadaki nahiv ilminden murâd, sadece dünyevî ve zâhirî ilimlerdir. Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı, bedenle birlikte rûhun da ebedî saâdetini temin etmektir. Bu da, Allah rızâsını kazanmaya bağlıdır. Allâh’ın rızâsı ise, kâmil îmanla birlikte sâlih amellerle elde edilebilir.

Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; bu fânî vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, yani dünyaya büyük vedâ ânı olan ecel yaklaşınca; asıl ihtiyaca cevap vermeyen, yaşanmayan, irfâna dönüşmeyen, ruhsuz, kuru ve sırf nefsin rahatına hitâb eden bilgiler fayda vermeyecektir.

Mâneviyattan mahrum bir bilgiyle ömür süren kişi, tek kanatlı bir kuş gibidir, bir türlü uçamaz, vahşî bir kedinin lokması olur. Böylesi; hukuk tahsili yapar, cellât olur. Tıp tahsili yapar, kasap olur. Nitekim komünizm ve kapitalizm gibi sistemlerin fikir babaları da, tek taraflı ve tek kanatlı bilgileriyle tarih sahnesinde acı bir insanlık mezbelesi meydana getirmişlerdir.

Fayda veren bilgi, irfana dönüşmüş olan bilgidir. Selim idrâkin derinliklerinde kök salmış ve şahsîleşmiş olan bilgidir. Sır, hikmet ve ilâhî tecellîlerle yoğrulmuş olan bilgidir.

İlim tahsilinin özünde de bu olmalıdır.

Yerinde ve doğru olarak kullanıldığı takdirde her ilmin bir fayda sağlayabileceği muhakkaktır. Ancak, insanın her iki cihan saâdet ve selâmeti için bu ilimlerin sırf zâhiren tahsil edilmesi kâfî gelmez. Bu noksanlığın telâfisi için de İslâm, ilimlerin doğru ve hayırlı yerlerde kullanılmasını sağlamak ve şerre âlet olmasına mânî olmak gayesiyle «ilm-i nâfî» ile kalbî hayatı tezyîn eylemiştir.

Bütün ilimlerin kaynağı Cenâb-ı Hak’tır. Dolayısıyla ilim, eserden müessire, sebepten müsebbibe götürdüğü nisbette ilimdir.

Değişmez gerçek:

Toplumlar, kütüphanelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin rûhuyla selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan, Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup tasavvufî hikmetlerle kemâle ermiş olan Allah dostlarının rûhudur.

Bu bakımdan;

İlm-i nâfî kıvâmına gelmemişse, en faydalı görünen ilim bile insana bir şey kazandırmaz. Hele ki başkalarının ağzına bakarak; «Şurada okuyor, burada okuyor, şöyle okumuş, böyle okumuş, şu şu unvanlara sahip…» şeklinde değerlendirmelere göre ilim tahsili ve anlayışı, sadece ziyandır. Yani ilimde asıl maksadı yok eden her adım, yukarı yükseliş değil aşağı düşüş olur. Aslında hayatta her şeyde bu böyledir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kıyâmet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ, ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtirâf eder. Cenâb-ı Hak;

«–Peki, bunlara karşı ne yaptın?» buyurur.

O kimse;

«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir.

Cenâb-ı Hak;

«–Yalan söylüyorsun. Sen, ‘ne kahraman adam’ desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur. Sonra emrolunur da, o kişi yüzüstü cehenneme atılır.

Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtirâf eder. Ona da;

«–Peki bu nimetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.

O ise;

«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızan için Kur’ân okudum.» cevabını verir.

Cenâb-ı Hak;

«–Yalan söylüyorsun. Sen, ‘âlim’ desinler diye ilim öğrendin, ‘ne güzel okuyor’ desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır.

(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah Teâlâ verdiği nimetleri ona da hatırlatır. O da verilen nimetleri hatırlar ve îtirâf eder.

Cenâb-ı Hak;

«–Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.

O şahıs;

«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der.

Hak Teâlâ;

«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını ‘ne cömert adam’ desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi.» buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)

Bütün bunlar gösteriyor ki, yapılan işlerin hayırdan ibaret görünmesi kâfî değil. Onu hayırlı olmayı sağlayacak ölçüler içinde gerçekleştirmek gerek.

Bilhassa ilim tahsilinde.

Çünkü;

İlm-i nâfî olgunluğundan mahrum bir kimse; yukarıda ifade ettiğimiz gibi, farazâ hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir cellât; tıp tahsili yapmış bir kimse de şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı kesilebilir. İlmî kabiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir idareci ise emri altındakilere yalnız zehir saçar. Böyle kimseler, bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zararın daha beterini, ilim sayesinde kolaylıkla irtikâb edebilirler. Meselâ kimi zalimler bilgi ve tekniğini fosfor bombaları üretmekte kullanıyorlar ve gözlerini kırpmadan binlerce mâsum insanı yakıp perişan ediyorlar. Böylesine cellât kesilmiş, zulme maşa olmuş bir bilgi hamallığına, ne kadar ilim denilebilir?..

Zaten;

İnsanı gurur ve kibire sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim; zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebalden başka nedir ki? Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , Cenâb-ı Hak’tan ilmi dâimâ bu istikamette talep etmiş ve;

“Yâ Rabbî! Sen’den ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydası olmayan ilimden Sana sığınırım!..” (Müslim, Zikir, 73) diye niyâz eylemiştir.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Sırf zâhir âlimi olanlar; sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama, bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fânî dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne, yani mîrâca çıkacak yolu göstermezler.

Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gafiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler; akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!”

Hâsılı;

Hiçbir insan, sırf aklıyla hakikate ulaşamaz. Zira kâinat, akılla tahlil edildiğinde sayısız muammâ ile karşılaşılır. Akıl, dünya işlerini görmekte faydalıdır ama ilâhî vahiyden feyizlenmediği takdirde hakikat yolunda kifâyetsizdir. Hakikate ulaşmak, akla ilâveten bir îman ve aşk işidir. Vahiyle terbiye edilmiş selîm bir muhâkeme, hakikat arayışında kulu, bir noktaya ulaştırabilir. Onun ötesindeki sır ve hikmetlerin idrâkinde ise ancak gönül kanatları ile mesafe alınabilir.

Hazret-i Hüdâyî ne güzel söylemiş:

Benden istersen bir nasihat,

Allâh’a kul ol, bul felâh…

Rabbim, cümlemize ilm-i nâfîyi, mârifet ilmini ve Allah’a gerçek kulluğu nasîb eylesin.

Âmîn, âmîn, âmîn…”

Sohbet bu duâ ile nihayete erdi.

Orhan, beraberindekilerle birlikte hemen görüşme yerine geçti. Kalbi küt küt atıyordu. Acaba Yûnus Dede, üniversite için hangi tercihi tavsiye edecekti?

Huzuruna çıktıklarında Doktor Selim, Orhan’ın suâlini arz etti.

Yûnus Dede; tatlı bir tebessümle bakarak, anlattıklarının özü mâhiyetinde şöyle cevap verdi:

“–Yûnus Emre Hazretleri çok sarih söylemiş:

İlim okumaktan murâd,
Kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!..

Gerçekten de kulu Hak katında hüsrâna uğratıp cennet ve «cemâlullâh»a kavuşmaya faydası olmayacak bir ilim neye yarar? İnsanı sonunda İblis, Bel‘am bin Baûra ve Kārûn’a benzeten ve onların gurur, kibir, kendini beğenme, herkese tepeden bakma, nihayet Hakk’a isyân etme gibi kötü sıfatlarıyla dolduran bir ilme, ilim denilebilir mi?

Hazret-i Mevlânâ ne güzel ifade eder:

“Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da ona pek değer verme! Zira İblis’te de bilgi vardı. Ama o; Âdem’in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi.

Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna eşkıyâ kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserîsi, filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalp kimselerdir.

Ey gafil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın.”

Velhasıl Orhan evlâdım, bir hâfız-ı Kur’ân olarak üniversite tercihin;

“Gerçek âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, İlim, 1) hadîs-i şerîfini gerçekleştirebileceğin bir tercih olsun!”

Yûnus Dede’nin bu cümleleri üzerine Orhan, tahsilinin Kur’ân’ı okuma, tefekkür etme ve derinleşme hususlarında yönlendirildiğinin farkına vardı. Birinci tahsilinin Kur’ân olduğunu, ikinci tahsilinin de Kur’ân rûhâniyeti ile toplumu irşâd edici bir bilim dalı olduğunu anladı ve kararını ona göre verdi.

“–Duâlarınızla efendim…” diyerek müsaade aldılar.