Sevgimiz, Îmanımız, Yakınlığımız…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

FEDÂKÂRLIĞIMIZ NİSBETİNDE…

Yeni doğmuş, âciz bir bebek ne bekler?

Yaşlılığın pençesinde titreyen bir anne ve baba ne bekler?

Damar parçalayan acılar içinde kıvranan bir hasta ne bekler?

Ömrünün sığınağı olan evi başına yıkılan âfetzedeler ne bekler?

Enkazların arasında hayat ümidi arayan zavallı iniltiler ne bekler?

Alevlere esir düşmüş, diri diri yanan bir karınca ne bekler?

Açlık timsahının ağzında yaşama ümidi kalmamış çaresizler ne bekler?

Ruhlarda ve ahlâkta patlak veren dev tsunamiler girdabında yüzmeyi bilmeyen gencecik acemî evlâtlar ne bekler?

Şerefli sayfalarına çamur bulaşan koca bir tarih, ne bekler?

Tek bir şey:

Fedâkârlık.

Hepsi fedâkârlık bekler.

Bayram olacak bir fedâkârlık.

Bir fedâkârlık ki; hangi kalbe damlarsa o kalp, merhamet ve şefkat âbidesi. Şahsiyet timsali.

Malûm:

Yaratıldığından beri dünyada;

Yanardağlar, depremler, fırtınalar, açlıklar, hastalıklar, acizlikler, ıstıraplar, savaşlar… hiç eksik olmadı. Bu sebeple bütün çareler tek kelimede toplandı:

Fedâkârlık.

Hayat, fedâkârlık temeli üzerine kuruldu.

Din de fedâkârlık.

Aşk da…

İbrahim’i halîl, İsmail’i delîl, Yûsuf’u cemîl eyleyen bu fedâkârlık.

Allah beyan ediyor:

“(İbrahim;)

«Rabbim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver!» diye yalvardı.

Biz de ona, yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.

Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona;

«–Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi.

O da;

«–Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın.» dedi.

Böylece ikisi de Allâh’a teslîmiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz;

«–Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte Biz, güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız!» diye seslendik.

Doğrusu bu apaçık bir deneme idi.

Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.

Sonra gelenler içinde;

«İbrahim’e selâm olsun!» diye ona iyi bir nam bıraktık.

İşte Biz, güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 100-110)

Hazret-i İbrahim; bundan önce Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atılmış, Hakk’a teslim olarak imtihanı kazanmıştı. Ateş, onu yakmamış, gülbahçesine dönmüştü. Bir can fedâ etmiş, bin cana nâil olmuştu. Yani bir damla, bir denize kurban olmuş, neticesinde derya hâline gelmişti.

Aynı idrak ile Hazret-i Mevlânâ, diğer damlalara, yani bizlere seslenerek der ki:

“Ey katre; kendine gel de, pişman olmaksızın varlığını Hakk’a ver! Ver de; bir katreye karşılık denize kavuş ve sen de uçsuz bucaksız bir derya ol!

Kendine gel; varlığını bu yüceliğe fedâ et, denizin avucuna gir de telef olmaktan kurtul!

Denizin katreyi arzu etmesi, onu istemesi gibi bir devlet, bir saâdet kimin eline geçmiştir?

Allah için çabuk bu alışverişi yap; bir damla ver, karşılığında incilerle dolu denizi al!

Allah için olsun, Allah için hiç oyalanma; çünkü bu söz lütuf denizinden geldi.

Bu alışveriş; aşağılık, süflî bir mahlûkun yedinci kat göğe çıkması gibidir; bu lütuf içinde lütuftur! Hattâ bu lütuf ile, lütuf bile kaybolur gider!”

Tabiî bu tecellî, damlanın kendini bütünüyle fedâ etmesinden sonradır.

Yarım fedâkârlık yok.

Hazret-i İbrahim, hem candan, hem evlâttan, hem de maldan imtihan edildi. Hepsinde de elindeki damlayı deryaya kurban etti. Böylece Allâh’a halîl/dost oldu.

Yani fedâkârlık;

En güzel ve en kıymetli olandan olursa makbul.

Yoksa iğreti bir şekilde borç ödemek, fedâkârlık değil.

Namaz bir borç.

Zekât bir borç.

Bunlar zaten ödenecek.

Fedâkârlık, daha ötesini gerçekleştirmek.

Hazret-i İbrahim gibi.

Neticede eldeki bütün nimetler ecel vaktinde Hakk’a mecburen teslim edilecek. Fakat o mecburî teslim ediş.

Mesele, ondan önce Hakk’a teslim etmek.

Canı da, malı da, evlâdı da.

En güzel şekilde teslim etmek.

İşte fedâkârlık bu.

Demek ki;

Evlâdını Hakk’a, Hak yoluna teslim etmeyi ancak ecel pençesine bırakan anne-babalar; çocuklarına dünyaları verseler de fedâkâr sayılmaz.

“Ölmeden önce ölünüz!” sırrı içinde, canlarını; yaşarken Hakk’a teslim edemeyenler de, fedâkâr değil.

Malın ve mülkün gerçek sahibinin Allah olduğu idrakine ererek mahrum, muhtaç ve çaresizlere sahip çıkamayanlar da, fedâkâr değil.

Fedâkâr olmayanlar da, gerçek bir kul değil.

Çünkü fedâkârlık olmadan, kâmil bir îman gerçekleşmez.

Fedâkârlık olmadan hakikî bir muhabbet doğmaz.

Fedâkârlık olmadan Allâh’a yakınlık yoktur.

Yani;

Gerçek muhabbet, fedâkârlığa bağlı.

Gerçek îman, fedâkârlığa bağlı.

Gerçek yakınlık da, fedâkârlığın ta kendisi.

Dünyaya indikten sonra, insana öğretilen ilk hakikat bu.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar (Allâh’a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi ve ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı…” (el-Mâide, 27)

Kabul edilen kurban, en iyisinden fedâ edilen güzel bir koçtu. Bu fedâkârlık, kabul gördü.

Makbul olmayan kurban ise, en kötüsünden verilen bir bitkiydi. Bu iğreti davranış ise, kabul görmedi.

Fedâkâr olan kardeş; şehidlik rütbesiyle Allâh’a ulaştı, yakın oldu.

Fedâkâr olmayan kardeş, Hakk’a itiraz ve isyan bataklığında boğuldu.

Bu itibarla;

Urve -rahimehullah-, evlâtlarına şöyle demiştir:

“Evlâtlarım, biriniz, bir büyüğe hediye edince utanacağı bir şeyi, sakın Allah için kurban sunmasın. Zira Allah, büyüklerin büyüğüdür ve O, en seçkine herkesten ziyade lâyıktır.” (Muvattâ, Hacc, 147, [1, 380])

Allâh’a en seçkin olanı fedâ ve kurban ettiği için Hazret-i İbrahim, Halîl olmuştur.

Aynı fedâkârlığın zirvesini gerçekleştiren Efendimiz de, Habîb olmuştur.

O Habîb’in;

Her emrine, her arzusuna, her işaretine, her nefesine, her adımına, her kelâmına, her hakikatine, her ahvalde ta gönülden;

“Anam-babam, canım Sana fedâ olsun, kurban olsun yâ Rasûlâllah!” diyen fedâkârlar da, sahâbe olma şerefine ermişlerdir.

O’nun bir müjdesine kurban ve fedâ olan da, Fatih olmuştur.

Bayramların sırrı, böyle fedâkârlıkta. Ancak;

Bir ay yeme ve içmeyi fedâ ederek oruç tutanlara bayram var.

Nefsini kurban edenlere bayram var. Malını fedâ edenlere bayram var.

Evlâdını vaktinde Hakk’a teslim edenlere bayram var.

Kullukta takvâ ile Hakk’a yakınlığa erenlere bayram var.

Çünkü Cenâb-ı Hak;

“Onların, (kestiğiniz kurbanların) ne etleri ve ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan ancak sizin takvânız, O’nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibâdetinizdir…” (el-Hacc, 37) buyuruyor.

Yani kurbandan maksat, yakınlık.

İhlâs ile yakınlık. Gönülden ve istikamet içinde. Aşk ile yakınlık. Temiz bir şekilde yakınlık.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kıldı.” buyurduğunda bir adam sordu:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben iâreten verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim?”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“Hayır! Ancak saçını kısaltır, tırnaklarını keser, bıyıklarından alır, etek traşını olursun. Bu da sana Allah indinde bir kurban yerine geçer.” (Ebû Dâvud, Edâhî, 1)

Fiilen gerçekleşmese de ille bir kurban maksadı.

Niçin?

İnsana kendinden fedâyı öğretmek için. İnsan kasabı bir cellât hâline gelinmemesi için. Çünkü;

Malının en kötüsünü Hakk’a ayırarak kurbanın mânâ ve hakikatini anlamayan Kābil, içindeki vahşeti terbiye edemedi ve kardeşini kesti. O günden beri, kurbanı anlamayan toplumlar da, fertler de, insan kasaplığında her türlü dehşeti sergiliyor.

Bu bakımdan kurban bahsinde Hazret-i Peygamber, büyük vurgular içerisinde insan kasaplığına set çekmiştir.

Ebû Bekre Nüfey İbn-i Hâris -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Zaman, Allâh’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönmektedir. Bir yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Üçü birbiri ardınca gelen, Zilka‘de, Zilhicce ve Muharrem’dir. Biri ise Cemâziyelâhir ile Şaban arasında bulunan ve Mudar kabîlesinin daha çok değer verdiği Receb ayıdır.”

Sonra Peygamberimiz:

“–İçinde bulunduğumuz bu ay hangi aydır?” diye sordu. Biz;

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedik.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber sustu. O kadar ki, biz aya başka bir ad vereceğini zannettik:

“–Bu ay Zilhicce değil mi?” dedi. Biz;

“–Evet.” dedik.

“–Bu belde hangi beldedir?” diye sordu, Biz;

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedik.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bir süre sustu. Biz, bu şehre başka bir ad vereceğini zannettik:

“–Burası Belde-i Haram (Mekke) değil mi?” dedi. Biz;

“–Evet.” dedik.

“–Bugün, hangi gün?” diye sordu. Biz;

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedik.

Bir müddet sustu. Öyle ki biz o güne başka bir ad vereceğini zannettik:

“–Bugün kurban günü değil mi?” dedi. Biz;

“–Evet.” diye cevap verdik.

Sonra Rasûlullah sözlerine şöyle devam etti:

“–Şüphesiz ki, sizin kanlarınız, mallarınız, ırz ve namusunuz, şeref ve haysiyetiniz; şu gününüzün, şu beldenizin ve şu ayınızın haram olduğu gibi, birbirinize haram kılınmıştır. Rabbinize kavuşacaksınız ve O, size amellerinizi soracak. Sakın benden sonra birbirinizin boynunu vurarak kâfirlere benzemeyiniz. Dikkat ediniz! Burada bulunanlar bulunmayanlara sözlerimi ulaştırsın. Umulur ki, sözlerim kendilerine ulaştırılan bazı kimseler, sözümü işiten bazı kimselerden daha iyi anlayıp koruyabilirler.”

Hazret-i Peygamber, sonra;

“–Dikkat edin, tebliğ ettim mi?” diye sordu. Biz;

“–Evet.” diye cevap verdik.

Rasûl-i Ekrem;

“–Allâh’ım! Şahit ol!” buyurdular. (Buhârî, Hacc, 132; Müslim, Kasâme, 29)

Hazret-i Peygamber’in haram buyurduğu gerçeğin özünde şu var:

Başkasını fedâ ederek kendini kurtarmak mümkün değil. Kurtuluş, ancak kendini fedâ etmekle mümkün. Kendini fedâ eden, hem başkasını kurtarır hem kendini.

Lâkin bu davranış, samimî îman, gerçek muhabbet ve Hakk’a yakınlık ister.

Dolayısıyla mücrim kişiler, bundan uzaktır.

Çünkü onlar, Kābil gibi idrak mahrumudur. Onlar; ya âsî, ya zalim, ya fasık, ya nankör, ya hain olurlar. Daima başkalarını fedâ etmek için çırpınırlar. Çırpındıkça kurtulduklarını zannederler, ferahlık elde ettiklerini düşünürler. Hepsi bir-iki nefes. Sonunda hüsran, yakalarına öyle bir yapışır ki, ne yapsalar kurtulamazlar. Tarih, bu gerçeğin en kalın kitabı. En şatafatlı zalimler, birer birer devrildi. En saltanatlı nankörler, sefil oldu. En şımarık âsîler, azap şokuyla dondu kaldı. En rahat hainler, ebedî feryada yakalandı. Hiçbiri kaçamadı. Hiçbiri kurtulamadı. Çünkü onlar, kendilerini Hakk’a kurban etmeyi bilemediler. Hep başkalarını kurban ettiler. Onların, mahşerde bile aynı şekilde davranmaya kalkışacaklarını fakat helâk olacaklarını Cenâb-ı Hak, şöyle ifade buyurmakta:

“…O günün azabından kurtulmak için suçlu kimse;

• Oğullarını,

• Ailesini,

• Kardeşini,

• Kendisini barındırmış olan sülâlesini,

• Yeryüzünde bulunan herkesi, fedâ etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.

Hayır!

(Bu mümkün) olmaz. (Çünkü) orada öyle alevli ateş vardır ki;

• Sırtını çevirip yüzgeri eden,

• Malını toplayıp kimseye hakkını vermeden saklayan, (her mücrim) kişiyi;

• (Alevlerin) içine çeker,

• Deriyi soyup kavurur…

(Bunu idrak edemeyen) insan, gerçekten de pek huysuz yaratılışlıdır.

Başına bir fenalık gelince feryat eder de, kendisine imkân verildiğinde pinti kesilir.

İstisnâ olanlar ancak;

• Dosdoğru namaz kılanlardır. Onlar:

• Kıldıkları namaz üzere daimdirler.

• Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belirli bir hak ayırırlar.

• Ceza (ve hesap) gününü tasdik ederler.

• Rablerinin azabından korkarlar.” (el-Meâric, 11-27)

Bu sebeple;

İstisnâ olanların en güzel hasleti içinde yaşayan Hazret-i İbrahim, bütün fedâkârlıklarını az görerek Cenâb-ı Hakk’a sığınmış ve şöyle duâ etmiştir:

“(Yâ Rabbî! İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87)

Yarın mahşerde mahcup olmamak için;

Malı, evlâdı, canı, her şeyi Hakk’a şimdi fedâ gerek.

Başkası deyince yapmak zor geliyorsa, kendimize biz demeliyiz ki;

Önce gafletini kurban et. Sonra;

Hiddetini kurban et, sabrını fedâ et;

Öfkeni kurban et, sükûnetini fedâ et;

Cimriliğini kurban et, cömertliği fedâ et;

Benceni kurban et, kendini fedâ et;

Günahını kurban et, sevabını fedâ et;

Hevesini kurban et, aşkını fedâ et;

Alışkanlıklarını boşa!

Kısaca;

Her şeyini fedâ et, kurban ol.

Kurban ol, ki ayrı düşmeyesin. O’na yaklaştıkça yaklaşasın. En yakın olasın. Çünkü yakınlıktan başka kurtuluş yok.

Kurban ol, bayram yap!

Bu;

Kurban oldum, demekle olmaz. Uyguladıkça gerçekleşir.

Yakınlık bayramının şartı budur.

Onu candan arzuluyorsan idrak etmelisin ki:

Bayram herkes için. Peki;

Herkes bayram yaşayabiliyor mu?

Ocağı kaynamayan gariplerin evinde bayram var mı?

Zulüm ve açlığın pençesinde inleyen, üşüyen cılız ve güçsüzlerin bayramı var mı?

Her türlü vahşetin ve dehşetin kan çanağına döndürdüğü ve harabeye çevirdiği memleketlerde bayram var mı?

Oyuncakları ellerinde patlayan çocukların dünyasında bayram var mı?

Filistin’de bayram var mı?

Irak’ta bayram ne hâlde?

Suriye’de, Libya’da, Afrika’da, Doğu Türkistan’da bayram ne hâlde?

Bosna’nın, Balkanlar’ın, Kırım’ın, Kıbrıs’ın bayramları tarihteki gibi mi?

Ecdat yetimleri olan yerlerde bayram var mı?

Hıristiyan misyonerlerin îmanları kuruttuğu çorak arazilerde bayram nasıl?

Savaşların darmadağın ettiği viran köşelerde bayram nasıl?

Âfetlerin imtihan harmanı olmuş beldelerde bayram nasıl?

Van’da bayram nasıl?

Toprak üstünde nasıl, toprak altında nasıl?

Fânî hayatları bâkî hayata döndürmek için bir ölüm fabrikası olan dünyada;

İnsanın her yıl yeni bir tazelikle bayram diriliğine ihtiyacı âşikâr.

Bayram diriliği.

Paylaşma enerjisi ile.

Acıları da tatlıları da ortak hâle getirme şevki ile.

Çünkü bayram, hep birlikte yaşanan tecellî.

İki kişilik seyranla üç kişilik bayram, beş kişilik bayram diye bir şey yok.

O, herkesle yaşanması gereken bir sevinç günü.

Sevincin, herkesle olması için sevindirme günü.

Hep birlikte tebessüm için, ağlayanların gözyaşlarına mendil olmak şart. Açları doyurmak, mahrumu gözetmek şart.

Zira gerçek bayram;

Ağlayan varken kimseye gülme hakkı vermez. Gözyaşlarını dindirme vazifesi verir. Açlıktan perişan olanlar varken, oburluktan çatlarcasına yeme hakkı vermez. Dünyanın neresinde olursa olsun, ulaşıp da paylaşma vazifesi verir.

Nasıl ki elektrikte;

Artı ile eksi; aynı kablo içinde yan yana durup el ele verince, ışık meydana geliyor. Geceler gündüze dönüyor. Gündüzün faaliyetlerinde sayısız makineler o enerji ile gümbür gümbür çalışıyor. Elektrik kesildiğinde de her taraf kararıyor, fabrikalar duruyor, hayat tıkanıyor.

Aynı şekilde;

Toplumlar da; içlerindeki artı ve eksiyi gözetirse, insanlık nûru parıldar. Dünya ve âhiret aydın hâle gelir.

Bayram, işte bunun fırsatı ve ortamı. Bilhassa Kurban Bayramı.

Bu bayramlarda;

Toplumun hayat ve yaşayış elektriğindeki artı ile eksi yan yana, omuz omuza gelmeli. Gelmezse, gönüller ışıksız kalır.

Yani;

Zengin ile fakir bir arada olmalı. Olmazsa, iki tarafta da mâneviyat ışığı söner. Sıhhatli olanlar hastaları görmeli. Görmezse, huzur ve saâdetin ziyâsı kaybolur. Karnı tok olanlar, aç olanları fark etmeli. Etmezse, ilâhî rahmet çağlamaz.

Bu bakımdan;

Rahatlığın israfı içinde şımaranlara bayram, aslında bir akıllanma zamanı. Şuurlanma fırsatı. Gün geçmeden enkazları kaldırma, yaraları sarma saati.

Bu akıllanma ve şuurlanma olmazsa, bayramda insana yeryüzü de gökyüzü de yuh çeker. Dünyada onca feryat varken eğlencelerle, çılgınlıklarla ve israflarla bayram yaşayanlara melekler de felekler de eyvahlar olsun, der.

Çünkü gerçek bayram;

Delirme vakti değil, akıllanma zamanı.

Nefsânî azgınlık ve sorumsuzlukların delirttiği kimseleri akıllandırma, uslandırma vakti.

Istırap dolu iklimlere çare olma vakti. Hâl böyleyken;

Yediği önünde yemediği arkasında yaşayarak bayram, sadece delilerin bayramı. Cilâsına henüz toz düşmemiş yepyeni ayakkabılar ve otomobiller üzerinde keyif çatarak bayram da, delilerin bayramı. Yaklaşan kış şartlarında sıcacık dairelerin konforlu koltuklarında uyuyarak bayram da, delilerin bayramı.

Mûteber bayramsa, matemleri kuşatan bayram, hep beraber bayram.

Nitekim Hazret-i Peygamber;

“… (Mûteber) kurban (hep beraber) kurban kestiğiniz gündekidir.’’ (Tirmizi, Savm, 11) buyurmuştur.

Bu beraberlik kıymeti sebebiyle de şöyle buyurmuştur:

“Allah indinde günlerin en büyüğü Kurban Bayramı günüdür…” (Ebû Dâvud, Menâsik, 19)

Bayramı bu gerçekler etrafında anlamayanlar için en akıllandırıcı ibretlerden biri de, hiç şüphesiz yaşadığımız acı depremler.

Bir tarafıyla âfet olan bu hâdiseler, bir tarafıyla âdeta rahmet. Çünkü bu sayede Allah, gönülleri karşılıklı fedâkârlıklara mecbur ediyor. Âfet sebebiyle; kucaklaşmalar, kaynaşmalar, yardımlaşmalar canlanıyor. Bu güzellikler; normal zamanlarda da aynı canlılıkla kendini gösterse, dünya cennete döner.

O hâlde;

O canlılık içinde yakından uzağa, uzaktan yakına hepimiz;

Muhtaçlara, mahrumlara ikrâm edelim,
Dünya kısa, mahşer günü bayrâm edelim… (Seyrî)