Kur’ân-ı Kerim’den EĞİTİM PRENSİPLERİ -1-

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

İnsanın yeryüzündeki macerasında bir kabiliyeti bir hayli öne çıkıyor:

Terbiye edicilik…

İnsan; attan deveye, hattâ şahine, aslana; tohumdan ağaca her şeyi terbiye etti, ıslah etti, yetiştirdi.

Dünya, emrine âmâde vaziyette…

Nereye elini atsa, biraz gayret ve zekâ ile terbiye usûlünü bulmak sûretiyle ondan istifade etti.

Hava ve su gibi birkaç temel madde dışında hemen hiçbir şeyi, tabiî hâliyle kullanmadı.

Taşı yonttu, ağacı doğradı, yünü eğirdi…

Biliyor ki ham hâliyle değil; işlenmiş, ıslah edilmiş, terbiye görmüş hâliyle onlar daha değerli…

Ya insanın kendisi?

Elbette kâinatın bu kanununun kendisi için de geçerli olduğunu idrak etti. Bundan dolayı eğitime değer verdi. Nesillerine tecrübelerini, bilgilerini aktarabilmek; insanın ayırıcı vasıflarından oldu. Yazdı. Okudu. Öğrendi. Öğretti…

İnsanın maddî, teknik eğitimi ilerledikçe dünya daha mamur, insan daha güçlü, daha hızlı, daha sıhhatli olacaktı. Zâhiren oldu da… Fakat mânevî ve ahlâkî eğitimi ihmal edilince bir taraf daima aksadı. İnsan, Allâh’a değil, kula kul oldu. Daha kötüsünü yaptı, insanları kendine köle etti. Bilgisini savaşlarda, zulümlerde, haksızlıklarda kısaca ifsatta kullandı. Terbiye görmemiş hâliyle zaten bencildi. Hükmedeceği imkânlar arttıkça ve hamlığı terbiye edilmedikçe daha korkunç bir şekilde bencilleşti. Kabalaştı, zalimleşti. Âd kavminin teknik zenginlikle şımardıktan sonra, köleleri binanın üstünden atarak parçalanmalarını seyretmek gibi eğlenceler tertipledikleri rivâyet olunur. Bu, Roma’da köleleri aslanlara parçalatmak şeklinde tezâhür etti. Asrımızda çekilmiş Ebû Gureyb fotoğrafları hiç farklı değildir.

Demek ki, insanın maddî ve teknik eğitimden daha önemli olarak mânevî ve ahlâkî eğitime ihtiyacı vardı. Bu değerleri bünyesinden çıkarmış bir topluluk bunu nasıl öğrenecekti?

Peygamberlerle…

Allah Teâlâ, tarih boyunca; insanın ferdî ve içtimaî terbiyesine semâvî müdahalelerde, yönlendirmelerde bulundu. Nasıl insan atı, deveyi kamçıyla terbiye ettiyse, Allah da taşkınlık gösteren cemiyetleri azap kamçısıyla hizaya getirdi. İbret-i âlem eyledi. İlâhî terbiyeye teslîmiyet gösterenleri ise, maddî-mânevî yüceltti.

Biz ümmet-i Muhammed’iz. Bize insan terbiyecilerinin en büyüğü, en mükemmeli nasip oldu.

O’nun kalbine ise en mükemmel insan eğitim rehberi, Kur’ân-ı Kerim indirildi.

Mükemmel insan, mükemmel rehber… İlk nesil sahâbe de en mükemmel talebeler…

Kur’ân-ı Kerim; önceki peygamberlerden bazılarına, yani tarihte gelmiş geçmiş büyük insan terbiyecilerine yer verdi. Muhtevasının yaklaşık üçte biri onların kıssalarına ayrıldı. Bu kıssalardan murad, insan terbiyesi üzerine prensipler vermek olmalıdır.

Bunları misaller ve günümüze yansımalarıyla ele alacağız:

HASBÎLİK VE KARŞILIK

Hemen hemen bütün peygamberlerin, ümmetlerine;

“Sizden bir ücret beklemiyoruz!” hitabı Kur’ân’da yer almakta. Hazret-i Süleyman’ın, Sebe kavminin hediyelerini; (en-Neml, 36) Hazret-i Zülkarneyn’in, bir hizmet karşılığındaki ücret teklifini reddedişleri (el-Kehf, 94-95) ifade edilmekte. Bilhassa Hazret-i Süleyman’a hediyelerin gönderiliş maksadı da zaten, bu hükümdar peygamberin asıl niyetini araştırmaktır. (en-Neml, 35)

İnsanlar, menfaatlerine yönelen taleplere karşı ihtiyatlıdır. Dolandırıcılar, dilenciler, sahtekârlar; insanları kandırmak, istismar etmek için fırsat kollarlar. İnsanların alışageldiği şeylerden çok farklı şeyler söyleyen peygamberler, hiçbir karşılık beklemediklerini ifade ederek böyle bir niyette olmadıklarını anlatırlar.

Habîb-i Neccar da kavmini, gelen elçilere îmâna davet ederken bu hususu vurgular:

“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir.” (Yâsîn, 21)

Bu tavır; muhataplardaki tereddütleri azaltarak; «Yanlış olsa ne kaybederim ki!» düşüncesi doğurur. İnkârın bir bahanesini kaldırır:

“Yoksa onlardan vahyi tebliğ, risâlet ve irşad hizmetlerinden ötürü bir ücret istiyorsun da, onlar ağır bir borç yükü altında mı eziliyorlar? (Böyle bir hâl de yok.” (et-Tûr, 40)

Eğitimcide de, muhatabın imkânlarına değil, bizzat kendisine yoğunlaşmayı sağlar. Zengin-fakir, nüfuzlu-nüfuzsuz arasında ayrım yapmama duygusunu geliştirir.

Îmanın, kabullenmenin devamında peygamber; kendi adına olmasa da Allah adına mü’minlerden birçok fedâkârlık bekleyecektir. Canlarını, mallarını, zamanlarını; Hak yolunda sarf etmelerini talep edecektir. Fakat baştan beri ümmet görecektir ki, bunların hiçbiri peygamberin şahsî menfaati için değildir. Hattâ fedâkârlıkta en önde peygamber gitmektedir.

Muharref Hıristiyanlıkta ise Pavlus’un, öğrencilerine yönelik sarf ettiği şu cümlesinde itirafını bulan istismar başlamıştır:

“Aranıza mânevî tohumlar ektiysek, sizden maddî bir harman biçmemiz çok mu?!” (Yeni Ahit, Korintliler I, 9/11)

«Sizden bir ücret istemiyorum.» sözünde yapılanın; aslında bir fedâkârlık, bir ücret gerektiren büyük bir hizmet olduğunu da muhataba içirmek vardır.

Karşılık beklememenin bazı istisnâları da vardır. Özellikle günümüzde, insanlar ücretsiz faaliyetlere önem vermezler. Bu sebeple ihtiyaç duymadığı hâlde sadece ciddîye alınmak için, sembolik de olsa vereceği seminer için ücret talep eden, bu ücreti hayır müesseselerine aktaran eğitimciler vardır.

Hazret-i Şuayb, Hazret-i Musa’yı; 8 ilâ 10 yıl hizmet şartı ile ailesi içine alır, kızıyla evlendirir. Firavun sarayında geçen yılların temizlenmesi eğitiminin, hizmet karşılığıdır bu aslında.

Kur’ân kısa bir süre de olsa, Hazret-i Peygamber’le baş başa görüşmek isteyenlere önce bir sadaka vermeyi emretmiştir. (el-Mücâdile, 12, 13)

Namazın erkânının sıralamasında da bu, dikkat çekicidir: Gerek tahiyyattaki, gerek selâmdan sonraki duâlar en sondadır. Talep ve niyazlardan önce; istiâze, tazarrû, kıyâm, boyun eğiş, yere kapanış lâzımdır. Kur’ân’ın üslûbunda; “Kim ne işlerse onun karşılığını alır.” prensibi iyice yerleştirilir.

Vefâ, karşılık vermektir. Şükür, nimetin hakkını ödeme gayretinde olmaktır. İsrailoğulları firavundan savaşmaksızın kurtulurlar. Bunun şükrânesi, savaşmayı göze alarak bir şehri zalimlerden temizlemektir. Bundan kaçınırlar. Aslında Allah bir milleti, korkaklık seciyesinden kurtarma eğitimi vermeye çalışmaktadır. Nitekim Yûşâ -aleyhisselâm-’ın nesli fütuhâta girişecektir. Müteakip asırlarda Hazret-i Dâvud ve Süleyman devirleri, yüksek medeniyetler meydana getirecektir.

Eğitimci, hem kıymetli şeylerin ücret ödemeden, fedâkârlıkta bulunmadan elde edilemeyeceğini öğretecek; hem de bunu öğretmek için hiçbir karşılık beklemeyerek, ayrı bir fedâkârlık sergileyecektir.

TUTARLILIK

Hazret-i Şuayb:

“Ben sizi birtakım şeylerden menederek kendim onları işlemek istemiyorum! ” (Hûd, 88)

Peygamberler, ilâhî istıfâ / seçme ile tertemiz fıtratlardan seçilir. Onlar, günah işleme kastı taşımazlar. Onlar, kalplerine ilkā edilen vahye önce kendileri îmân eder; emir ve yasaklarına önce kendileri itaat ederler. Yatsı namazlarından sonra okuduğumuz âyetlerin ilk ifadelerini hatırlayalım:

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene îman etti ve mü’minler de…” (el-Bakara, 285)

Hazret-i Musa; kavmini çöle davet ediyordu, fakat kendisi o hicreti daha önce yapmıştı.

Hazret-i İsa; kavmini maddeden mânâya çağırırken, üzerindeki elbisesinden başka hiçbir şeye mâlik değildi.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise; cihadda, hicrette, infakta, fedâkârlıkta, ibâdette… talep ettiği her şeyi önce kendisi yaşadı. Yaşayarak öğretti.

Sigara içen bir öğretmen, sağlık bilgisi dersi verebilir mi?

Eğitimci yetiştiren müesseseler bu hususa dikkat etmeli; mânevî eğitimde tökezlemiş, tevbe etmemiş yahut onu pekiştirememiş şahısları elemeyi bir vazife bilmelidir. Bunun sırrı bir başka prensibe, gönüllülük esasına bağlıdır.

Mânevî eğitimcilik, hasbî ve gönüllü olmalı; hiçbir zaman sadece bir maîşet vasıtası, kuru bir meslek hâline gelmemelidir. Bunun pratik hayatta mümkün olabilmesi için, arka kapının daima açık tutulması icap eder. Kapısından hasbelkader giren herkesin mezun olduğu bir okulda, bu eleme yapılmıyor demektir. Maalesef Diyanet ve Millî Eğitim gibi müesseselerimizde; mesleğiyle hiçbir şekilde imtizaç etmemiş birçok kişi, sadece bir geçim aracı olarak mesleklerini yürütür. Bazen mesleğiyle asla bağdaşmayacak suçları işleyen kişiler bile, «kimsenin ekmeğine mânî olmamak», «kırılan kolu yen içinde kangrene mahkûm etmek» gibi masum prensiplerle (!) meslekten uzaklaştırılmazlar.

Kur’ân, önceki milletlerin din adamlarını; en çok bu noktada, öğrettiklerini yaşamamaları hususunda tenkit eder. Onları kitap yüklü eşeklere benzetir. (el-Cumua, 5) İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanları azarlar. (el-Bakara, 44)

Şu hâdise bu işin sorumluluğunu derinden hisseden bir sûfînin yanık bir kıssasıdır:

Bir gün Ebû Amr bin Alâ namaz kıldırmak için öne geçmişti. O, öne geçmeye mecbur olmadıkça imamlık yapmazdı. Öne geçince, cemaate; «Safları düzeltiniz» mânâsında; «düzeliniz» dedi ve der demez kendinden geçti. Ancak ertesi gün ayılabildi. Meseleyi soranlara, olan biteni şöyle anlattı:

“Size «düzeliniz» dediğim zaman Allah Teâlâ’dan kalbime bir hâtır geldi ve; «Ey kulum, sen Benim için bir an düzgün olabildin mi ki kullarıma ‘düzeliniz’ diyorsun?!.» denildi.” (Kelâbâzî, Taarruf [Doğuş Devrinde Tasavvuf, haz. S. ULUDAĞ], s. 213)

Eğitimcide bu kıvam olursa, öğrencide de derin bir eğitim ve dönüşüm meydana gelir. Mevlânâ’nın bir sözünü buraya adapte edersek; zâhirde kalan bir eğitimle, öğrencinin ancak kalıbı, ancak gözler önündeki hâli düzelir. Kalpten gelen bir eğitim ise, muhatabının kalbine nüfuz eder. Gizlide de açıkta da, kazandırılan değerler yaşar.

Hazret-i Yâkub, oğlunu böyle eğitmişti ki; babasından kilometrelerce ötede, o eğitimden yıllar sonra, kapalı kapılar ardında, nefsânî bir davranış için bütün şartlar hazır iken; «Allâh’a sığınırım!» diyebildi. Kur’ân o an; “Rabbinin burhânını gördü.” (Yûsuf, 24) buyuruyor. Bir tefsir, gözünün önüne babasının geldiğini ifade ediyor.

Bugün dünyevî maksatlarla da olsa, o nokta aranıyor. Sinir dilini programlamak, daha anne karnından itibaren şuur altına eğitim vermek araştırılıyor. Eğitimde başarılması gereken seviye bu…

HER FIRSATTA

Hayat, inişli çıkışlı sürprizlerle doludur. Fakat bunlar, tesadüfî olmayıp kader plânının fırsatlarıyla doludur.

Hazret-i Musa, nübüvvetinden önce bir cinayete karışıp Mısır’dan uzaklaşmak mecburiyetinde kalmıştı. Yıllardır sarayda yaşayan Hazret-i Musa, önce yokluklarla tek başına mücadele etme eğitimine tâbî olur. Sonra Medyen’de Hazret-i Şuayb’ın yanında Taptuk-Yûnus Emre arasındakine benzer bir eğitim yaşar… Şer görünen hâdisede hayır olmuştur.

Hazret-i Yûsuf bir iftiradan dolayı hapse düşer. Orada yıllarca kalır. Kayıp gibi görünen bu yıllar onun için medrese-i Yûsufiyye olur.

Bir eğitimci; maddî veya mânevî olarak geri kalmış bir yere tayin edilmesini büyük bir hüsran olarak görmemeli, kaderin cilvesindeki sırrı aramalıdır. Cemaati az olan bir köyde vazife yaptığı için Kur’ân okumayı geriletmiş imam-hatiplere rastlamıştım.

Hâlbuki peygamberler; çok daha kurak, çorak iklimlere gönderilmiş ve baharlar meydana getirmişlerdir.

Kur’ân zor şartlarda dahî eğitmek, öğretmek için fırsat aramanın bir misalini Hazret-i Yûsuf’la verir:

Hazret-i Yûsuf’a zindanda iki kişi rüya tabiri sorar. O gül yüzlü peygamber, Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği tabir ilmiyle onlara karşılık beklemeden yardımcı olacaktır.

Fakat “Yemeğiniz gelmeden cevabınızı vermiş olacağım.” diyerek, fırsatı değerlendirir, önce tebliğde bulunur. (Yûsuf, 37-38)

Muhataplar, sırlı bir mevzuda cevap almanın heyecanı içinde kulak kesilmişlerdir. Hazret-i Yûsuf bu fırsatı fazla da istismar etmeden değerlendirir.

Hazret-i Süleyman, mektup yoluyla; Hazret-i Musa, levhalarla; Tâlût, mukaddes emânetler diyebileceğimiz sekîne sandığıyla; Hazret-i Yûsuf, tabir ilmiyle; Hazret-i Dâvud, içli ilâhîlerle; Hazret-i Şuayb, etkili hitâbetiyle; Hazret-i İsa, düşündürücü temsilleri yanında diriltici şifâlı nefesiyle; Hazret-i Hızır ve Zülkarneyn, uzun ve hikmetlerle dolu yolculuklarıyla eğitim faaliyetlerine çeşitli imkânlar ve fırsatlar kattılar.

Hazret-i Süleyman’ın; gerek yaptırdığı camdan saray ve benzeri mimarî eserler, gerek Sebe melîkesinin tahtını getirtmek gibi ilim ve teknik sergileyerek muhatabı etkileme gayreti; günümüzün eğitim ve tebliğ faaliyetlerine farklı açılar getiriyor.

Bugün bir Süleymaniye’nin anlattığını; Süleymaniye dolusu, vaiz, rehber ve öğretmen anlatamaz. Anlatsa başarılı olamaz. İşin içine sanat girdiğinde tesirin kat sayısı yükselir.

(Devam edecek.)