NÛR-İ MUHAMMEDÎYİ TAŞIYAN KURBAN…

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Rabbimiz’in emri gereği kurbanlarımızı kestiğimiz, fakir-fukarâ, eş-dost, komşu ve akrabamız ile paylaştığımız, maddî ve mânevî ikramlarla bayram ettiğimiz Kurban Bayramı, bilindiği üzere Hazret-i İbrahim’in yaşadığı büyük bir imtihanın hâtırasıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla anlatılan bu kıssa ile alâkalı olarak, hadîs-i şeriflerde ve önceki semâvî dinlerin kitaplarından aktarılan bilgileri ve nükteleri siz okuyucularımızla paylaşalım.

İbrahim -aleyhisselâm- ilk kez Zilhicce ayının sekizinci gecesi, rüyasında oğlu İsmail -aleyhisselâm-’ı kurban ettiğini gördü. Kendi kendine şöyle düşündü:

“Acaba, oğlumu kurban etmemden murad, hakikat olup bizzat İsmail’i kurban etmek midir? Yoksa mecaz olup, yerine fedâ kurbanı kesmek midir? Çünkü; benden evvel hiçbir peygamber, çocuğunu kurban etmekle memur edilmemiştir. Üstelik oğlum İsmail’de Nûr-i Muhammedî vardır.”

Bu mânâda kendi kendine konuşup düşünmek mânâsına o güne TERVİYE günü dendi.

O günün akşamı dokuzuncu gece oldu. O gece de rüyasında oğlunu kurban etmekle memur oldu. İkinci kez görünce emrin mecaz değil hakikat olduğunu bildi, anladı. Bilmek ve anlamak mânâsına bu güne AREFE denildi.

Ancak İbrahim -aleyhisselâm-; develerin en iyilerinden, semizlerinden yüz deve kurban ederek, merhametlilerin merhametlisi yüce Mevlâ’sından oğlu İsmail’e bedel olmasının kabulünü duâ ve niyaz eyledi. Onun bu niyazı üzerine semâdan ateş inip develerin yüzünü de yaktı. Böylece kurbanlar kabul oldu.

Ertesi gece onuncu gece idi. Aynı rüyayı tekrar gördü. Artık Hak Teâlâ’nın emri olduğuna şüphesi kalmadı. Hacer’in yanına geldi:

“–Oğlun İsmail’i yıka, saçlarını tara, temiz elbiselerini giydir, gözlerine sürme çek ve güzel koku sür. Zira bir dostumuza gideceğiz.” Hazret-i Hacer, istenilenleri yaptı. İbrahim -aleyhisselâm-, oğlunu alıp yola koyuldu. Şehirden uzaklaşıp giderken şeytan kendi kendine şöyle dedi:

“–Tam sırası!.. Şimdi bunlara fitne verip azdıramazsam kimseye fitnelik edemem.” Doğru, Hacer Vâlidemiz’e gitti. Yaklaşıp şöyle dedi:

“–Sen nasıl böyle rahat oturursun? İbrahim, oğlunu alıp boğazlamaya götürdü.” Hacer Vâlidemiz şöyle dedi:

“–Yalan söyleme! Hiç baba, oğlunu boğazlar mı?”

Şeytan şöyle dedi:

“–Öyle diyorsun da, ziyafete giden adamın yanına ip ve bıçak almaya ne ihtiyacı vardır? Bunları oğlun İsmail’i boğazlamak için aldı, besbelli.”

Hacer Vâlidemiz sordu:

“–Neden boğazlayacak? İbrahim bir peygamberdir. Hiç peygamberler adam öldürür mü? Hele bu kendi çocuğu olursa…”

Şeytan şöyle anlattı:

“–Rüyasında kendisine; «Oğlunu kurban et!» diye emir verildi. O da bunu Âlemlerin Rabbinden sanıp işe girişti.”

Hacer Vâlidemiz şöyle dedi:

“–İbrahim -aleyhisselâm- bir peygamberdir. Peygamberlerin rüyası ise haktır. Eğer İbrahim, İsmail’i boğazlamak için emrolunduysa, can-baş üstüne; deyip ben ve İbrahim -aleyhisselâm- oğlumuzu fedâ ederiz. Oğlum dahî canını fedâ eder. Eğer beni boğazlamakla emrolunsa, ben de teslim olup kurban olurum. Biz yüce Hakk’ın emrine itaatkârız ve boyun eğeriz.” Böyle dedikten sonra şeytanı kovdu.

Şeytan, öfke içinde oradan uzaklaştı ve şöyle dedi:

“–Gideyim, İbrahim’e bir fitne vereyim.”

Arkalarından yetişti. Gördü ki İsmail, babasının önünde koşup gidiyor. İbrahim -aleyhisselâm-’ın yanına yaklaşıp şöyle dedi:

“–Ey ihtiyar! Bu oğlunla nereye gidiyorsun?”

İbrahim -aleyhisselâm- ona cevap verdi:

“–Şu tepenin arkasına gideceğim, orada bir işim var.”

Şeytan şöyle dedi:

“–Biliyorum, oğlun İsmail’i orada boğazlayacaksın. Şöyle bir oğlunun boyuna, posuna baksana; onun güzelliğine, asâletine; vücudunun tenâsübüne; güzel edebine; sana tam teslim oluşuna bak. İnsan, onu boğazlamayı hatırına bile getiremez. Nerde kaldı ki, böyle bir işe girişsin…” Bu ve benzeri nice sözler söyleyip fitneye düşürmek istedi. Bunun üzerine İbrahim -aleyhisselâm- şeytana şöyle dedi:

“–Evet, bu sözlerin yerindedir. Benim ona karşı sevgim, senin çocuğum için ettiğin medihlerden bin kat daha fazladır. Ne var ki, kurban etmekle memur olundum. Kulun, Mevlâ’sının emrine itaat etmesi her şeyden önde ve önemlidir.”

Şeytan tekrar şöyle dedi:

“–Sana rüyanda bu emri veren şeytandır. Ama sen Rabbinden sanıp çocuğunu boğazlamaya götürüyorsun. Hiç şânı büyük Âlemlerin Rabbi, bir kimseye; «Çocuğunu boğazla!» diye emir verir mi?.. Böyle emrettiği şimdiye kadar hiç oldu mu ki, sana emretsin?…”

Hazret-i İbrahim, bu sözlerden anladı ki, bu sözü söyleyen şeytanın ta kendisidir. Şöyle cevap verdi:

“–Ey Allâh’ın düşmanı, geri dur! Muhakkak ben bu işi yapacağım. Çünkü yüce Hak, bu emri bana verdi. Ben O’nun yüce emrine uyarım.”

O da şeytanı kovdu. Şeytan, yine hüsrana uğradı. O gittikten sonra İbrahim -aleyhisselâm- oğluna;

“–Gel!” dedi.

Bundan sonra İsmail -aleyhisselâm-, babasının arkasından; gülerek, sevinerek, oynayarak gitmeye başladı. Şeytan onun bu hâlini görünce kendi kendine;

“–Bu, henüz çocuktur. Belki onu fitneye düşürebilirim.” diye ümit ederek yanına geldi ve şöyle dedi:

“–Babanla böyle sevinerek nereye gidiyorsun?”

İsmail -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Ziyafete gidiyorum.”

Şeytan ona şöyle dedi:

“–Ziyafete gidiyorum, diye seviniyorsun ama babanın elindeki ip ve bıçağı görmüyor musun? Seni boğazlamaya götürüyor…”

“–Ne için boğazlasın?”

“–Rüyasında gördü. Rabbinden sanıp seni boğazlayacaktır.”

İsmail -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Mademki babam beni boğazlamakla memur oldu. Can baş üstüne.” Daha da fazla sevinerek gitmeye başladı.

İsmail -aleyhisselâm- böyle giderken, şeytan bir söz daha söyleyecek oldu. Ama İsmail -aleyhisselâm-, kızıp yerden bir taş aldı ve şeytana attı. O taş, şeytanın gözüne rastladı. Gözü çıktı. Bundan sonra şeytan; kör-pişman, hüsran içinde kaçıp gitti. Hac ibâdetinin cemerâtı taşlama rükünleri de bu hâdisenin hâtırası oldu.

Mina’ya gelmişlerdi. Hazret-i İbrahim, oğluna şöyle dedi:

“–Ey oğul! Ben rüyamda seni boğazlamakla memur olundum. Bilirsin ki, peygamberlerin rüyası haktır. Ey oğul! Bu işe ne dersin?”

İsmail -aleyhisselâm-, şöyle dedi:

“–Ey benim cümleden daha şefkatli babam, sen memur olduğun vazifeyi yapıp beni boğazla. İnşâallah beni, Allâh’ın emrine itaatkâr ve sabredici bulursun.” Sonra şöyle dedi:

“–Ey baba, bunu bana neden söylemedin? Tâ ki anneme vedâ edeyim. Annelik hakkından ve âhirete dair haklardan helâllik talep edeyim.” Sonra şöyle devam etti:

“–Ey baba, benim senden birkaç arzum var:

• Bir iple ellerimi ve ayaklarımı bağla tâ ki boğazlandığım zaman hareket edip elim ve ayağım size dokunup edebe aykırı hareketle sevabıma noksanlık gelmeye. Çünkü ölüm acısı şiddetlidir.

• Ey baba! Bıçağını bile. Tâ ki tez kesip zahmet vermesin. Benim yüzümü yere çevir. Bıçağı gerdanıma koyduğunda, yüzünü çevirip çok kuvvetle birden çek boğazla. Eğer yüzüme bakarsan, babalık şefkati ağır basar, kesip boğazlayamazsın. O zaman, Allâh’ın emri tehir edilmiş olur…”

Bunları dile getirdikten sonra;

“–Acele olarak, memur olduğunuz işi yerine getiriniz.” diye niyaz eyledi. Bunları dinlerken İbrahim -aleyhisselâm- peygamberin gözlerinden yaşlar indi ve şöyle dedi:

“–Sen ne güzel yardımcısın, ey oğul!”

Bundan sonra İbrahim -aleyhisselâm-, İsmail’in ellerini bağlayıp yanı üzerine yatırdı. Daha sonra iki rekât namaz kıldı. Ağlaya ağlaya mübârek ellerini kaldırıp niyaz eyledi:

“–Ey benim Rabbim! Sen lütuf ve keremin ile benim ihtiyarlığıma ve bu günahsız masumun hâline merhamet eyle…”

İbrahim -aleyhisselâm-, bıçağı çektiği vakit kesmedi. Bıçağı tekrar biledi, gerdanına koyup kuvvetlice çekti. Yine kesmedi. Hattâ çizik bile olmadı. Öfkelenip taşa çaldığı zaman taşı kesti. İbrahim -aleyhisselâm- bıçağa kızdı ve şöyle dedi:

“–Böyle yumuşak eti kesmeyip bu sert taşı kesersin, hayret doğrusu…”

Allah -celle celâlühû-’nun kudreti ile bıçak dile gelip;

“–Ey Allâh’ın Halîl’i gazap buyurma, ateş her şeyi yakarken Nemrud’un yaktırdığı o büyük ateş, sizi neden yakmadı?” diye sordu.

İbrahim -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Yüce Hak ona; «Yakma!» diye emrettiği için.”

Bıçak şöyle dedi:

“–Ey Allâh’ın Halîl’i, kudreti yüce olan Allah, mübârek vücudunuzu yakmaması için ateşe; «Yakma!» diye bir kere emir buyurdu. Hâlbuki siz bıçağı elinize aldığınızdan bu yana yetmiş kere; «İsmail’in vücudundan bir kıl dahî kesme!» diye fermân-ı ilâhî gelmiştir. Nasıl keserim?”

İbrahim -aleyhisselâm- bu hayretengiz işe şaşıp dururken; İsmail -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Ey baba! Bıçağını tekrar bile, boynuma getirdiğin zaman sen ve ben, Allâh’ın adını analım. Bıçağı boğazıma öyle çek…”

Bunun üzerine İbrahim -aleyhisselâm- tekrar bıçağını biledi. İsmail’in mübârek gerdanına koyup çekeceği esnada; yüce Hak, azamet ve celâli ile Cebrâil’e şöyle hitap etti:

“Yâ Cebrâil! Üç bin üç yüz yetmiş senedir cennette kulum İsmail’e fedâ için terbiye olup cüssesi büyüyen koçu alıp kulum İsmail’i bıçak kesmeden yetiş. İbrahim’e şöyle söyle:

«Bu koçu İsmail’e fedâ olarak kurban eylesin; ikisinin de amelini kabul ettim.»”

NÜKTELER

Bu muazzam hâdise ile ilgili bazı nükteler de anlatılır.

Rivâyete göre İsmail -aleyhisselâm-, meseleyi öğrendiği andan itibaren kurban olmaya can atmaya başlamış, bunun için de babasına;

“–Babacığım, emrolunduğun işi çabuk yap.” demişti.

Bunun üzerine İbrahim -aleyhisselâm- oğluna;

“–Ey oğulcağızım, sen bu işin acısını bilmezsin. Onun için acele edersin.” dedi.

İsmail -aleyhisselâm-;

“–Babacığım, eğer benim gördüğümü sen de görmüş olsaydın, benim yerime kurban olmayı isterdin.” dedi.

Babası;

“–Ey gözümün nûru, neler görüyorsun?” deyince;

“–Bütün yer ve gök melekleri sana nazar ediyorlar. Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri ise, bana nazar ediyor. İstiyorum ki, O’nun nazarında can vereyim.” diye cevap verdi. (Peygamberler Tarihi, s. 183)

Yine aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiği de nakledilmiştir:

İsmail -aleyhisselâm- kurban edileceği sırada babasına;

“–Ey babacığım! Sen mi cömertsin yoksa ben mi?” diye sordu.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Ey gözümün nûru oğlum! Doğrusu budur ki, ben daha cömerdim. Zira senin gibi sevgili bir evlâdımı kurban ederim.”

İsmail -aleyhisselâm-:

“–Ey babam! Senin bir oğlun daha var. Onunla teselli olursun. Lâkin benim bir canım var. Onu fedâ ediyorum.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Ey ciğerparem! Ben, senden daha cömerdim. Zira, sen bir anda rûhunu teslim edip kurtulursun. Ama benim acım kıyâmete kadar gitmez. Kendi evlâdımı kendi elimle boğazlayıp, ciğerimi hasret ateşi ile yakmış olurum.”

Baba ile oğul, böyle söyleşirken Hak Teâlâ buyurdu ki:

“–Ey benim dostlarım! Her biriniz cömertlik dâvâsı edersiniz. Ben ikinizden de cömerdim. Size cennetten melek ile kurban gönderdim. Oğlunu sana verdim. Oğluna da canını bağışladım.”

Ey müslüman!

İbrahim -aleyhisselâm-, oğlunun yüzünü yere koydurdu. Kurban edeceği sırada, Hak Teâlâ acıyıp cennetten koç gönderdi. Onu kesilmekten kurtardı. Eğer bir mü’min, farz ve sünnetleri tam bir îman ile yapmak sûretiyle, başını Cenâb-ı Hakk’ın yoluna koyar, emir ve yasaklarına tam bir teslîmiyet gösterirse, Hak Teâlâ onu elbette ateşte yanmaktan kurtarır. (Peygamberler Tarihi, s. 182)

Hazret-i İsmail’i kurban etme emrinin hikmeti, Cenâb-ı Hakk’ın; «Dostum, halîlim…» dediği İbrahim -aleyhisselâm-’ın kalbinden, kendi sevgisinden başka her sevginin gitmesini dilemesiydi.

Nitekim Âdem -aleyhisselâm- cennete gönül bağlayınca oradan çıkarıldı. Havvâ Vâlidemiz’e meyil edince de uzun yıllar ondan ayrı kaldı.

Yâkup -aleyhisselâm-, Yûsuf -aleyhisselâm-’a gönül bağladı. Ondan uzun yıllar ayrı kaldı.

İki Cihan Sultanı -aleyhisselâm- oğlu İbrahim’i sevdi ve Hazret-i Hasan ile Hüseyin Efendilerimize meyletti. Rabbimiz, İbrahim’i aldı, torunlarının başlarına gelecekleri haber verdi. Âişe Vâlidemiz’e muhabbeti vardı, münafıklar iftira ettiler. Mekke-i Mükerreme’ye muhabbet etti. Oradan çıkması, Medine’ye hicret etmesi emredildi. (Peygamber Tarihi, s. 182)

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim ve evlâdının, teslîmiyetini görmek ve bizlere göstermekle iktifâ etti; Hazret-i İsmail yerine bir koç indirdi. Böylce rahmet-i ilâhiye sayesinde, evlât kurban etmek şeklinde bir ibâdet tahakkuk etmedi.

Fakat, canla, malla ve evlât ile fedâkârlık başka şekillerde daima devam etti. Nice mü’minler kendi canlarını Allah yolunda fedâ ettiler. Nice babalar, anneler; evlâtlarını, küffar üstüne, düşman üstüne hiç tereddüt etmeden gönderdiler. Şehâdet de Hazret-i İsmail gibi Allah yoluna başı uzatmaktır.

Hak yolunun yanık dîvânelerinden aktarılan birçok menkıbede; firkate daha fazla dayanamayıp, bir hû deyip, Cemâl-i bâ Kemâle uçup giden nice hak dostunun misali vardır.

Bunun bir misalini de Mâlik bin Dinar Hazretleri anlatır:

Çölde gidiyordum, bir genç gördüm. Hurma ağacının altında namaz kılıyordu. Kendisine;

“–Ey genç! Rûhum seni sevdi. Sana arkadaş olmak istiyorum.” dedim. Bana;

“–Ey Mâlik! Benimle arkadaşlığa dayanamazsın.” dedi.

Yanından ayrılıp Mekke’ye geldim. Daha sonra o genci, Mina mescidinde namaz kılarken gördüm. Namazını bitirdi. Ellerini duânın kıblesi olan gökyüzüne kaldırdı. Gözyaşları arasında duâ etti:

“–İlâhî… Herkes kurbanını kesti. Benim ise nefsimden başka kurban edilecek bir şeyim yoktur. Onu kurban ederek, onunla Sana yaklaşmak istiyorum.” dedi ve parmağını boğazına sürüp can verdi.

En hayırlı kurban işte budur. Nefislerini Allah Teâlâ’da yok etmiş; «Ölmeden önce ölünüz.» emri gereği nefs-i emmârelerini Allah için yok etmişlerdir. (Kurban ve Fazîletleri, s. 124-142)

KURBAN BAYRAMI BUGÜN…

Evlerde heyecan var,
Kurban Bayramı bugün…
Gönülden Hakk’a yalvar,
Kurban Bayramı bugün…

Kurbanlıklar hep meler,
Gözlerinde sürmeler,
Kullar rızânı diler,
Kurban Bayramı bugün…

Hakk’a yöneliş günü,
Fakirlerin düğünü,
Mübârek bil bu günü,
Kurban Bayramı bugün… (Gülzâr-ı İrfan)