EĞİTİM ALDANMAKTIR!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Eğitimde;

Aldanmak unutuldu; aldatanlar çoğaldı.

Aldanmak unutuldu; tefekkür, aklın tozlu raflarına tıkıldı, tıkandı.

Aldanmak unutuldu; üretim şişti, verim düştü.

Bu hâl üzerine;

Tefekkür kitabı, çocuklarıyla depreme yakalanmış yaralı bir anne gibi can havliyle yerinden sıçradı.

Kendi kendine;

“–Tozlu raflarda boş boş ağlamanın bir faydası yok. Kalkıp insanların imdadına koşayım. Muzdaripleri ziyaret edeyim. Dertleşeyim. Sadrımdaki satırları çevreme de aktarayım, hem de bilgilerimi tazeleyeyim, tecrübelerimi artırayım.” diye düşündü.

Nereye, kime, kimlere, derken, baktı; hemen yanı başında bir okul var.

Heyecanla oraya yöneldi.

Girişte, dışında cilâ, içinde lâ dolu boğuk bir adam gördü. Sıcak bir selâm verdi:

–Ne güzel bir işin var! İlim yuvasında kale kapısı gibi bir vazife.

–Öyle de, kıymet bilen yok.

–Niye?

–Bu kadar sıkıntı çekiyoruz, nafile.

–Memnun değilsin yani!

–Evet, yıllarım boşa gitti!

Tefekkür kitabı şaşırdı. Hakikate âmâ bir şekilde ters ve yanlış düşünmenin; nimeti afet, afeti de nimet gibi hissettirmesine hayret etti. O vaziyette öğretmenler odasına girdi. Bir daha şaşırdı. İçerisi kahvehane gibiydi. İliştiği masada iğreti kalmıştı. En yakınında bulunan ve uyuklar gibi oturan suratı asık, yaşlı bir öğretmene sordu:

–Yüzünüz niye asık?

–Niye asık olmasın! Ömrümü eğitime verdim, ama elde sıfır!

–Onca insan yetişiyor.

–Artık yetişmiyor, sadece tükeniyor. Hoca da talebe de tükeniyor.

–Çare sizde değil mi?

–Çare bizde de.

–Eee?

–Artık çıkmaz sokak. Elma ekiyoruz, patlıcan oluyor. Patlıcan eksek, ısırgan otu…

–Yine de ümit!

–Ümit diye diye, çok aldandık.

Tefekkür kitabı, tam cevap verecekti ki yan taraftan yükselen gamsız bir kahkaha dikkatini çekti. Hayli rahatsız ediciydi. Mecburen o tarafa dönerek sordu:

–Ne kadar şen bir kahkaha! Keyfiniz yerinde.

–Elbette yerinde. Karamsar mı olayım?

–Karamsar olmayın tabiî. Fakat iş gamsızlığa varırsa.

–Varırsa varsın. Umurumda değil.

–Neslin hâli, gidişâtı ve terbiyesi sizi endişelendirmiyor mu?

–Ben, dersime bakarım, gerisi masal.

–Niçin?

–Çünkü bahsettiğin endişe, enayilik! Aldanış dolu. Kuzu zannettiğin, canavar çıkıyor.

Tefekkür kitabı, gitgide daha bir şaşkınlaşıyordu. İleride biraz akıllı başlı görünen lâcivert takımlı birini fark etti. Elinde hayli kitap vardı. Ümitlendi:

–Okumayı seviyorsunuz herhâlde?

–Kafamı dağıtacak magazin şeyler olursa.

–Ciddî eserlerle aranız yok mu?

–Benim kendi ciddîliğim yeter. Üstüne bir ciddîlik daha kaldıramam. Kusura bakma, en sevmediğim kitap da, tefekkür kitabı.

–Niye?

–Çünkü okunanlarla yaşananlar birbirinden o kadar ayrıldı ki; arada gel-git, git-gel, insan harap oluyor.

–Bu işte terlemek normal değil mi?

–Normal ama, sonunda Donkişot kesilip aldanmak da, fazla anormal.

Tefekkür kitabı, sustu.

Herkes aldanmaktan şikâyet ediyordu.

Dinlediklerini düşündükçe içindeki sayfalar buruşmaya, şîrâzesi zonklamaya başladı. Mahzun bir şekilde idare odasına yöneldi. Orada üç kişi vardı. Toplantı hâlindeydi. Yığınla kâğıt arasında kendisini fark etmediler bile. İçlerinden orta yaşlı olanını gözüne kestirdi ve tam önüne düştü. Adam onu görünce elindeki kalemi bıraktı. Ortadan bir sayfa açarak sordu:

–Ne zamandır buraya ilk defa geldin, hayrola?

–Tozlu raflarda sıkıldım.

–Burası daha sıkıcı. İdare odası, malûm.

–Önceden en fazla burada bulunurdum. Buranın demirbaşıydım.

–Gerek kalmadı.

–Niye?

–Niyesi var mı? Sınıfta kalmak yok. Okuldan atmak yok. Kimseye karışmak yok. Sorumlu talebelik yok. Zorluk yok. Mecburiyet yok. Suç yok. Disiplin yok. Adamı adam edecek ne varsa; yok, yok, yok… Artık bilgiyi ve aklı pişirmek değil, şişirmek zamanı.

–Ama?

–Amayı geç. Her şey eskidendi. Dün Sinan yetiştiren koridorlar, şimdi sadece kantine çıkıyor. Dün Barbaros yetiştiren limanlar, şimdi plâja döndü. Dün Kanunîler, Bâkîler yetiştiren hakikat satırları; şimdi fareler tarafından kemirildi, okunmaz oldu.

–Fakat?

–Fakat deme; tekrar rafa dön ey tefekkür kitabı! Anladın; sana ihtiyaç kalmadı bu odada.

–Öyle diyorsun da; aklı olan her baş, tefekküre muhtaç değil mi?

–Muhtaç belki, fakat düşünceli hareket, birçok aldanışlar doğuruyor.

–Yani sen de aldanmaktan yana dertlisin!

–Hem de nasıl!..

Tefekkür kitabı, şahit olduğu bu manzarayı oldukça garipsedi. Her çeşidine rastlamıştı, böylesine ilk defa rastlıyordu. Merak ve alâkası, sayfaları kül edecek gibi alevlendi. Ne olursa olsun tozlu rafına geri dönmeyi düşünmüyordu. Hocasından talebesine, tüccarından müşterisine, zengininden fakirine, sanatkârından sarhoşuna pek çok kişiyi dolaştı.

Güvenmeyi kaybetmiş birine sordu:

–Neden insanlara güvenmiyorsun?

–Aslında bütün benliğimle güveniyordum.

–Sonra?

–Öyle bir aldandım ki; artık önüme buz koysalar, acaba sıcak mı diye üflerim.

–Güvenmemek, pek çok faydadan mahrum bırakmıyor mu?

–Bırakıyor tabiî, fakat güvenmek, felç ediyor.

Samimiyetsiz birine sordu:

–Niçin için-dışın bir değil?

–Duymadın galiba. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

–Olsun, doğruların yardımcısı Allah’tır!

–Fakat insanlar, doğruların düşmanı.

–Hepsi değil.

–Değilse de, olduğum gibi göründüğüm an, başıma gelmedik kalmıyor.

–Sabretsen olmaz mı?

–Ne sabrı, düpedüz aldanmak olur!

Tembel birine sordu:

–Niye çalışmıyorsun?

–Çalışıp da ne yapacağım? Çalışmadan taa nerelere ulaşmış bir sürü insan var. Çalışmakla olsaydı, onlar oralarda olamazdı. Çalışmakla olsaydı; yirmi dört saat çalışan adam, on dakika çalışandan daha fakir düşmezdi.

–Bunlar imtihan îcâbı. Cevaplara göre herkes hesaba çekilecek!

–Ben de bir zaman öyle diyerek çalışmayı denedim, fakat baktım vaziyet hep ifade ettiğim gibi.

–Yani?

–Milletin çalışmadan elde ettiğini ben çalışarak elde edersem kendimi enayi hissediyorum.

–En iyilik, enayilik olur mu?..

–Aldanınca oluyor maalesef.

Bencilliği seçmiş olan birine sordu:

–Egoist yaşamak, ruh bozukluğu. Çekilmez bir girdap. Bu seni boğmuyor mu?

–Aksine. Bugün artık insanlar insanı boğuyor.

–Niye?

–Gerçek dost bulmak zor. Kimse istediğin gibi çıkmıyor.

–Bu düşünce de bencilce değil mi?

–Hiç olmazsa aldanmaktan daha iyi.

Tefekkür kitabı, konuştuğu herkesin «aldanmak» bahsinde bunca feryadına ve yılgınlığına neredeyse hak verecek vaziyete gelmişti. Yine de içinde bir ümit mumu vardı, titrek titrek yanıyordu. Üzerinden geçen, kış fırtınası gibi yaklaşımlara rağmen; etrafına baktı, çırpınarak baktı.

Ne yazık ki, tozlu rafına dönmekten başka çaresi kalmamış gibiydi. İsteksizce kütüphanesine doğruldu. Rafına yöneldi. Tam yerine sıçrayacaktı ki, birden fark etti:

Her nasılsa herkes oraya gelmişti. İlgilenmiyor gibi olsalar da bu geliş, hayra alâmetti. İçlerinde ümit dolu birini gördü. Cam kenarında vakarla ve edeple oturuyordu. Daha önce hiç görmemişti. Eli kalemli, sözü kitaplı, gözü ibretli, özü kaynayan biriydi o.

Tefekkür kitabı, birden canlandı. Ona doğru kanatlandı. Söyleyecek bir sürü güzel cümleler hazırladı.

O sırada;

Ön camdan içeri bir başka misafir süzüldü.

Mânâ bülbülü.

Onu görünce herkes sustu.

Herkes susunca, o konuştu:

“Ey dostlar!

Aldanmamak için ne hâllere düştünüz. Böylece fena aldandınız.

Aldanmamak uğruna, bu kadar aldanış yeter!

Bu kadar ziyan, şu vakte kadar onca kaybediş kâfî…

Ey dostlar!

Eğitimin ayrı bir sırrı var.

Her şeyi bilseniz de bilemediğiniz bir sırrı!

Öyle bir sır ki;

O öğrenilmezse bütün bilgiler boşa gider. Onu bilmeyen, her şeyi bilse de ancak cahil olarak yaşar.

O sır;

Kaçtığınız şey.

Kaçamadığınız bir hakikat:

Aldanmak.

Ey dostlar!

O sır, aldanmayı bilebilmektir.

Aldanmayı öğrenin! Tam öğrenirseniz, aldanmayacak nesiller yetiştirirsiniz.

Bir an önce;

Şikâyetleri bırakın da aldanmaya râzı olun.

Ona râzı olan kimse, aldanışı sayısız da olsa yorulmaz; en nihayet yokların içinde bile yetiştireceği nice Fatihler bulur, nice Selimler bulur, nice Yûnuslar bulur, nice Hüdâyîler bulur, nice Bâkîler bulur.

Buna mukabil;

Aldanmaya bir türlü râzı olmayanlar ise, eğitim boyunca emeklerinin boşa çıkacağını düşünerek tıkanır da tıkanır. Önünde binlerce Fatih namzetleri de olsa görmez, göremez. Görmediği, göremediğinden ötürü de, tam anlamıyla bir kişicik bile yetiştirmeye muvaffak olamaz.

Ey dostlar!

Eğitmek için aldanın!

Bu aldanış; mağlûbiyet değil, galibiyettir. Siz onu yenilgi zannettiğiniz müddetçe, yılgınlık ve başarısızlığa mağlûp düşersiniz.

Eğitimde hedef açısından biri sizi aldatsa, sonra biri daha aldatsa, sonra biri daha aldatsa; yine gayret ve aşk, ümit ve netice, mes’ûliyet ve hizmet kapılarınız açık kalsın. Doksan dokuzuncudan sonra biri denk gelir ki, yüz kişiye değil milyonlara bedel olur. Ecdat, bütün dâhîlerini hep bu şekilde yetiştirmiştir. Dehânın gözlerini kamaştıran bütün büyük âlimleri, yenilmez cihangirleri, erişilmez sanatkârları, eşsiz mâneviyat sultanlarını hep böyle keşfetmiş ve yetiştirmesini bilmiştir.

O hâlde;

Aldanmasını bilin ey dostlar!

Fakat;

Aldanan insanın içinde yağ birikmesi olur. Kaskatı bir yağ. Onu eritmeden, nefsi rahat etmez. Ama onu eritince de üzerine basar basmaz ayağı kayar.

Bu sebeple eğitim, içinin yağını eritmemeyi de başarabilmeye bağlıdır. En ağır problemler ve en zor meselelerde de olsa; eriyen bir iç yağı değil, itidal gerek.

Tabiî, ham nefis buna çıldırır. Engel çıkartır.

Dolayısıyla;

Aldanmayı başarabilmek için, önce nefsi alt etmede muvaffak olmak gerek.

Çünkü nefsi mağlûp edebilmek, bütün galibiyetlerin önünü açar.

Bu da;

Haklı bile olunsa bazen yenilmesini bilmekten ve bu yenilgiyi de gönül huzuru ile hazmedebilmekten geçer. Zalim değil mazlum olabilmekten geçer. Mademki, zalim, nefse uyup mağrur olan; mazlum da nefse uymayıp mağdur olan kimsedir; elbette Allah, mağdurun dostu ve yardımcısı, mağrurun ise düşmanı ve kahredicisidir.

Şimdi ey dostlar!

Galibiyet isterseniz; gerçeğini, gerçek olan galibiyeti isteyin.

Allah dilerse, gözü kapalı bir şekilde mağlûp olun. Ancak O dilerse galip olun. Yani galibiyetiniz de mağlûbiyetiniz de sadece O’nun istediği gibi olsun. Kendi istediği gibi yapmaya kalkışan bilsin ki; galibiyet sandığı şey, aslında mağlûbiyetten ibaret; mağlûbiyet sandığı şey de aslında galibiyetten ibaret. Şeytan bunu göremedi, galip olayım derken mağlûp oldu. Kazanacağını zannetti, kaybetti. Hakk’ın dediğini yaptığı takdirde kaybedeceği endişesine kapıldı, oysa kazanacaktı.

Hazret-i Nûh’un oğlu Ken’an da, ilâhî takdire boyun bükmedi, dağın tepesine kaçtı. Kurtuluşu dağda sandı. Ancak koca dağ, ona karnı aç bir çukur kesildi ve Ken’an, o çukurda boğuldu gitti. Fakat Hazret-i Yûsuf, Hakk’ın takdiri karşısında kuyuya düşmesini bildi. Bildi de Mısır tacını giydi. Sanki o kuyu, Hazret-i Yûsuf’un ayakları altında onu zirvelere çıkaran yüce bir dağa dönüşmüştü.

Yani;

Hakk’ın buyruğu; bizim gözümüze apaçık bir kayıp gibi görünse bile, hakikatte büyük bir kazançtır. Bu noktada en ağır kayıp bile; O’nu dinlemiş olmanın kazancı bereketiyle, en büyük kâr ve en muazzam kazançtır. Lâkin o buyruğu dinlememek; bizim gözümüze göz kamaştırıcı büyüklükte muhteşem bir zafer görünse bile, en berbat mağlûbiyetten başka bir şey değildir.

Ey dostlar!

O buyruğu dinleyeni, ateş yakmadı.

O buyruğu dinleyeni bıçak kesmedi.

O buyruğu dinleyeni, yer-gök dinledi ve itaat etti.

Hâsılı ey dostlar!

Bu dünya dershanesinde aldanmak zannettiğimiz şeylerin, bilmeli ki, sadece adı aldanmaktır.

Hakikati ise;

Aldanmamanın ta kendisi.

Çünkü;

Eğitimde ve Allah yolunda aldanmak; nefsi dinlememek ve şeytana uymamak üzerine inşa edildiği için, asla aldanmak değildir ve neticesi de hiçbir zaman pişmanlık olmaz.

Hani;

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, namaza başlayan kölelerini âzâd ediyormuş. Bunu gören bazı köleler, yalancıktan namaza sarılmaya başlamışlar. Hür kaldıktan sonra da, bazısı -tabiî- eski hâllerine devam. Yakın dostları, Hazret-i Abdullâh’a demişler ki:

–Köleler seni aldatıyorlar. Güya senin koştuğun şartı yerine getiriyorlar, ama hür olduktan sonra bazıları için eski tas eski hamam. Onları bedavadan hür bırakmak, zarar değil mi?

Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri, şu mânidar cevabı vermiş:

–Ben Allah için aldanıyorum. Hiçbir zararım yok.

İşte böyle ey dostlar!

Allah için;

Eğitimde de, hizmette de, ticarette de;

Bu şekilde;

Aldanalım ki, aldanmayalım…”