MUHABBETİN KAYNAĞI FEDÂKÂRLIK

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Muhabbetin kantarı fedâkârlıktır… Îmânın gücü fedâkârlık nisbetindedir. Allâh’a ve Rasûlü’ne olan muhabbetimiz; bize canımız, malımız ve her türlü imkânımızı Allah yoluna seferber etmek husûsunda ne ölçüde fedâkarlık yaptırabiliyorsa, muhabbetimizin kuvveti, kıvâmı o derecedir.

Rabbimiz, bize bu hususta fiilî kıstas olarak muhâcir ve ensârı örnek gösteriyor. (et-Tevbe, 100) (Sır ve Hikmet -2,- s. 51)

Dergimizin bu ayki konusu fedâkârlık… Fedâkârlığı yapabilmek için insanların dertleriyle dertlenmek; hayvanları, çiçekleri, ağaçları, toprağı, vatanı, bayrağı… kısacası yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek gerekir. Sevince düşünürsünüz.

Karlı bir kış gecesi tatlı uykunuzun arasında sokaktaki kedinin canhıraş bir sesle miyavladığını; «Ben dışarıda kaldım, karnım aç!» dediğini duyar gibi oldunuz. Tatlı uykunuzdan uyanıp, bahçeye inebiliyor, balkonunuzun altına bir kutu koyup onu içine yerleştiriyor ve karnını doyurabiliyorsanız veya bahçenizdeki sardunyaların donacağını düşünerek bir naylon torbayı saksılarınıza geçirerek bağlıyor, onları donmaktan kurtarıyorsanız… yaptığınız fedâkârlık îmânınızın gücündendir.

«Bu soğuk havada uyanıp, sıcak yatağı terk etmek bana mı kaldı?» diyerek yorganı başınıza çekip, gelen seslere kulak vermiyorsanız; içinizdeki ince duyguların yavaş yavaş sizi terk ettiğini fark etmeyeceksiniz.

Zaman zaman vazifeyle fedâkârlığı farkına varmadan birbirine karıştırırız. Bir doktorun mesai saatinde hastalarına dikkatli bakması, öğretmenin dersini çocuklar anlayana kadar tekrarlaması, ev hanımının evdeki işleri yapması, evdeki çocukların-gençlerin okula gittikleri hâlde evdeki bazı işlere yardım etmesi… sorumluluklarını yerine getirmesidir.

Fedâkârlık; doktorun öğle tatilinde dinlenirken âcil bir duruma müdahale etmesi, hastaların dertleriyle dertlenmesidir.

Hikâyesi anlatılan bir doktor vardır. Yöre halkı onu unutmamıştır. Bir destan gibi yaptıkları yıllarca anlatılır:

Tatilde gittiği memleketinden topladığı paralarla köy camisini tamir ettirmiş, yöre halkıyla çalışmış, döşedikleri borularla caminin önüne bir çeşme yapılmasını sağlamıştır. Okuma bilmeyen annelere okumayı öğretmiş, evlerde sohbetler düzenleyerek halkı sağlık konularında aydınlatmıştır. Gençlerle beraber diktiği ağaçlar, o gittikten sonra meyve vermiştir.

Bir öğretmen tanımıştım. Köy öğretmeni… Derslerinin dışındaki zamanını köylülerle beraber geçirmiştir. Geldiği gün, aldığı boyalarla okul boyanmış, okul bahçesine ektikleri sebzeyi pazarda sattırarak öğrencilerin ve okulun bazı ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamıştır. Okul yoluna, köy halkıyla birlikte diktiği fidanlar büyüyünce çocuklar için serinleme, dinlenme yeri olmuştur. Tatilden dönerken getirdiği hikâye kitaplarını çocuklara dağıtır; maddî durumu iyi olmayan çocukların ihtiyaçlarını gizlilik içinde karşılar; evleri dolaşır, yöre halkının her derdine çare olmaya çalışırdı. Şehirdeki maddî durumu iyi olan bir hayırseverle dost olmuş, çocuklara saz aldırarak bir okul korosu kurmayı başarmıştı.

Anlattığımız hikâyeler yurdumuzun her yöresinde var. Onlar, isimsiz kahramanlarımız. Yalnız doktor, öğretmen değil; fedâkâr polislerimiz, kumandanlarımız, cami hocalarımız, çiftçilerimiz, iş adamlarımız, kadınlarımız ve anlatılmayan hikâyeleri…

Basınımız, televizyonlarımız fedâkârlığın hikâyelerini anlatmıyor. Dizilerimiz, birbirini aldatan, ahlâksızlıkların içinde olanların hikâyelerini konu alıyor.

«Fedâkâr insan nasıl yetişir?» sorusunun cevabını, çevremde olan fedâkâr insanlara bakarak bulmaya çalıştım. Hepsinin hayatında yer eden öğretmenleri, aileleri ve komşuları var. Çocukluklarında okudukları hikâyeler, romanlar, seyrettikleri filmler de kendilerini etkilemiş.

Günümüzde çocuklar ve gençler örnek alacağı insanlardan uzak yaşıyorsa; çevre ve dizilerdeki kahramanlar, örnek alınacak kahramanlar değilse onları bencillikle suçlamamız mümkün olabilir mi?

“Biz çocuğumuza dînî eğitimi veriyoruz…” diyerek kendilerini rahatlatan büyüklerin sesini duyar gibiyim. Mesele dînî eğitimi vermekle bitmiyor. Anne, baba, büyük ve öğretmen olarak örnek olabiliyor muyuz?

Ev hanımı olan bir doktor eşi tanımıştım. Maddî durumları oldukça iyiydi. Yazlıkta bahçelerinden topladığı meyveleri reçel, sebzeleri türlü yapar, bunları hayır kurumlarının kermeslerinde satardı.

Emekli bir öğretmen tanımıştım. Evden dışarı pek çıkamıyordu. Özenerek ördüğü kazakları, atkıları; giysinler diye çocuk yuvalarına gönderirdi.

Bir öğretmen tanımıştım; maaşının büyük bir bölümünü, hikâye kitabı almak için ayırır, köy okullarına yollardı.

Bir iş kadını tanımıştım. Fabrikasında işçilere örnek olmak için on yıllık mantosunu giyer, marka olmayan çanta kullanır, kışın aldığı giysileri çalışanlarıyla beraber paket yapar soğuk bölgelerdeki okullara yollarlardı. Fabrikasında çalışanları bir öğretmen gibi her konuda eğitirdi.

Fedâkârlık, işinin dışındaki sosyal konularla da ilgilenmektir. Bir mimar, bir mühendis, bir doktor, bir öğretmen velhâsıl bir vatandaş; yaşadığı şehrin düzeninden, temizliğinden, vatandaşların davranışlarından da sorumludur ve fedâkârca yorulmadan çalışarak, vatandaşlık görevini yapmalıdır.

Bir sabah erkenden üst kat komşum telefon etti;

“Ayla Abla falanca kanalı aç ve Sultanahmet Camii’nin arkasındaki ucûbeleri gör ve konuşulanları dinle.” dedi.

Programı seyrederken Sır ve Hikmet -2- kitabında okuduğum aşağıdaki bölümü hatırladım:

Tevâzu ile Gelen İhtişam…

Sultanahmet Cami;

Lekesiz bir ihlâsın dünyada bile asırlarca süren ihtişamı.

Bunun bir de âhiretteki ihtişamını düşünürsek; muazzam ve ebedî bir saltanat müşâhede ederiz. Yani I. Ahmed’in dünyada hiçlik hâlinde mütevâzı hayatı, âhirette ebedî bir ihtişam.

O Sultan I. Ahmed ki, zaman zaman tebdîl-i kıyafet ile inşa ettiği o muhteşem caminin yapımında amelelikte bulunmuştur…

Cenâb-ı Hak sâlih kullarının mütevâzı hâllerine verdiği kıymeti şöyle ifade buyuruyor:

“Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar.” (el-Furkān, 63) (Sır ve Hikmet -2-, s. 137)

Program bittikten sonra, Sultanahmet Camii’ni görebileceğim bir yere gittim, uzun uzun seyrettim. İki gökdeleni zamanında görüp de çare bulmayanların hepsinden I. Ahmed yaşasaydı hesap sorardı, zaten cesaret edip yapamazlardı.

Ebedî âlemde sorulacak hesabın vebâlinden kurtulmak mümkün mü?

Yazmakla sorumluluğum bitmiyor. Osmanlı’ya hayranlığını her fırsatta dile getiren bir Başbakanımız var. Gruplar kurup giderek, mektuplarla, maillerle ulaşmalıyız. Kars’ta dikilen anıt «ucûbe» olarak nitelendirilmiş ve yıkılmıştır. Minarelerin arkasından görünen iki ucûbe gökdelen de biz camimize sahip çıkarsak yıkılabilir.

Bu konudaki fedâkârlığımız bizi hesap vermekten kurtarabilir.