En Büyük Öğretmenlerimiz PEYGAMBERLER VE FEDÂKÂRLIK

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Fedâkârlık denilince ilk akla gelen peygamberlerdir elbette. Ümmetlerinin öğretmeni olan peygamberler; onlara âlemin ve kendilerinin varlık amacını, yaratıcılarıyla nasıl bağ kuracaklarını, hangi ilke ve prensiplere bağlı kalacaklarını, güzel ahlâkı ve daha birçok şeyi öğrettiler. Bu vazifelerini yerine getirmek için ömürleri boyunca çok büyük fedâkârlıklara katlandılar.

Meselâ Hazret-i Nûh’u ele alalım:

Kur’ân-ı Kerim, 950 sene kavmini Hakk’a davet ettiğini bildiriyor. 950 sene dile kolay. Üstelik bu, sadece tufana kadar kavminin içinde kaldığı süre. Davetine icâbet eden az sayıda kişiyle birlikte tufandan kurtulup karaya çıktıktan sonra vazifesine ne kadar süre daha devam etti, bilmiyoruz. 950 sene boyunca kavminin ekseriyetinden devamlı alay, hakaret ve engelleme görmesine rağmen vazifesini sürdürmesi gerçekten büyük bir mes’ûliyet şuuru, azim, kararlılık ve fedâkârlığın göstergesidir.

Bu fedâkârlığın içinde Hazret-i Zekeriyya, Hazret-i Yahya ve -Kur’ân’ın ifadelerinden anladığımız üzere- ismini bilmediğimiz daha birçok peygamberde görüldüğü gibi gerektiğinde can vermek de vardır.

Bedeli bu kadar ağır olan ve karşılığında hiçbir dünyevî menfaat olmayan bu ağır mes’ûliyetten, Allâh’ın izni olmadan re’sen çekilmek de söz konusu değildir. Kavminin inanmasından ümit kesip vazifesinin bittiğini düşünerek peygamber gönderildiği bugünkü Musul civarında bulunan Âsurlular’ın pâyitahtı Ninova’dan ayrılan Hazret-i Yûnus’un macerasını hepimiz biliriz. Mûcizevî bir şekilde yaşatıldığı balığın karnından sâlimen çıktıktan sonra yeniden aynı şehre dönüyor, sonunda kavmi de ona inanıyor…

Peygamberlerin kendilerine inanmayanlara gösterdikleri sabır ve tahammül, ancak Allâh’ın kararıyla sona buluyor. Allah Teâlâ; peygamberlerin mesajlarını yeterince duyurup anlattıklarına, insanların artık mazereti kalmadığına karar verdiğinde, peygamberler ve onlara tâbi olanlar inanmayanlardan ayrılıyor. Hazret-i Nûh, Hazret-i Hûd, Hazret-i Sâlih, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Lût, Hazret-i Şuayb ve Hazret-i Musa’nın Kur’ân’da zikredilen kıssalarından anlaşılan budur!

Peygamberlerin çektiği cefâ, kendilerine tâbî olanlarla birlikte inanmayanlardan ayrıldıktan sonra da bitmiyor.

Hazret-i Musa’yı düşünelim:

Firavunlar tarafından piramitlerin inşası gibi ağır işlerde köle gibi çalıştırılan, yine de tehdit olarak algılandıkları için erkek çocukları kundakta iken katledilen ve devamlı ezilip hor görülerek şahsiyetsizleştirilen İsrâiloğulları; Hazret-i Musa’nın gönderilmesinden sonra, bu zor durumlardan kurtulmuş olmalarına rağmen, Mısır’da çektiklerini ne çabuk unutmuş ve Hazret-i Musa’ya ne çok eziyet etmişlerdir. Kızıldeniz’in sularının yarılıp kendilerine kupkuru bir yol açıldığını ve bu sayede karşı sahile sağ-sâlim geçtiklerini, Firavun ve ordusunun ise boğulup helâk olduğunu gözleriyle gördükleri hâlde, yolları üzerinde rastladıkları putlara tapan bir kavme özenip kendilerinin de tapınacakları putlarının olmasını Hazret-i Musa’ya söylemekten çekinmemişlerdir!

Hazret-i Musa Tûr-i Sînâ’da iken buzağıyı tanrı edinmişler, gözleriyle görmedikçe Allâh’a inanmayacaklarını söylemişler ve onlara va‘dedilen topraklara girmek için savaşmaları gerektiğinde Hazret-i Musa’ya;

“Sen ve tanrın gidip savaşın, biz burada oturacağız!” demek küstahlığını göstermişlerdir! Peygamberler içerisinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en çok benzeyen Hazret-i Musa; onların bu karaktersiz tutumları, yanlış îtikadları, korkaklık ve inatçılıkları yüzünden ölene kadar çölde yaşamak zorunda kalmış ve çölde defnedilmiştir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına baktığımızda da fedâkârlık konusunda örnek alacağımız birçok hâdise görüyoruz. Mekke devrinde maruz kaldığı alay, hakaret, boykot; Tâif dönüşünde taşlanışı, yurdundan çıkmak zorunda kalışı… Medine’ye hicret edip inançsızlardan ayrıldıktan sonra da çilesi bitmiyor. Yahudi kabîlelerin ahidlerine sâdık kalmayışı, münafıkların eziyetleri, çevredeki müşrik kabîlelerin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den istedikleri talim ve irşad heyetlerini hâince ve gaddarca öldürmeleri; bütün bunların birlik oluşturarak Medine’deki îman ışığını söndürmek için saldırmaları; Bedir, Uhud ve Hendek savaşları…

Bir insan düşünün… İnsanları nesiller boyu alışmış oldukları düşünce, inanç ve yaşayışı bırakmaya ve yepyeni bir şeye bağlanmaya çağırıyor… Üstelik bu çağrıyı kabul etmeleri durumunda onlara dünyanın efendileri olmayı va‘dediyor… Bu yoldan dönmesi için teklif edilen krallık, mal-mülk, kadın vb. şeyleri reddediyor ve bu uğurda her türlü ezâ ve cefâya yıllarca göğüs geriyor… Hâlbuki bu işe giriştiğinde O, yapayalnızdır… Henüz O’na inanan kimse yoktur… Kimse de inanacağını beklememektedir… Böyle yapayalnızken bu kadar büyük bir dâvâyı omuzlamak ve inançla, kararlılıkla sürdürmek ancak peygamberlerin tâkat getirebileceği bir yüktür.

Biraz da O’nun eğittiği toplumun nasıl olduğunu düşünelim… Hadis kitaplarında anlatılan hâdise hepimizin malûmu: Bedevînin biri Mescid-i Nebevî’ye gelir ve bir köşeye bevletmeye başlar. Hâliyle ashâb-ı kiram derhâl kalkıp adama engel olmaya çalışırlar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara bırakmalarını ve adamın işini bitirmesini buyurur. Daha sonra da bir kova su getirip temizlemelerini emreder.

Bu örnek, O’nun gönderildiği toplumun yaşayışını gösteren çok güzel bir örnektir. İşte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bu kadar serbest davranan, hürriyetine son derece düşkün, kabîle taassubuna sahip olan, kan dâvâsı güderek yıllarca savaşan, şerefini lekeleyecek bir duruma düşmeye sebep olur diye kız çocuklarını diri diri gömen, birlik ve beraberlik rûhundan uzak bir toplumu 23 yıl gibi kısa bir süre içerisinde dünyanın en güçlü ve en dinamik toplumu hâline getirmeyi başarmıştır. Dünya tarihinde böylesine hızlı gerçekleşmiş ve kalıcı olmuş bir başka sosyal değişim örneği yoktur.

Evet, tarihte Cengiz ve hanedanı gibi çok daha büyük siyasî oluşumlar görülmektedir ve bunlar çok hızlı da gelişmişlerdir, ancak kalıcı olamamışlardır. Sosyal hayat üzerinde kafa yoran nam salmış hangi ideolog, sosyolog veya filozof böyle bir sosyal değişime yön verebilmiştir? İnsanların yapmaya alışmış olduğu bir bid‘atı reddetmenin bile; ilim adamları için ne kadar zor olduğunu, bu sebeple çoğu zaman görmezden geldiklerini düşününce; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gerçekleştirdiği bu muazzam inkılâbın, O’nun en büyük mûcizelerinden ve getirdiği Kur’ân’ın i‘câzının en önemli delillerinden biri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vazifesini yapabilmek için savaş da yapmıştır. Ancak O’nun savaşları, kuru cihangirlik dâvâsı gütmek için değildi. Ayrıca yaptığı savaşlarda ölen insan sayısı da son derece azdır. O, bu büyük değişimi; engin merhamet ve hoşgörüsüyle insanları Hakk’a davet etmek, onlara doğruyu göstermek sûretiyle yaptı. Kısacası O, en büyük öğretmendi. Bu hakikat Kur’ân-ı Kerim’de hep vurgulanır.* Biz onlardan birinin meâlini vermekle iktifâ edelim:

“Allah îman edenlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları temizleyen, daha önce apaçık bir sapıklık içindelerken Kitâb’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilik etti.” (Âl-i İmrân 3/164)

Allah bize, O’na lâyık ümmet olmamızı nasip etsin!

Not: Öğretmenlerimizi anmışken 14.10.2011’de Siirt’te beyin kanaması geçirerek Batman’da yoğun bakıma alınan ve bütün müdahalelere rağmen 25.10.2011’de ecel şerbetini nûş ederek memleketi Siirt/Tillo’ya defnedilen çok değerli hocamız Nurettin Can Bey için Allah’tan rahmet diliyor, başta ailesi olmak üzere, öğrencileri ve sevenleri için sabr-ı cemîl niyâz ediyor ve bütün okuyucularımızdan duâ bekliyorum.
___________________

* Meselâ bkz. el-Bakara, 2/151; el-Cumua, 62/2.