BAYRAMLARIN HAKKINI VERİYOR MUYUZ?

YAZAR : Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Bayramı şükür ve teslîmiyet olarak ele alır ve cemaat rûhunu yaşatmaya çalışırsak ne âlâ! Yoksa eğlenme, tatil ve toplumdan uzaklaşma olarak anlarsak sorumluluktan kurtulamayız.

Aslında yurt içindeki ve dışındaki müslümanların ve insanlığın durumuna yakînen baktığımızda, bayram yapmaya hakkımız olmadığını acı acı hissederiz.

Bugün ne acıdır ki, işin sadece maddî tarafını incelemekle görevli kalkınma uzmanlarınca; hırsızlık, gasp ve soygunda nasıl parmak ısırtacak hâle geldiğimiz hususu masaya yatırılmıyor. Cinayetler ile hırs ve kinin ayyûka çıkması; fakat iletişimin âdeta kopma noktasına gelmesi, nefis ve şeytana bayram yaptırıyor.

Maalesef mânevî değerlerden mahrum, dünya ve cehalet sarhoşluğuna gırtlağına kadar daldırılan ve başıboş bırakılan neslin alacağı hâl budur. Necip Fazıl yıllar önce bu yaraya şöyle parmak basıyordu:

Vatanımda sular akar, başıboş…
Herkes, birbirini kakar, başıboş…

Bozkırdan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş…

Yanmaz da yürekler güneşe atsan,
Bir kibrit, bir orman yakar, başıboş…

Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş…

Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş…

Allâh’ım sen acı bu saf millete,
Akşam yatar, sabah kalkar, başıboş…

Şu hâlde bize eğlenme nâmına bayram değil; ciddî bir muhasebe, ağlama ve istiğfar ile kendimize dönüş gerekiyor. İdarecisinden sokaktaki adama kadar her birimiz hareketlerimizi sîgadan geçirmeliyiz.

Hepimiz kurbanın asıl mânâsını biliyor ve zaman zaman dile getirmekten de geri kalmıyoruz. Mademki kurban keserken;

Müslüman; sağlam bilgi ve güzel ahlâkı ile saâdet ve selâmet kaynağı olan İslâm’ı yaşayıp yaşatmayı asıl amaç edinerek, sadece yanı başındaki insana değil, dünyanın dört bucağındaki insanlara bu emâneti ulaştırmayı hedef bilecektir. Zira ömür sermayesi bitiyor, vakit geçiyor.

Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bayram nimeti; gelenek ve görenekten ibaret değildir. Aynı şekilde eğlence çılgınlığı olmadığı gibi sırf nefsini, hevâ ve hevesini düşünerek insanlardan uzaklaşıp yazlıklara ve tenhalara tatile çekilmek de değildir. İhlâs ve samimiyetle gönlümüzü birbirimize açma, dost ve kardeş olmanın güzel demleridir. Düşünelim bir kere; yıllarca çocuk hasreti çeken Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Hazret-i İsmail gibi tatlı ve halim bir evlâda kavuştuğu zaman, imtihandan geçirilmiş ve oğlunun kurban edilmesi rüyasında Cenâb-ı Hak tarafından istenmişti.

Bu bakımdan mü’min; imtihanla baş başa olduğunun şuuru içinde, şuurlu yaşayan diri insandır. İşte kurban remzi ile her yıl Cenab-ı Hak; imkânı olan kullarını bu niyet ve sağlam îmânı tazelemeye, takvâya davet ediyor.

Hac Sûresi’nin 37. âyetinde buyurulduğu gibi, kurbanların etleri ve kanları Allâh’a erişmez. Bu cümleden olarak gerçek kardeşlik rûhu içinde geçirmemiz gereken bayramları, çoluk çocuğa sıkıntı verir hâle biz getirdik.

Hâlbuki müslüman, bu yüce bayram günlerini birer fırsat bilerek geçirecektir. Arafat’ta tövbeleri kabul edilerek bir araya getirilen Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’nın; daha önce cennette iken etrafını dönerek tavaf ettikleri nurdan sütunun yerine, Mevlâ’nın bahşettiği Kâbe’nin etrafında dönen hacılar misali; müslümanın cân u gönülden Hakk’a yönelme, günahlardan kaçma ve kardeşlerine sarılma günleridir bayramlar. Ancak böylelikle cürm ü hatamız affedilip hem dünyaya hem âhirete yarayışlı olgun bir insan hâline gelebiliriz.

Yoksa Ramazan Bayramı şeker ve tatlı bayramı olmadığı gibi Kurban Bayramı da et bayramı değildir. En‘am Sûresi’nin 162. âyetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayat ve ölümüm Âlemlerin Rabbi Allah içindir.”

Bayramda şartlar ne olursa olsun öfke ve asık surattan uzak, mütebessim bir çehre takınmalıdır.

İmkânı olanlar için kurbanın başında bulunmak ve kendi eli ile kesmenin şüphesiz ayrı bir fazîleti vardır. Allâh’ın Habîbi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fâtıma’ya hitâben şöyle emretmiştir:

“Ey Fâtıma kurban kes ve kesilirken yanında bulun ve gör. Çünkü o kurbanın kanından yere damlayan ilk damla ile senin bütün günahların mağfiret olur.” (Hâkim, Müstedrek, 4/247)

İşte bu niyet ve sözün ardından kurbanı bilindiği gibi üçe taksim edip yerlerine ulaştıracağız. Öte yandan başkaları kapımızı açmıyor ve nefse ağır geliyor diye konu komşuya bayramlaşmaya gitmemek müslümana yakışmaz. Bizi sağlık ve afiyetle kurban kesecek seviyeye getiren Rabbimize binlerce hamd ve şükür edeceğiz.

Bayram vesilesi ile ancak akrabalar bir araya gelip geri kalan kimseleri ihmal ettiğimizden; kafamız sakin, kazancımız bereketli ve vücudumuz sıhhatli değil. «Hep ben mi arayacağım?» «Büyük şehirde arayıp sormak zordur, şimdinin âdeti budur.» gibi bahanelere sığınıyoruz. Allâh’ın yüce Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şeriflerinde;

“Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız ve mü’min olmadıkça da cennete giremezsiniz.” buyuruyor. (Müslim, Îmân, 93)

Birbirine uzak olanlarımız mesaj ve telefonla da olsa birbirini aramalıdır. Bir araya gelindiği zaman hâl-hatır sorup sevinç ve kederleri paylaştıktan sonra vaktin kıymetini bilerek kısa sohbetlerde bulunmak gerekir.

Sâhip, musâhebe, sohbet kelimeleri hep sahâbî kelimesinin boyasını alan ve aynı kökten gelen kelimelerdir. Bu bakımdan biz de yekdiğerimize sahip çıkarak mâlâyânî, gıybet ve benzeri boş şeylerden uzak kalmalıyız.

Avnî mahlâsı ile birbirinden güzel şiirler kaleme alan merhum ve mağfûr Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri şöyle der:

Gönül eşiğin umar, cânın etmeden kurban,
Ne çâre cennete girmeğe, kişi olsa bahîl,
Ne ola sabr ile şevkinden özge Avnî’nin,
Kabûl eyle budur vârı, ger kesîr u kalîl…

«Nefis, canını senin yoluna kurban etmeden; cennet gibi olan eşiğine ulaşmak ister, fakat cimrinin cennete girmesine imkân yoktur.

Avnî’nin sabır ve iştiyakından başka nesi olabilir? Ondan bu kadarını kabul eyle. Zira az veya çok varı yoğu budur.»