MÜ’MİN VE DÜNYA -1-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

DÜNYAYA GELİŞ SIRRI: GAYRET

Cenâb-ı Hak, insanı zâtını mârifetullah ile tanıması ve kendisine hakkıyla ibâdet yani kulluk etmesi için yarattı.

İnsanı, bu imtihan için; çileli ve zahmetli, meşakkatlere sabır, gayretlerde sebat îcâb ettiren dünyaya gönderdi.

İmtihanda muvaffak olduğu takdirde, ona; âhiret yurdunda çile ve zahmetin hiç bulunmadığı, mükâfat ve selâmet yurdunu, yani cennet-i âlâyı va‘detti.

Muvaffak olamayanları ise, çile ve zahmetin de ötesinde, mahzâ azap ve kahır yurdu olan cehenneme dûçâr edeceğini bildirdi.

Bu hakikate îmân eden insan için; dünya ve içindekiler, bir dershâne dekorundan ibaret. Dünya hayatı, son nefese kadar, terinin son damlasına, tâkatinin son noktasına kadar çalışılacak, gayret edilecek bir imtihan mekânı.

Âhirette selâmet ve sürurun hasadı için; dünya mezraasında ter dökmek, çilelere katlanmak zarurî. Ayrıca, Allâh’ın hakkını gözetirken, kullarının hakkını gözetmek, kimseyi incitmemek, mahlûkata merhametle, şefkatle muâmelede bulunmak da şart…

Âhiret hakikatine îmân etmeyen bedbahtlar için ise; vasıta olan dünya, gaye hâline gelir. Ölüm bir maksatsız nihayet, ömür de her saniyesi har vurulup harman savurulacak hazır bir mîras olarak görülür… Her türlü fırsat ve imkân, helâl-haram, temiz-pis, haklı-haksız olduğuna bakılmaksızın, yararlanılacak, yağmalanacak, tüketilecek, yutulacak birer metâ kabul edilir… Bu bakışla dünya; bin türlü haksızlık, acımasızlık, zulüm, kan ve gözyaşının mezbelesi olur.

Hak ve hukuk, vicdan ve merhamet, insaf ve insaniyet gibi değerler de, ancak âhirete hakkıyla îmân eden ve hesap korkusuyla titreyenlerin kalplerinde hakikî mânâsını bulur.

Çünkü onlar bilirler ki;

HER NİMETTEN SORULACAK…

Cenâb-ı Hak; sâir mahlûkatı mahdut birer sahada, kendilerine mahsus sevk-i ilâhî ile verilen vazifeyi yapmaya memur etti.

Melâikeyi de, nefsâniyetten, iradeden, itirazdan hâlî, ilâhî emirleri derhâl icrâ eden varlıklar olarak halk etti.

İnsanı ise, çok daha farklı, müstesnâ husûsiyetlerle yarattı. Ona akıl, zekâ, arzu, hırs, gazap, benlik gibi müsbet ve menfî birçok husûsiyet verdikten sonra; onu, emrine âmâde kılınmış varlıklarla dolu dünyaya gönderdi.

Dünyada insanın nasıl bir hayat sürmesini arzu ettiğini, ona kitap ve peygamberleriyle bildirerek, mânevî olarak da büyük ikramlarda bulundu. Bütün bu teçhizatın yanında, insana bir de irade verdi ve imtihan başladı:

Arzu ve iştiyak verdi; onu lâyık olduğu yere cennete mi yoksa süflî dünya nimetlerine mi tevcih edeceğine baktı…

Akıl nimeti verdi; onu ibret ve tefekkürün vasıtası, tercihlerde dâimâ âhiretin ağır bastığı hassas bir terazi mi, yoksa dünyevî menfaat kazanmanın basit bir maşası mı kıldığına baktı…

Gazap ve heyecan verdi; onu Hak adına, adâlet nâmına, İslâm’ın izzet ve şerefini muhafazanın, vatan, millet ve mazlumların müdâfaasının muharrik kuvveti olarak mı; yoksa iç çekişmelerin, boğuşmaların fitne kazanı, enâniyetin, tekebbürün fitili olarak mı kullandığına baktı…

Enerji verdi, dinçlik verdi, gençlik verdi, zaman verdi, imkân verdi… Gayret edip kullanacak mı, tembellik edip, gevşekliğe, mâlâyânî meşgalelere kapılıp boşa mı verecek, kullanırsa nereye ve nasıl harcayacak diye baktı…

Mal verdi, mülk verdi, nimet verdi… Nasıl tasarruf ettiğine baktı… Paylaştı mı, nefsine mi hasretti? Şer‘-i şerif ve sünnet-i seniyyeye göre mi sarf etti, yoksa saçıp savurup israf mı etti? İhtiyacı olanları aradı mı, gördü mü, onları kendine zimmetli addetti mi? Yoksa isteyeni ve kendinde bulunmayanı mahrum mu bıraktı? Cimrilikle -âdetâ kemiğini saklayan bir kelp gibi- varlığını saklamakla, biriktirmekle ömür ve imkânlarını çürüttü mü?.. Yoksa her imkânı, cennet bağ ve bahçelerinin birer tohumu mâhiyetinde dünya tarlasına sâlih amel olarak ekti mi?

Bütün bu nimetlere şükür mü etti, nankörlükle mi mukabele etti?..

Hülâsa;

Cenâb-ı Hak, bu imtihan dünyasında lutfettiği her şeyi, sorgu ve suâle konu olacak, hesabı sorulacak bir malzeme olarak verdi. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Bu âyette hesabı sorulacak nimetlerin şümûlüne maddî-mânevî bütün imkânlar girer.

Unutulmamalıdır ki; insanın çalışmak, kazanmak, kazandığını harcamak gibi maddî ve dünyevî tasarruflarının hepsi de kulluğa dâhildir. İnsanın tek mes’ûliyeti, namaz, oruç gibi ibâdetleri yerine getirmek değildir. İnsan; boğazından geçen her lokmadan, ağzından çıkan her sözden, maddî-mânevî hak ve hukukun taalluk ettiği her şeyden mes’uldür.

Bu mes’ûliyetleri hassâsiyetle gözetmenin, Allâh’a ve kullarına karşı haklara yüksek bir seviyede riâyet göstermenin adı takvâdır, güzel ahlâktır, İslâm zarâfetidir.

Başta peygamberler olmak üzere, sahâbe-i kiram ve cümle Hak dostları dünyada bu asâlet ve zarâfetle yaşamış, bilhassa kazançlarının temizliği, lokmalarının helâliyeti husûsunda müstesnâ bir hassâsiyet göstermişlerdir.

Onlar; hem Allâh’a tevekkül etmişler, hem de O’nun helâlinden vereceği rızık için çalışmış, gayret etmişlerdir.

Hazret-i Dâvud gibi peygamberlerden nice Allah dostuna birçok Hak dostunun fârik husûsiyeti:

HELÂL RIZIK ARAMA GAYRETİ…

İnsan bu dünyada, kendisi ve ehlinin maîşetini sağlamak için maddî kazanca muhtaçtır. Bu hususta başkalarına yük olmamak, kimseye el açmak mecburiyetinde kalmadan çalışmak her kulun vazifesidir.

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir…” (Buhârî, Büyû‘, 15; el-Enbiyâ, 37) buyuran Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashâbını da, rızıklarını helâl yoldan ve kendi emekleriyle aramak ve insanlardan müstağnî olmak vasıflarını hâiz yetiştirirdi.

Bir gün Efendimiz’in yanına, Medineli müslümanlardan fakir bir adam geldi ve yiyecek bir şeyler istedi.

Allah Rasûlü ona;

“–Senin evinde hiç eşya yok mu?” diye sordu.

Adam;

“–Var.” dedi. “Bir kısmıyla örtündüğümüz, bir kısmını yere serdiğimiz bir çul ve bir de su kabımız var.”

Rasûl-i Ekrem;

“–Onları bana getir!” buyurdu. Adam çul ile su kabını getirdi. Peygamber Efendimiz onları eline aldı ve etrafındakilere;

“Bunları kim satın almak ister?” diye seslendi.

Ashabdan biri, bir dirheme alabileceğini söyledi. Hazret-i Peygamber;

“Artıran yok mu?” diye birkaç defa seslendi ve iki dirhem veren bir sahâbîye onları sattı. Parayı fakir sahâbîye uzatarak;

“Bunun bir dirhemiyle ailene yiyecek al. Kalan parayla da bir balta satın alıp bana gel!” buyurdu.

Adamın getirdiği baltaya, Efendimiz kendi elleriyle bir sap taktı ve ona şunları söyledi:

“Haydi şimdi git; bununla odun kes ve sat! On beş gün çalış; ondan sonra yanıma gel!”

Fakir adam on beş gün sonra Efendimiz’in yanına geldi. On dirhem kazanmış, bu parayla kendine ve ailesine elbise ve yiyecek almıştı.

Peygamber Efendimiz buna çok sevindi ve şunları söyledi:

“Dilenciliğin, kıyâmet günü yüzünde bir leke gibi görünmesindense, böylesi senin için daha hayırlıdır…” (Ebû Dâvud, Zekât, 26/1641; İbn-i Mâce, Ticârât, 25)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; müslümanların tembel, gevşek, miskin, uyuşuk olmalarını istemiyor, odun kesip satmak sûretiyle de olsa çalışıp kazanmaya gücü yeten bir kimsenin, başkasından istemesini asla hoş görmüyordu.

Bu şuuru kazanan sahâbî efendilerimiz; sadece geçimlerini sağlamak değil, tasaddukta bulunmak için de ayrıca alın teri dökmüşlerdir. İnfak âyetleri nâzil olduğunda, hiçbir dünyalığa mâlik olmayan fakir sahâbîler de bu âyetlerin şümûlüne girebilmek için; odun kesmiş, satmış ve infakta bulunmuşlardı.

Birçok peygamber bizzat elinin emeğiyle geçinmiştir. Hazret-i Âdem ziraat, Hazret-i İdris terzilik, Hazret-i İsa marangozluk, Hazret-i Dâvud zırh imalâtı mesleklerinin pîri olmuşlardır. Efendimiz de ticaret ve çobanlık gibi meslekler icra etmişti. İslâm tarihinde de birçok ilim ve mâneviyat erbabı, faaliyetlerinin yanında ticaret yahut zenaat ile meşgul olarak, maîşet konusunda kimseye muhtaç olmamışlardır. Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

Bu ihtimâmın müstesnâ bir misâli, Şâh-ı Nakşibend ç Hazretleri’dir. Sohbet meclislerinde sık sık;

“İbâdet on kısımdır; dokuzu helâl rızık talep etmek, biri ise diğer amellerdir.” (Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, III, 107/4062) hadîs-i şerîfini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi emir ve işaret buyururlardı. (Buhârî, Enîsü’t-tâlibîn, s. 63, 68)

Hâce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Tohum, tarla, su ve tarla süren mahlûkat husûsunda âzamî ihtimam ve ihtiyat gösterirlerdi. Bu sebeple âlimlerin çoğu, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirak ederlerdi. (Buhârî, Enîsü’t-tâlibîn, s. 64; Ebu’l-Muhsin Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 37, 112, 138; Reşahât, s. 159, 184.)

Nakşibend Hazretleri, el emeği ile çalışıp kazanmaya o kadar ehemmiyet verirdi ki, tembelliği dolayısıyla işsiz-güçsüz duran insanları müridliğe kabul etmezdi. (Ebu’l-Kāsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 121 a-b) Onun irşadî terbiyesinde hayat düsturu, dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken Hak Teâlâ’dan da gafil olmamaktı.

Mü’min kulun, helâl rızık endişesiyle gayret husûsunda, doğru anlaması gereken bir mefhum da rızık konusunda yalnız Allâh’a güvenmek, yani;

TEVEKKÜL…

Bir mü’minin; rızkına Cenâb-ı Hakk’ın kefil olduğu inancıyla mutmain olması, rızık endişesine kapılmadan zor zamanlarda yalpalamaması, dik durması tevekkülünün neticesidir. Bu inanç, şeytanın fakirlikle korkutarak, haramın uçurumlarına sevk etmesine karşı kulun sarılacağı teminattır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلْ لَنْ يُصٖ۪يبَنَا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَا هُوَ مَوْلٰینَا
وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

“De ki: Allâh’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnız Allâh’a tevekkül etsinler / dayanıp güvensinler.” (et-Tevbe, 51)

Cenâb-ı Hakk’ın Rezzâk ism-i şerîfinin muazzam bir tecellîsi, kış mevsiminde zuhûr eder. Karlar yağar, her taraf yerine göre yarım metre, bir metre kalınlığa varan bembeyaz örtüyle kaplanır. Orada yaşayan sayısız canlı, toprağın sînesine sığınır. Rezzâk-ı Zü’l-Celâl’in muhafazası altında, âdetâ bir kundak hâline gelen toprakta yaşar. Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hak, o mahlûkatın rızkını orada da tevzî eder. Bahar gelip de karlar eridiğinde; ceset yığınları yerine, bahar neşv ü nemâsı içinde yeşeren tabiata yayılan mahlûkata şahit oluruz.

Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Eğer siz Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14)

Ancak tevekkül inancı, kişiyi tembelliğe sevk etmemelidir. Çünkü tembeller, bu hâlleriyle Allâh’a değil, kendilerine mes’ul hissederek el uzatacak hayırseverlere güvenmiş meskenet ehlidir. Nitekim Hazret-i Ömer-radıyallâhu anh-, hilâfeti zamanında işi tembelliğe ve dilenciliğe vardırarak, aylak aylak gezen, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri;

“Siz Allâh’a tevekkül eden mütevekkiller değil, başkalarının malına güvenen müteekkiller yani yiyicilersiniz. Hakikî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır. (İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Ammân 1990, s. 650)

Şâh-ı Nakşibend de bu hususta;

“Tevekkül sahibi kişi, nefsini görmemeli ve çalışarak tevekkülünü gizlemelidir.” buyururdu. (Ebu’l-Muhsin Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 70)

O hâlde, tevekkül ile birlikte, yani Allah’tan başka kimseye güvenmemek hasletiyle birlikte bir başka haslet de gereklidir:

Allah’tan başka kimseye el açmamak:

İSTİĞNÂ…

İstiğnâ; kişinin kendisini müstağnî görmesi, muhtaç hissetmemesidir.

Allâh’a karşı istiğnâ içinde olmak, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mal, evlât gibi nimetlerle şımaran kâfirlerin kötü huylarındandır. Onlar mallarıyla ebedî olacaklarını, sonsuza dek kalacaklarını sanırlar. Hâlbuki dünya geçici bir metâdan ibarettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَى اللّٰهِ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمٖ۪يدُ

“Ey insanlar! Sizler hepiniz Allâh’a muhtaçsınız, Allah ise ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan mutlak varlıklı)dır. Övülmeğe çok lâyıktır.” (el-Fâtır, 15)

Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olduğunu bilen ve yalnız O’ndan yardım isteyen, yalnız O’na tevekkül eden mü’min; başka kullara asla el açmaz. Bu mânâsıyla istiğnâ övülmüş bir mü’min hasletidir. Başkalarından istemek, yüzsuyu dökmeye alışmak, kişinin iffet ve hayâ duygularını da zedeler. Rızkın Allah’tan olduğuna inanan kişi, kullara bel bağlamamalıdır.

Peygamber Efendimiz, ashâbının bazılarından, kimseden bir şey istememek üzere bey‘at almıştır. Dilenciliği men etmiştir. İnsanlardan beklenti içine girmemelerini istemiştir. Şu hâdise bu hususta güzel bir misaldir:

Ebû Saîd-radıyallâhu anh-, açlıktan zaman zaman karnına taş bağlamak mecburiyetinde kalan fakir sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona;

“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nimete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

Ebû Saîd -radiyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben;

“–Hele dur bakalım anne, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çaresiz, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve selem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar…”

Zaten utana sıkıla gelen Ebû Saîd -radiyallâhu anh- bu sözü işittikten sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve selem-’den bir şey istemeye hiç cesaret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatır:

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Bkz. Ahmed, III, 44)

Şunu da ifade etmelidir ki, istiğnâ; toplumda herkesin kendi başının çaresine bakması, kimsenin kimseye yardımcı olmaması demek de değildir. O sadece, «bâr olmayıp yâr olma» telkinidir.

Elbette toplumda; fakirler, muhtaçlar, engelliler, hastalar, âcizler; çalışmaya gücü yetse de bakmakla mükellef bulunduğu yaşlı annesi, babası, hasta çocuğu olanlar; çalışsa-çabalasa da imkânları, hastasına, çoluk-çocuğuna yetmeyen; işsiz kalan, iş arasa da bulamayan, iflâs eden, hapse düşen… nice perişan vardır.

Bütün bu garip ve kimsesizleri -kendileri saklansalar, iffet ve istiğnâ ile hâllerini arz etmeseler de- aramak, bulmak ve ihtiyaçlarını giderip, ferahlatmak imkân sahiplerinin hem ilâhî, hem vicdânî mes’uliyetleridir.

Mü’minler hakkında;

“Onların mallarında (hâlini arz edip) isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyuran Cenâb-ı Hak, Mü’minûn Sûresi’nde cennete kavuşarak felâha erişen mü’minlerin vasıflarını zikrederken, sadece «zekât verenler» değil;

“Zekât için (husûsî) faaliyet gösterenler…” (el-Mü’minûn, 4) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak; ihsan ve kerem sahibidir, ekremü’l-ekremîn / cömertler cömerdidir. Mahrumlara, muhtaçlara, kalbi kırıklara sonsuz merhamet sahibidir. Kullarına lutfu ve ihsânı çok geniştir. Cenâb-ı Hak; yeryüzünde hâlife olarak yarattığı, Zâtının şâhidi olmalarını arzu ettiği mü’minlerin de kendi cemâlî vasıflarıyla mücehhez; bütün mahlûkatı şâmil bir merhamete sahip, cömert, vicdanlı, hassas ve rakîk kullar olmalarını arzu buyurmaktadır. Bundan dolayı, sadece isteyene vermemizi emretmekle iktifâ etmiyor, isteyemeyeni de arayıp bulmamızı, hattâ o iffet kahramanlarını sîmâlarından tanıyacak bir kalp hassâsiyetini kazanmamızı ferman buyuruyor. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

لِلْفُقَرَاءِ الَّذٖ۪ينَ اُحْصِرُوا ف۪ٖى سَبٖ۪يلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَطٖ۪يعُونَ ضَرْبًا فِى الْاَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسٖ۪يمٰیهُمْ لاَ يَسْئَلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًا وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهٖ عَلٖ۪يمٌ

“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Âyet-i kerîmenin bizlere hatırlattığı bir husus da şudur:

İlim tahsiline ve hasbî hizmetlere kendisini adadığı için, belirli bir müddet çalışamayan kimseler; cemiyet adına bir farz-ı kifâyeyi yerine getirirler. Efendimiz’in hem eğitimleriyle hem iâşe ve ibâteleriyle alâkadar olduğu ashâb-ı suffe gibi; her devirde, imkân sahiplerinin maddî olarak sahip çıkması gereken ilim, irfan ve sanat talebesi de ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için çalışmak mecburiyetiyle karşı karşıya bırakılmamalıdır.

Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bu meseleye nasıl yaklaştığını ne güzel ifade eder:

Enes bin Mâlik -radiyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve selem- zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber Efendimiz’in yanına gelir, diğeri de çalışır, bir meslek icrâ ederdi. Bir gün çalışan kardeş, diğerini Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve selem- Efendimiz’e şikâyet etti.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve selem- bu şikâyete karşılık şu cevabı verdi:

“Belki de sen, onun sayesinde iş buluyor ve rızıklandırılıyorsun.” (Tirmizî, Zühd, 33/2345)

Cenâb-ı Hak; dünyada rızık taksimatında, fakiri zengine zimmetliyor; zenginden, mahrumu sîmâsından tanımasını, bulmasını, görmesini, gözetmesini istiyor. Fakirden de sabır, iffet ve istiğnâ görmeyi arzu ediyor. Böylece zengin tekebbür ve minnete kapılmak bir yana, yardımını kabul edecek fakir ararken, fakir de zillet ve istismâra düşmeden sahiplenilmiş oluyor. Ortaya gönüllerin kenetlendiği muhabbetli bir cemiyet çıkıyor.

Nitekim hicretten sonra Efendimiz; muhâcirlere sahip çıkmaları için, her bir muhâciri, bir Medineli müslüman ile kardeş ilân etti. Kardeşler birbirlerinin her şeyinden mes’ul oldular. Hattâ ileride kaldırılıncaya kadar birbirlerine mîrasçı dahî oldular. Ensar büyük bir kardeşlik nümûnesi göstererek; evlerini, barklarını, bahçelerini muhâcir kardeşlerine sundu. Muhâcirler ise; göz tokluğu ile bunları karşılıksız değil, bahçelerde fiilen çalışmak şartıyla kabul edeceklerini bildirdiler.

İşte bu meyanda Peygamber Efendimiz, muhâcirlerden Abdurrahman bin Avf -radiyallâhu anh- ı, ensardan Sa‘d bin Rebi‘ ile kardeş eyledi. Bunun üzerine Sa‘d ona;

“−Kardeşim, ben Medine’nin en zenginiyim. Servetimin yarısı senin olsun…” dedi.

Abdurrahman -radiyallâhu anh-;

“−Malın sana mübârek olsun!” diyerek istiğnâ gösterdi. Oradakilerden pazarın yerini kendisine göstermelerini rica etti. Hemen ticaretle meşgul olarak helâl rızık kazanma yolunu tuttu.

Bu tevekkül ve istiğnâsının bereketiyle Abdurrahman bin Avf -radiyallâhu anh- diyor ki;

“Hiç unutmam, yerden herhangi bir taş kaldırsam; altında altın veya gümüş bulacağımı umardım.” (Bkz. Buhârî, Büyû, 1; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 228)

Rızık kazanma konusunda gözetilecek başka noktalar da vardır. Bilhassa;

DÜNYAYA SAPLANMAMAK…

İnsanın elindeki ömür sermayesini büsbütün dünyalık talebine hasretmemesi, diğer kulluk vazifelerini de ihmal etmemeye dikkat etmesi zarûrîdir.

Daha fazla dünya malı kazanma uğrunda ihtiras; insanı yiyip bitiren, neticesiz, huzur ve saâdetten mahrum bir çiledir. Nefsin iflâh olmaz bir hastalığıdır. Şu söz, sâir mahlûkatın bile bu hastalığa düşmediğini göstermesi açısından mânidar bir tespittir:

“Âlem yaratıldığından beri, hiçbir kuş, komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hiçbir tilki, saklanacak tek bir kovuğum var diye kendini harap etmedi; hiçbir sincap, bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktiremediği için endişeden ölmedi ve hiçbir köpek, yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”

Kimse için istisnâsı olmayan ecel alârmıyla er-geç sona erecek, yaşlılık ve hastalıklarla son devri de meşakkat içinde tamamlanacak dünya hayatını biraz da müreffeh hâle getirebilmek için; onca stresle, hırsla, bin bir tehâlükle çalışıp da, ebedî hayatı unutmak; onu mâmur edecek yerde ateşler içinde perişan bırakmak ne acı bir hamâkattir!

Halk arasında söylenen; “Çalışmak da ibâdet…” sözünü, helâl rızık için çalışan kişilerin dînî vecîbelerini yerine getirmeyebilecekleri şeklinde anlamak, hiçbir sûrette müslümanlıkla bağdaşmaz. Başta mescid kuşu iken, dünyalık peşinde, önce namazlardan, sonra zekâttan, netice itibariyle Allah Rasûlü’nün gönlünden koparak İslâm’dan uzaklaşan Sâlebe’nin hazin âkıbeti, her mü’min için ders olmalıdır.

Bu hususta, iş sahipleri, çalışanlarının ibâdet saatlerini gözetmekten mes’uldür. İşçiler açısından namaza, oruca fırsat verilmeyen, Allâh’a açıktan isyân edilen yerlerde çalışmak ve bunu bir mecburiyet olarak takdim etmek de Allah katında meşrû bir mazeret değildir. Gerçek tevekkül inancı asıl burada devreye girmeli, Allah hakkını ihlâl etmeden, helâl rızık kazanma vesilesi aranmalıdır. Hâlis niyet ile, helâl rızık talebinde takvâyı arayarak, sabrederek Cenâb-ı Hakk’a tevekkül edilirse, âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi, Allah beklemediği yerden rızıklandırır:

وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ
اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِه۪ٖ
قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَیْءٍ قَدْرًا

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allâh’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (et-Talâk, 2-3)

Allâh’ın emirlerinin alenen çiğnendiği yerlere, müşteri olarak da, işçi olarak da bilhassa gitmemek, buğz fillâh / Allah için buğz ibâdetinin bir îcâbıdır.

Allah Rasûlü’nün asırlar önce helâk edilen bir kavmin harabesinden alınan suları döktürmesi, bu gibi yerlerin mâneviyâtımıza zararlarını göstermek açısından ne kadar mühim bir misaldir.

Hâsılı, dünya hayatı bir yolculuktur ve bu yolculuğun, âhiret yurdunda gidilmek istenen adrese göre tayin edilmesi zarûrîdir.

Yâ Rabbî!.. Bizleri Sen’in yolunda gayret edenlerden eyle… Kalplerimize dünya sevgisini, vücudumuza haram ve şüpheli lokmayı, tenlerimize cehennem ateşini haram kıl…

“Allâh’ım! Bizlere helâl rızık nasip ederek bizleri haramlardan koru! Lutfunla bizleri Sen’den başkasına muhtaç etme!” (Tirmizî, Deavât, 110/3563)

Âmîn!..