KUL HAKKI ENDİŞESİ…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Doktor Selim Bey, karşısında Orhan’ın amcası Turgut Bey’i görünce şaşırdı. Son gelişmelerden haberi olmadığı için; «Acaba, yeğeniyle arasında bir problem mi oldu? Acaba, amca bey Orhan’ın hayırlı gidişâtını engellemeyi iyice kafasına mı koymuştu? Acaba?» diye düşünürken Turgut Bey sordu:

“–Doktor bey, müsaitseniz görüşebilir miyiz?”

Doktor Selim, mütebessim bir dikkatle cevap verdi:

“–Hay hay, buyurun, sizi dinliyorum.”

Turgut Bey, acı acı iç çekti. Yılların verdiği ağır yükleri, mes’ûliyetleri ve kendisinin bunlardan bîhaber yaşamışlığının getirdiği dağ gibi veballeri düşündükçe; keder denizinde boğulan bir hâl içindeydi. Tane tane anlatmaya başladı:

“–Doktor bey, belki tanıyorsunuz, ben Orhan’ın amcasıyım. Fakat hayırsız bir amcayım.”

“–Estağfirullah.”

“–Öyle öyle. Yıllardır onu ziyan ettim. Sonra siz…”

Gözleri doldu. Mendilini çıkarıp silerken Doktor Selim meselenin başlangıçta düşündüğü gibi olmadığını çoktan anlamıştı. Haşin bir amca beklerken tevbe ateşinde pişen bir amca vardı karşısında. Heyecanlandı. Sükût ile dinlemeye devam etti. Turgut Bey, titrek sesiyle konuşmasını sürdürdü:

“–Siz, benim verdiğim zararları telâfi ettirdiniz. Onu, ciğerparemiz Orhan’ı özüne döndürdünüz. Ben yıktım, siz inşâ ettiniz. Ben ağlattım, siz güldürdünüz. Ben soldurdum, kuruttum; siz yeşerttiniz. Benim sebebimle düşman olmuştu, sizin vesilenizle dost oldu. Ben cahil bırakmıştım, siz bilgi sahibi yaptınız. Ben ehl-i hüsran eylemiştim, siz ehl-i Kur’ân eylediniz. Âdetâ ben onu mânen öldürmüştüm, siz dirilttiniz. Öyle ki, benim dirilişime, uyanışıma vesile oldu. Kendime geldim. Size karşı nasıl müteşekkirim bilemiyorum.”

Doktor Selim, duyduklarına inanamıyordu. Sevincinden uçacak gibiydi. Turgut Bey’i gönülden tebrik ederek tevâzuya büründü:

“–Turgut Bey, yaşananlar Allâh’ın lutfu, O’nun yüce ikramı. Her hâlimizde O’na şükretmeli, O’na hamdetmeli.”

“–İşte beni de sizin bu güzellikleriniz cezbetti. Biz yapmadıklarımızla bile gururlanırken, siz yaptıklarınızla bile mütevâzı yaşıyorsunuz.”

“–Biz kuluz. Hangi makamda, hangi mevkide, hangi konumda olursak olalım, yine kuluz. Depolar dolusu hazinelerimiz olsa yine kuluz. Hiçbir şeyimiz olmasa yine kuluz. Genç olsak da kuluz, ihtiyar olsak da. Zayıf olsak da kuluz, güçlü olsak da. Bunu doğru anlayınca herkesin idrâki ve şuuru açılır. Bilir ki, her şey geçici, her şeyin yegâne sahibi Allah. Bu dünya bir imtihan yurdu. Esas hayat âhiret hayatı. Kul doğuyor, kul ölüyoruz. Dilenci de böyle, padişah da. Kimse istisnâ değil.”

“–Doktor Bey, ben de bunu daha yeni anladım ve idrâk ettim. Fakat herhâlde kuru kuruya anlamış olmam yetmez. Bir şeyler yapmalıyım. Kusurlarımı düzeltmeliyim. Büyük hatalar yaptım, onları tashih etmeliyim. Bunun için bana yardım eder misiniz?”

“–Memnuniyetle. Elbette.”

“–O hâlde beni Yûnus Dede ile görüştürseniz. Bizzat ona sorup da öyle hareket etmek istediğim birkaç husus var. Mümkün mü?”

“–Tabiî ki mümkün.”

“–Ne zaman olur? Çünkü yıllardır geciktim. Neredeyse bir ömür kaybettim. Artık bir saniye kaybetmek istemiyorum.”

O gün Yûnus Dede, sohbetten sonra Turgut Bey’i kabul etti. Huzurda Turgut Bey tatlı bir huzur içinde titriyordu. İlk defa böyle bir huzur tatmıştı. Başı önünde, elleri dizinde idi. Sanki yıllardır dışarda çamurlu sokaklarda perişan ola ola yorulmuş bir rûhun, sonunda hasbahçeye kavuşması ve derin bir şükür nefesi alması gibi özel bir hâl yaşıyordu. Yûnus Dede;

“–Hoş geldiniz Turgut Bey, nasılsınız?” diye sorunca hafifçe başını kaldırıp cevapladı:

“–Hoş bulduk efendim. Elhamdülillâh iyiyim.”

“–Orhan gibi mâneviyatlı, ahlâklı ve gayretli bir delikanlının amcası olmak ne güzel!”

“–Efendim, ben de bu hususla alâkalı olarak sizinle görüşmek istemiştim.”

“–Buyurun!”

“–Belki biliyorsunuz. Ben Orhan’ın amcasıydım, fakat ona düşman kadar uzak bir amcaydım. Gafil, zalim ve kötü. O da önceden benim bu perişanlığımın perişan bir meyvesi idi. Sonra çok şükür ki hidâyet iklimine, sizlere nâil oldu ve bir cennet meyvesi hâline geldi. Onun gün geçtikçe güzelleşen hâli, başlangıçta beni çıldırtmıştı. Geçici bir heves, hattâ bana karşı intikam metodu zannetmiştim. Meğer değilmiş. Nihayet yengesi de onun gibi oldu. Derken bana da tesir etti. Hele benim kötülüklerime bile iyilikle karşılık vermesi rûhumu derinden sarstı. Sonunda vesileler zinciri gerçekleşti ve ben de elhamdülillâh kendime geldim, doğruyu buldum. Epeydir sohbetlerinize gizli gizli devam ettim. Fakat biliyorum ki; «düzeldim» demekle düzelmek olmaz. Tatbikat gerek. Bu hususta düzeltmem gereken bir nokta var. O mevzuda ne yapmam gerektiğini size danışmak istiyorum. Ben yıllar önce kardeşim yani Orhan’ın babası ve annesi ölünce onlardan kalan zenginliğe el koydum. Bütün malı ve mülkü üzerime geçirdim. Orhan’a gûyâ ben baktım, fakat onu kaldırımların çocuğu yaptım. Ona hiçbir şey bırakmadım. Nesi var, nesi yok, zimmetime aldım. Büyüdüğünde de vermedim. Hattâ bu kadar geç düzelmemin sebebi biraz da bendeki bu mal hırsı oldu. Çok şükür ki, ölüm gerçeği bendeki bu hırsı darmadağın etti. Yaptıklarımdan dolayı şu an çok pişman ve çok mahcubum. Şimdi onun hakkını ona vereceğim, ancak bu kadar mala bir anda sahip olunca acaba bozulur mu, diye düşünüyorum, korkuyorum. Ne yapmalıyım efendim?”

Yûnus Dede, sabır ve ilgi ile dinliyordu. Turgut Bey, susunca tane tane anlatmaya başladı:

“–Evvelâ sizi bu geldiğiniz nokta vesilesiyle tebrik ederim. Suâlinize gelince;

Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki düzenlemesi âşikârdır. Her hak, ancak sahibine aittir. Kaygınız her ne kadar size mantıklı görünse de, o da bir vesvesedir. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır. Çünkü bu veya benzeri kaygılarla, hiçbir hak sahibi mahrum edilemez. Çünkü aynı kaygı sizler için de geçerlidir. Yani kul hakkı, tekrar yılan gibi boynunuza dolanıverir.

Dolayısıyla;

Yapmanız gereken, hakkı sahibine teslimdir. Burada muhatabın durumundan ziyade, hak meselesine göre hareket edilir. Hak kiminse ancak ona aittir. Kaldı ki Orhan evlâdımız, kaygılandığınız şekilde davranmaz. O, bu hususta şuurlu ve mes’ûliyetini müdriktir.

Zaten mal-mülk nedir ki?

İnsanoğluna Cenâb-ı Hakk’ın verdiği geçici bir emânet. Onu herkes kendinin zanneder. Lâkin;

İslâm’da mülk, gerçek mânâda ne fertlerin ne de toplumundur. Mülk, ancak Allah Teâlâ’nındır. Kula, belirli bir zaman dilimi içerisinde ve muayyen şartlar çerçevesinde, bu mülkte tasarruf hakkı verilmiştir. Bu bakımdan kul, sahip olduğu mülkü istediği gibi keyfince kullanamaz. Sahip olmadığı mülkü ise, hiç kullanamaz.

Mülk, gerçek sahibinin, yani Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği istikamette sarf edilmelidir. Bunda gaye; hem kul hakkı yemeyen, hem de elinden, dilinden, malından başkalarının emin ve müstefîd olduğu bir mü’min olabilmektir.

Bu keyfiyet; servetin, Allah Teâlâ’nın kuluna verdiği bir emâneti olduğu idrâkine ermenin bir neticesidir. Aksi istikamette kullanılırsa emânete hıyânet olur ve bugün toplumun müştekî olduğu çeşitli istismarlar vücut bulur.

O hâlde hiç unutmayacağımız gerçek yine şu:

Dünya serveti, ilâhî bir emânettir. Bu hususta gaflete mağlûp olup da Allâh’ın nimetlerinin, sahiplerine ulaşmasına engel olmak, emânete ihânet olur. Vasıta olmak ise, fazîlettir. Fakat vasıta olurken de nefsine pay çıkarıp muhatabına eziyet verici riyâkârca hâl ve tavırlar içine girmek de; gaflet, hamlık ve nâdanlıktır.

Düşünmeli ki:

Bu dünya bir rüya. Zenginlik de rüyada hazine sahibi olmaktan başka bir şey değil. Fakat:

Bir kefendir ākıbet, sermâye-i şâh u gedâ,

Pes buna mağrûr olan, mecnun değil de, yâ nedir?

Padişahın da kölenin de sonunda tek sermayesi, sadece kefen. Son demde insanın kefenden başka dünyaya ait hiçbir şeyi yok. Bu durumda dünya malına zebun ve mağrur olmak, gerçekten de delilikten başka bir şey değil.

Yani mülk, mutlak olarak Allâh’a ait. İnsanların mâlikiyeti, bugün yeni îcat edilen devre-mülk gibidir. Yûnus ne güzel söyler:

Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!..

Kim ne kadar oyalanırsa oyalansın, ölüm geldiğinde herkes fakir. Bu itibarla Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

«Zengin, ölüm sırasında altınının bulunmadığını, yani servetin artık kendisine ait olmadığını; zeki bir kimse de, hünersiz ve mârifetsiz bulunduğunu idrâk eder. Yani bütün gücünün, kuvvetinin ve istîdatlarının izâfî olduğunun farkına varır.

Hayattaki mal korkusu ve kaybetme endişesi; eteğine saksı kırıntıları doldurup; kendini mal sahibi sanan, onları kaybedeceğinden korkan, onların üstüne titreyen çocuğun korku ve endişesine benzer.

Eğer o süslü saksı kırıklarından bir parçasını alırsan, çocuk ağlar; aldığın parçayı geri verirsen güler.

Bilgi sahibi olmadığı için; çocuğun ağlamasına, gülmesine bir değer verilmez.

Cahil ve kendisini güçlü zanneden kişi de; eğreti olan malı-mülkü, kendi malı-mülkü sandığı için, o malın üstüne titrer, çırpınır durur. Rüyasında kendisini mal-mülk sahibi görür. Bir hırsızın çuvalını kaçırıp götüreceğinden korkar.

Ancak;

Ölüm meleği, zengin bir kimsenin kulağını çekmek sûretiyle, hayat rüyasından onu uyandırınca, yani son nefes gelince; gerçekten sahibi olmadığı bir mal için, hayatta iken çektiği bin bir türlü endişeye ve telâşa pişmanlıkla hayret eder.

Bu dünyadaki aklına ve bilgisine güvenen bilginlerin de; gafletlerinden dolayı bilgileri üstüne titremeleri, kendilerini çok bilgili insan saymaları da buna benzer. Son nefeste onlar da cehâletlerini idrâk eder, gerçek ilmin ne olduğunu kavrar, ama nâfile!

Servete, mala, mevkîye âşık olup da onu Hak yolunda infâk etmeyen gönül, ya bu kapkara balçığa saplanmıştır; yahut da, hayallere kapılmıştır. O hayallerin ve serap dolu karanlıkların girdabında helâk olmuştur.

Doğrusu;

Bir gönül hem Allâh’ın nazargâhı olsun, hem de kör olsun, hakikati göremesin; bu olamaz, bu mümkün değildir.»

Hâsılı Turgut Bey; sizin yapacağınız davranış, vereceğiniz karar bu gerçekler etrafında olursa, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına muvâfık olur. Bu, önceki yanlışlarınıza da telâfi imkânıdır.

Unutmayınız ki, her türlü günahı affeden yüce Allah, kul hakkını affetmiyor.

Bu hususta vakit geçirmeden emâneti, hak sahibine teslim etmek gerek. Ayrıca şu ana kadar geciktirdiğiniz için de helâllik almalısınız. Orhan da zaten olgun bir delikanlıdır. Keremle yaklaşacaktır. İnşâallah, hayırlı niyetiniz hayırla tamam olur. Allah mübârek eylesin…”

Turgut Bey, Yûnus Dede’nin yanından çıktığında artık ne yapacağını biliyordu. Çünkü sağlam bir şekilde tevbe etmişti.

Kalbinde kul hakkı endişesi artık alev alevdi. Zimmetine geçirdiği hakları Orhan’a vermeden o alevler asla sönmeyecekti. Üzüntü ve azim içerisinde iç çekti:

“Âh keşke Yûnus Dede’yi daha önce tanısaydım. Kul hakkı endişesi, içimde bir yanardağ olurdu. Maddî kul hakkı da yemez, mânevî kul hakkı da yemezdim. Maddî kul hakları, matematikle hâlledilebiliyor. Ya mânevî kul hakkı? Orhan’ın maddî serveti hususunda kul hakkı çiğnedim, fakat asıl mânevî serveti hakkında nice kul hakkı çiğnedim!”

Ellerini semâya kaldırdı:

“Yâ Rabbî! Yeğenim Orhan’a karşı hem maddî haklarını ödemeye, hem de mânevî haklarını ödemeye beni muvaffak eyle!”

Yine kendisi iştiyak ve azimle; «Âmin» derken ayakları, Orhan’ın bir yandan hâfızlık yapıp bir yandan da lise tahsilini tamamladığı eğitim merkezine doğru koşarcasına yürümeye başlamıştı.

Ayakları da, kalbindeki kul hakkı endişesini anlamış gibiydi.