OSMANLILARIN DOĞUYA YÖNELMESİ – YAVUZ DÖNEMİ (1512-1520)

Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,
Gûşe-i kabrimde hattâ bîkarâr eyler beni;
İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’a çâremiz,
İttihâd etmezse millet, dâğdâr eyler beni…
(Yavuz Sultan Selim)

Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı Devleti’nin yönetimini üstlendiği yıllarda İslâm dünyası Osmanlı, Safevî ve Memlûklulardan oluşan üç büyük hanedanlık tarafından yönetilmekteydi. Bu büyük devletlerin dışında, Mâverâünnehir bölgesinde hüküm süren ve Safevîlerle rekabet içerisinde bulunan Şeybânîler vardı. Hindistan’daki Türk Sultanlığı da dönemin kayda değer müslüman devletleri arasındaydı.

Gücünü, becerikli hükümdarlar eliyle doğuda ve batıda artıran Osmanlı Devleti; cephe ülkesi olarak bir yandan hıristiyan dünyasıyla hesaplaşmasını sürdürürken, öte yandan Fatih’le beraber yüzünü İslâm dünyasına da yöneltmeye başlamıştı. II. Bâyezid’den itibaren ciddî bir siyasî rakip olarak ortaya çıkan Safevî Devleti, Anadolu’da isyanlar dâhil Osmanlı Devleti’nin başına birçok gaile açmıştı. Şah İsmail’in yönetiminde İran ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Şiî esaslarını merkeze alan ve doktriner yanı ağır basan Safevî Devleti her geçen gün gücünü daha da artırmaktaydı. Bu yeni ve etkili devlet, Osmanlı’nın mutlaka hesaba katması gereken bir güçtü. Nitekim Şah İsmail, on sene gibi kısa bir süre içerisinde Safevî Devleti’nin sınırlarını Ceyhun ırmağından Fırat’a kadar genişletmeyi başarmıştı.

Öte yandan Memlûklular da Osmanlı Devleti’nin güney komşularıydı. Merkezi Mısır olan Memlûklu Devleti, Suriye’yi ve müslümanlarca mukaddes olan Filistin ve Hicaz bölgelerini de kapsayan bir coğrafyada hüküm sürmekteydi. XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde, Portekizlilerin Akdeniz’den Hint Okyanusu’na kadar genişleyen deniz üstünlüğünün Mısır limanlarını olumsuz etkilemiş olmasından dolayı Memlûklular, ekonomik açıdan zarara uğramışlardı. Ve daha önce Akdeniz ticaretinden aldıkları pay, oldukça azalmıştı. Bu ekonomik kayıpların yanı sıra, barutun ateşli silâhlarda etkili bir biçimde kullanılmasına ve top teknolojisindeki ilerlemelere ayak uyduramaması, Memlûkluları askeri açıdan da zayıflatmıştı.

Osmanlı-Memlûklu ilişkileri II. Bâyezid döneminde Cem Sultan’ın isyanı ve Memlûklulara sığınarak himaye görmesi sebebiyle giderek gerginleşmiş ve Çukurova bölgesinde çatışma ve savaşlara yol açmıştı.

Şüphesiz Yavuz; Osmanlı padişahlarının en karizmatik, en renkli sîmâlarından biridir. Sert kişiliği, dirâyeti, hırsı ve kararlılığıyla öne çıkmayı başarmış ve kendinden büyük kardeşlerini gölgede bırakarak taht mücadelesini büyük bir dirâyetle yönetmiştir. İktidarı ele geçirme yolunda babası II. Bâyezid’le karşı karşıya gelmekten de çekinmemiştir.

II. Bâyezid; iktidarının son yıllarında yaşlı ve yorgun düşmüş, doğu sınırlarında gelişen Safevî tehlikesine karşı gerekli önlemi alamamış, devlet idaresini vezirlere bırakarak sakin bir hayatı tercih etmişti. Gerek II. Bâyezîd’in mülâyim kişiliği, gerekse dinamik bir padişaha ve muktedir bir yönetime olan ihtiyaç, yeniçerilerin açık desteğiyle de birleşerek I. Selim’i iktidar tahtına çıkarmıştır.

Yavuz Selim Han, padişah olur olmaz önce iç bütünlüğü sağlamaya yönelmiştir. Bu stratejinin bir parçası olarak öncelikle kardeşlerini ve yeğenlerini bertaraf etmiş ve iktidarını sağlamlaştırmıştır. Sekiz yıl gibi son derece kısa süren saltanat döneminde Osmanlı Devleti, doğu ve güneyde başarıdan başarıya koşarak İslâm dünyasının en etkili ve büyük gücü hâline gelmiştir. Ülke toprakları iki buçuk kat artarak genişlemiş, Kudüs, Mekke ve Medine gibi mukaddes İslâm toprakları bütünüyle Osmanlı idaresine geçmiştir. Bütün bu muazzam büyümenin ardından, yeni alınan Güneydoğu Anadolu, Suriye, Mısır ve Hicaz’da yeni idarî, ekonomik ve hukukî düzenlemelere gidilmiştir.

ÇALDIRAN SAVAŞI (1512)

XVI. yüzyıl başlarında Şah İsmail’in önderliğinde İran’da ortaya çıkan Safevî Devleti, adını altıncı batında dedesi olan Şeyh Safiyüddîn’in (1252-1334) kurduğu Safeviyye tarîkatından almıştır.1 Şah İsmail hem tarîkatın başı, hem de Safevî hareketinin siyasî ve askerî lideri olarak, devletini kurma çalışmalarında Anadolu’daki Türkmen müridlerinden geniş çapta yararlanma yoluna gitti. Safevîlerin Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yaşayan Türkmen toplulukları üzerinde yoğun faaliyetleri olmuştu. Bu göçebe Türkmenler de Erdebil çevresinde yoğunlaşan Safevî hareketini, başından itibaren sahiplenerek destekledi. Türkmenlerin bu açık ilgi ve bağlılığı, yeni Osmanlı padişahını bir an önce hareket etmeye zorladı. Anadolu’dan Erdebil ve İran istikametine doğru büyük göç dalgaları meydana gelmiş, bu durum Anadolu’da dirlik ve düzeni büsbütün ortadan kaldırmıştı.

Safevîlerin başlarına kızıl bir serpuş takmaları sebebiyle bu tarîkata üye olanlar ve bu harekete başından beri destek veren Anadolu Türkmen toplulukları «Kızılbaş» olarak isimlendirilmiştir. Türkmenler, Şiî mezhebine bağlı oldukları için Hazret-i Ali ve ehlibeyt sevgisini esas alan siyasî söylemlere oldukça duyarlıydılar. Buna karşılık, klâsik medrese sisteminin temsil ettiği İslâm erkânıyla pek barışık oldukları söylenemezdi.

Yavuz, Safevîlerin Anadolu’ya sarkmalarını önlemek amacıyla çok yönlü tedbirler almakta gecikmedi. Nitekim başa geçer geçmez ilk iş olarak Safevî İran’ına karşı savaş hazırlıklarına girişti. Bir yandan da Safevîlerin Anadolu’da yayılma aracı olarak kullandığı Kızılbaş-Alevî kitlesini sindirmeye yönelik geniş çaplı bir harekâtta bulundu. Safevîlerle doğrudan ilişkili görülenler tenkil edildi. Güven vermeyen bazı Türkmen Alevîleri ise Trakya bölgesine sürüldü. Aynı dönemde Sünni-İslâm telâkkisini pekiştiren çalışmalara da ağırlık verilmeye başlandı. Safevî-Türkmen dervişlerine alternatif olarak ehlibeyt sevgisine önem veren fakat Sünnî çizgisini koruyan Halvetiye tarîkatına tam destek verildi. Devlet adamları tarafından Anadolu ve Rumeli’de çok sayıda tekke ve zâviye yaptırılarak bu kurumlara zengin vakıflar tahsis edildi. Bu durum Osmanlı toplumunun Sünnî çizgisini pekiştirdiği gibi, Safevîlerin Anadolu-Alevî kitlesi üzerindeki kültürel etkisini de zayıflattı. Ancak bu durumun geleceğe yansıyan neticesi, yoğun baskı ve takip altında hayatını sürdürmek zorunda kalan Türkmen-Alevîlerinin zamanla içe kapanarak dînî alanda büsbütün boşluğa düşmeleri oldu. Alevîler Anadolu’nun köylük kesimlerinde, Trakya ve Arnavutluk’ta deyiş ve ezgilerden oluşan sözlü bir kültürü yaşatma mücadelesi içerisine girdiler.

I. Selim’in aldığı önlemler arasında, Safevîlerin ekonomik olarak zayıflatılması da vardı. Bu stratejinin bir parçası olarak Tebriz-Bursa yoluyla batıya gerçekleştirilen ipek ticaret ve taşımacılığını yasakladı. Bu bahaneyle tüccarların İran’a gitmesini önleyerek kültürel ve askerî sızmaları da önledi.

Yavuz Selim Han, çok yönlü savaş hazırlıklarını tamamladıktan sonra İran üzerine yürüdü. 23 Ağustos 1514 günü şimdiki İran Azerbaycan’ında yer alan Çaldıran Ovası’nda Şah İsmail’in güçlü ve savaşçı Safevî ordusu ile Osmanlı ordusu karşı karşıya geldi. Disiplin ve teknik üstünlüğü ağır basan Osmanlı ordusu, topların etkin ve yerinde kullanımı sayesinde Safevî ordusunu bozguna uğrattı. Şah İsmail, İran içlerine kaçarak canını zorlukla kurtarabildi. Ancak Safevî İran, askerî gücünü zamanla toparlayarak her zaman doğuda hesaba katılması gereken bir güç olarak varlığını korudu.

Bu zafer, Osmanlılar açısından oldukça parlak sonuçlar doğurdu. Anadolu Türkmenlerinin gözünde efsane bir şeyh olarak kabul edilen yenilmez Şah İsmail’in karizması çok ciddî yara aldı. Anadolu Kızılbaş-Türkmenlerinin İran’la bağları gevşedi. Şah İsmail de bu yenilgiden sonra kendi topraklarında kalan Sünnîlere daha ılımlı davranma yolunu seçti. Osmanlı açısından sadece Safevî yayılmasının önü kesilmekle kalınmamış, zaferle beraber Osmanlı sınırları Güneydoğu Anadolu topraklarını da kapsayacak bir biçimde genişlemişti.

Nitekim kendi aralarındaki çekişmeler yüzünden Şah İsmail’e boyun eğmek zorunda kalan Kürt beyleri, Çaldıran zaferinin ardından I. Selim’e bağlılıklarını bildirmekte gecikmediler. Anadolu siyasî birliğine nihâî noktayı koyan bu birleşme, tarihçiliğiyle de tanınan İdris-i Bitlisî isimli Kürt beyi tarafından başarıyla yürütülmüştür. Bizzat Yavuz tarafından 23 Kürt beyine bazı imtiyazlar verilerek Osmanlı Devleti’ne gönüllü katılımları sağlanmıştır. İdris-i Bitlisî, Yavuz adına bölgedeki Kürt beylerine yetki ve sorumluluklarını içeren berat ve nişanlarını ulaştırmış, böylece onurlu bir birlikteliğin sağlam temelleri atılmıştır. Artık Safevîlerin Güney’den Suriye’ye sarkması önlendiği gibi, Kızılbaş-Türkmenlere dıştan sızmaları sağlayan kapı da kapanmıştır.

OSMANLILARIN ORTA DOĞU’YA VE İSLÂM DÜNYASINA AÇILMALARI

Çaldıran Savaşı’ndan sonra iki Sünnî-İslâm devleti Memlûklular ve Osmanlılar arasındaki anlaşmazlık daha da artarak sınır çatışmalarına dönüştü. Siyasî mücadelenin verdiği hırs ve alan körlüğü Memlûkluları Safevîlerle işbirliğine yöneltmişti. Bu çekişmede Memlûkluların Osmanlı’ya zorluklar çıkarması, iki Sünnî devlet arasında artan rekabet ve Sultan Kansu Gavri’nin Suriye sınırında askerî tahkimatı artırması gibi gelişmeler en sonunda savaşı kaçınılmaz hâle getirdi. Yavuz, güneye düzenleyeceği hareketten önce bazı Memlûklu emirleriyle gizlice ittifaklar kurarak Memlûklu Devleti’nin durumu hakkında etraflıca bilgi aldı. Bu diplomatik temasların sonucunda daha sonra Osmanlı Devleti’nin hizmetinde önemli rol üstlenecek olan Halep Emiri Hayır Bey ve diğer bazı emirler, savaş öncesinde Osmanlı ile işbirliğine girdi.

Nihayet Çaldıran Savaşı’ndan tam iki yıl sonra, 24 Ağustos 1516’da iki devletin orduları Halep’in kuzeyinde bulunan Mercidabık Ovası’nda karşı karşıya geldi. Savaş tarihçilerinin dünyanın emsalsiz süvarileri olarak kabul ettiği profesyonel Memlûklu köle ordusu bizzat Sultan Kansu Gavri tarafından yönetilmekteydi. Ancak emirler arasında yaşanmakta olan iç çekişmeler orduda zâfiyet oluşturmaktaydı. Abbasî Halîfesi III. Mütevekkil de Mısır kuvvetlerine tam destek vermek amacıyla savaşa iştirak etmişti.

Sahrâ toplarını etkili biçimde kullanan; diplomasi dâhil savaşın bütün gereklerini yerine getiren Osmanlı ordusu, Memlûklu kuvvetlerini tam bir bozguna uğratarak bu savaşta da kesin bir zafer kazandı. Memlûklu ordusu çok sayıda kayıp vermiş ve dağılmıştı. Ölenler arasında bizzat Sultan Kansu Gavri de bulunmaktaydı. Halîfe III. Mütevekkil ise Osmanlı’ya esir düşenler arasındaydı. Ancak Yavuz, Halîfe’ye esir muamelesi yapmadığı gibi kendisine saygılı davranarak hürmet ve ihtiramda bulundu.

Mercidabık Savaşı, Osmanlılara; Suriye, Lübnan ve Filistin’in hâkimiyetini sağlayarak Mısır yolunu açtığı gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde de Osmanlı hâkimiyetini iyice sağlamlaştırdı. Bu durum hem Safevîlerin beklentilerini boşa çıkardı, hem de Memlûklu Devleti’nin ortadan kaldırılmasına giden yolun ilk adımı oldu.

YAVUZ’UN MISIR SEFERİ VE MEMLÛKLU YÖNETİMİNE SON VERMESİ

I. Selim Memlûklu Devleti’ne son darbeyi vurmak için harekete geçerek bir yıl boyunca hazırlıklarını tamamlamakla meşgul oldu. Mercidabık bozgunundan sonra Mısırlı emirler Tumanbay’ı yeni Memlûklu Sultanı seçmişlerdi.

I. Selim, gönderdiği mektupla Tumanbay’ı kendisine itâate davet etti ve Cuma hutbelerini kendi adına okutması şartıyla Gazze Sancağı’ndan itibaren Mısır’da hâkimiyetini kabul edeceğini; buna karşılık Osmanlıların Suriye’deki hâkimiyetinin kabulünü ve Mısır haracının kendisine gönderilmesini talep etti. Bu teklifi kabule yanaşmayan Tumanbay, savunma hazırlıklarına girişti. Buna karşılık Yavuz da Memlûklu emirlerine mektuplar göndererek kendisine itaatlerini bildirmelerini istedi. Bağlılıklarını bildirdikleri takdirde eskiden ellerinde bulunan mevkilerini, emlâk ve itibarlarını muhafaza edebileceklerini bildirerek kendilerine güvence verdi.

Yavuz, bu diplomatik ataklarının ardından Sînâ Çölü’nü on üç gün gibi akıllara durgunluk verecek bir süratle aşarak Mısır’a ulaştı. Kahire’nin kuzeydoğusunda Ridaniye mevkiinde iki ordu karşı karşıya geldi. 1517 yılının Ocak ayında meydana gelen büyük meydan savaşında da teknik ve taktik üstünlük Osmanlılardaydı. Memlûkluların Osmanlıların geliş istikametinde yerleştirdikleri sabit toplar el-Mukaddem dağları dolaşılarak etkisiz hâle getirildi. Savaşın Osmanlı ordusu tarafından kazanılmak üzere olduğunu anlayan Tumanbay, seçkin süvarilerinden oluşan bir birlikle ordunun ana karargâh merkezine sarkarak bizzat padişahı öldürmeyi hedefledi. Ancak buna muvaffak olamadı. Çünkü o esnada Yavuz Selim Han müthiş plânını devreye sokarak el-Mukaddem dağından Memlûklu ordusunun arkasına sarkmaya çalışan birliklerin başında bulunuyordu. Osmanlı kuvvetleri bu baskın sırasında çok sayıda kayıp verdi. Veziriazam Hadım Sinan Paşa da maktul düşenler arasındaydı.

Tumanbay’a bağlı kuvvetler, son olarak Kahire’de bir direniş hattı kurmaya çalıştı. Kahire sokaklarında göğüs göğüse mücadeleler oldu. Nihayet sonuç alamayacaklarını anlayan Memlûklu direnişi kırılarak çözüldü. İyi bir asker, cesur bir komutan olan Tumanbay’ın tüm çabaları kendisini bekleyen hazin sonu önleyemedi. Etrafına topladığı üç bin kişiyle son bir huruç harekâtına giriştiyse de başarılı olamadı. Şehsuvaroğlu Ali Bey’in amansız takibi sonucunda Nil Nehri’ni geçip kurtulmak isterken yakalandı ve Kahire’de idam edildi.2

Böylece Memlûklu Devleti’ne bütünüyle son verilmiş ve topraklarında Osmanlı hâkimiyeti tesis edilmiş oldu. Yavuz, Mısır’da sekiz ay kadar kaldı. Bu süre içinde Mısır’ı nizam ve intizam altına almaya yönelik faaliyetlerde bulundu. Bu arada Mekke Emiri Ebû Berekât da oğlu vasıtasıyla Mekke’nin anahtarlarını gönderip itaatini bildirdi. Yavuz Sultan Selim de kendisine birtakım hediyelerle yeni emirlik beratını gönderdi. Böylece Mekke ve Medine gibi İslâm dünyasının en mukaddes bölgeleri de Osmanlı idaresine girmiş oldu. Öte yandan Yavuz, Abbasî Halîfesi’nden hilâfeti de alarak İslâm âlemi üzerindeki nüfuzunu artırmış oldu.3

Oldukça münbit ve mamur bir araziye sahip olan Mısır, zamanla Osmanlı hazine gelirlerinin üçte birini sağlayacak kadar zengin bir memleketti. Ayrıca Afrika yönünde yapılacak bir ilerleme hareketine merkezlik yapacak bir konumdaydı. Kıbrıs adası yüzünden Memlûklulara vergi ödemekte olan Venedik Cumhuriyeti de artık bu vergiyi Osmanlılara ödeyecekti. Mısır’ın elde edilmesiyle baharat yolu ve Kızıldeniz de güvenlik altına alınmıştı. Bütün bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni 1517 yılından itibaren İslâm dünyasının fiilî lideri hâline getirmişti.

Yavuz Sultan Selim İstanbul’a döndükten bir müddet sonra rahatsızlandı. Hastalığı halk arasında şirpençe diye bilinen kötü bir çıban şeklindeydi. Sırtında çıkan ve uzun süre iyileşmeyen bu çıban giderek Yavuz’u daha da zorlamaya başladı. Edirne yolculuğu sırasında Çorlu’da konaklayarak tedavi olmaya çalıştı. Ancak yarası daha da kötüleşerek 21 Eylül 1520’de erken yaşta vefatına yol açtı.
_______________

1 Doç. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ; Osmanlı I, Yeni Türkiye Yayınları, s. 269.
2 İ. H. Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, c. II, s. 291.
3 İ. H. Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, c. II, s. 292.