İslâm Toplumu SAHÂBE

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Keşmekeşlik ve başıbozukluk neticesinde, çığırından çıkıp «esfel-i sâfilîn»1 bataklığına düşmüş olan insanoğlu; çırpındıkça batmış, battıkça da iyice batırılmıştı. Hayatına yepyeni bir ivme kazandıracak ve onu düşmüş olduğu bataklıktan kurtarıp, aslî hüviyeti olan «eşref-i mahlûkat»2 seviyesine çıkaracak olan İslâm, girmiş olduğu gönülleri ve haneleri yeniden mâmur etmeye başlamıştı.

Ancak bu aydınlanma süreci, henüz gönülden gönüle ve güvenilir insanlardan güvenilir insanlara gizliden gizliye başlamıştı. İslâm ile aydınlananlar öyle bir aşka tutuluyorlardı ki; herkesin bu aydınlık dünyadan nasiplenmesi için, hemen harekete geçiyorlardı.

İlk etapta iç yapılanma üzerinde duruluyordu. İç yapılanma ile beraber elbetteki dış yapılanma da geliyordu. İçte oluşan güzellik dışa da yansıyordu çünkü. Ve bu böyle sürüp gidiyordu.

Bu yeni oluşum her ne kadar dilden dile, gönülden gönüle ve güvenilirlerden güvenilirlere gizliden gizliye yayılsa da, görenler ve anlayanlar için her şey ortada ve yine her şey âşikârdı.

İslâm güzelliği ile lif lif dokunan insan; herhangi biri olmaktan çıkıp «İslâm insanı» olurken, bu arada da «İslâm toplumu» oluşuyordu.

Daha önceki yazılarımızda hanımıyla-erkeğiyle-çocuğuyla ilk müslümanlardan bir kısmının çekmiş olduğu sıkıntıları anlatmaya çalışmıştık.3 Bu bir doğumdu ve her doğum sancılı olurdu. Sadece o an için / anlık değil, hayatlarının tamamına yansıyan destansı sabır, gelecekte nice gülistana kapı açacaktı. Bu süreçte ilk müslümanların çilesini ve emeğini bir an bile aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Bu sürecin temelinde «onlar» vardı çünkü. İşin başında onlar varken, özünde de onlar vardı. Onlar «ismiyle müsemmâ» bir hayat yaşamışlar ve o meşhur unvanlarını bütün âleme, kıyâmete kadar ve hattâ sonrasına bile nakşetmişlerdi; «ashâb-ı kiram» radıyallâhu anhüm ecmaîn…

Hayatı sıfırlamış hiçleri «sahâbe» yapan şey, elbetteki Rasûlullâh’ın tebligatı karşısındaki tutum ve davranışları olmuştu. Fakat bu «özel şahsiyetler» topluluğunu, sıfır toplumda tespit etmek ve sonra da onların içinden seçip çıkarmak, kolay bir şey değildi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- «gizli davet merhalesi» dediğimiz o özel durumda, meclislerde ve özel toplantı yerlerinde açıkça davet edemeyeceği için, onları tek tek belirleyip seçerek, her birine ayrı ayrı ulaşmak durumundaydı. Bunun için öncelikle şahsiyetlerinden emin olup, güven duyduğu kişilerden başlamıştı.4

Bu merhalede hür-köle, hanım-erkek, genç-yaşlı ve çocuk olmak üzere toplumun her grubuna mensup insanların İslâm ile şereflendiklerini görüyoruz. Öyle ki, Kureyş ve diğer kabîlelerin bütün boylarında, Mekke’deki her kabîleden en azından bir veya iki kişi İslâm’a girerek, «ilk müslüman toplumu» adını vereceğimiz çok özel bir yapıyı oluşturmuşlardı.5

Mekkeliler, olan-biteni görüyorlardı. İslâm’a davet gizli yapılsa da «yapılanma» açık oluyordu. Yani bu dâvâya gönül verenlerin her hâllerine İslâm yansıyordu. Bunun içindir ki Mekkeliler bu yeni oluşumun farkındaydılar. Fakat başlangıçta hiç müdahale etmemişlerdi. Müdahale bir yana, ilgi bile duymamışlardı. Çünkü o dönemde «haniflik» de vardı. Sayıları az da olsa haniflerin varlığına benzer bir oluşum olarak gördüklerinden, önceleri hiç karışmamışlardı. Mekke müşrikleri; akîdelerine ve putlarına karşı olmadıkları sürece, bu insanlara ve bu gibi olaylara önem vermiyorlardı. İslâm’a tâbî olanları, putlara tapmaktan kaçınan Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın dînine mensup hanifler gibi zannediyorlardı.6

Mekkeliler; kendilerine göre garip olan bazı hareket ve oluşumlara -kendi içlerinde kapalı kalıp putlarına herhangi bir zarar vermedikleri sürece- pek aldırmıyorlardı. Çünkü onlara göre din; sadece kalpte inanç ve tapınakta ibâdet olarak kaldığı, hayata müdahale etmediği sürece problem teşkil etmiyordu. O durumda herkes, istediği gibi, inandığı ilâhına ibâdet etmekte serbestti.

Bugün de topluma hâkim güçlerle, İslâm’ı sadece vicdanda inanç ve mabedde ibâdet sanan müslümanlardan bazıları arasında görmüş olduğumuz uyuşmanın sırrını buradan anlıyoruz. Bu kimseler, İslâm’ı içtimâî hayatlarına sokmadıkları için, İslâm’ın da müslümanın da yanlış anlaşılmasına sebep oluyorlar maalesef.

İlk zamanlarda yeni gelişmekte olan İslâm toplumu ile câhiliyye toplumu arasında bir çatışmanın olmadığını görüyoruz. Çünkü bu ilk dönemde, İslâm inancı; sadece İslâm toplumuna katılması arzu edilen kişilere ulaştırılıyorken, dâvânın gütmüş olduğu hedefler de ileride açıklanacaktı. Fakat bu arada inanç, sağlam temeller üzerine oturtuluyordu.

Sapık inançların insanların hayatını etkisi altına almış olduğu bir toplumda, doğruların ortaya çıkması için gerçek inancın yerleştirilmesi ve sapık inançların yok edilmesi gerektiği ortadadır. Çünkü topluma doğru bir yön verip, insanları iyi ahlâk sahibi yapacak olan inanç, doğru olan inançtır. Aynı zamanda bu inanca sahip olan bir müslüman, devamlı olarak hakkı savunacak ve kendisinden istenildiği zaman hak yolunda her türlü fedâkârlığa katlanacaktır.

Çeşitli hikmetlere binâen İslâm, inanca işaret olarak «îman» kelimesini seçmiştir. Îman, akıl ve kalpte yerleşerek, kuvvetli bir bağ ile fikri vicdana bağlar. Îman, ne donuk bir fikrî kanaat meselesi, ne de aklî kanaatten oluşan boş duygular manzûmesidir. Îman, iki yönün de birbirinden ayırt edilemeyecek bir şekilde tam olarak birleşmesidir.

Yine bu ilk dönemde Mekke’de oluşan müslüman toplumun yaklaşık olarak dörtte biri hanımdı. Evli olanlardan çoğunun kendileriyle beraber hanımları da müslüman olmuşlardı. Bu seçkin hanımlar, erkeklerin yanı sıra, gizlilik merhalesini bütün safhalarıyla yaşamışlar ve kendi varlıklarını bile müşriklere hissettirmemişlerdi.

Bu realiteden hareket ederek, günümüzde de İslâmî hareketin akışı içerisinde hanıma gereken ilgi ve önemi göstermemiz gereklidir. Böylece hanım, İslâmî hareketin içerisindeki çok önemli yerini alacaktır. Erkeğine din ve dünya işlerinde yardımcı olacak bir hanım; çocukları İslâmî terbiye ile yetiştirecek, bir anne olarak koruyacak, ama bir müslüman olarak da onları ileri safhalara hazırlayacaktır.

İlk dönemi incelerken çocukları da unutmamamız gerekmektedir. Bu bir avuç insanın başlattığı aydınlanma süreci içinde, çocukların da çok büyük payları vardı.

“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”7 buyruğu gereği, her şey ciddî bir çalışma ve her bir damlası, milyonlarca elmastan daha değerli olan alın terinin emeğidir. Onlar çalıştılar, biz onların ürettiklerini bile devşirmekten âciz kalırsak, kıyâmet günü Peygamberimiz başta olmak üzere, sahâbenin yüzlerine bakamayız.

İslâm, bütün insanlığa kurtuluşu müjdeliyor çünkü. Müslüman ise bu müjdeye bütün benliği ile yönelmiş mesajı taşıyan seçkin insandır.

İlk İslâm toplumu olan o seçkinler zümresi inşasında, Peygamber Efendimiz’in takip ettiği metodu çok iyi değerlendirmeli ve her şeyimize O’nu yansıtmalıyız.

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-
______________________

1 et-Tîn, 95/5.
2 et-Tîn, 95/4.
3 Bkz, Yüzakı, 16-79. sayılar.
4 Münir Muhammed Gadban, Nebevî Hareket Metodu, Teori ve Pratik, c. 1, s. 23-24.
5 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 267-269.
6 İbn-i İshak, Sîretü İbn-i İshak el-Müsemmâ bi Kitâbi’l Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve’l-Megâzî, s. 345.
7 en-Necm, 53/39.